İstanbul’un Roma ve Bizans dönemlerindeki toplumsal katmanlarını anlayabilmek, “güç” ya da “yönlendirici dinamikler” olarak ifade edilen ekonomik, politik ve dinsel koşullarının geçirdiği evreleri incelemekten geçecektir. Bu da ancak günümüze ulaşan yazılı ve arkeolojik kaynakların bize sunduğu kadarıyla mümkün olabilir.
III. yüzyıla kadar “Byzantion” olarak anılan kentin yerleşim alanı, Avrupa ile Asya’yı ayıran ya da birleştiren İstanbul Boğazı’nın güneybatı yönünde ve “Haliç” girişinde, bugün Sarayburnu olarak ifade edilen tepe üzerindedir. Karadeniz ile Ege arasındaki ticaretin önemli bir noktasında olması, Byzantion’un ticaret kenti kimliğini öne çıkarmıştır. Ticaretin yanı sıra; bir kıyı kenti olması nedeniyle balıkçılık ve Haliç Deltası sayesinde de tarım, egemen ekonomik faaliyetler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kentin üst düzey yöneticilerinin, limanın gerisindeki, bugün “Sirkeci” olarak anılan bölgede yer seçtiği, kentin sınırını tanımlayan nekropolisin (mezarlık) bugün Çemberlitaş olarak anılan bölge olduğu çeşitli kaynaklarda ifade edilmektedir. Kentin mekânsal yansıması ve dışa gösterdiği gücü açısından akropolis tüm Antik Yunan yerleşmelerinde olduğu gibi, kentin hâkim tepe noktası üzerinde olup çeşitli tapınaklar, hamamlar, tiyatrolar, agora ile kentin odak noktasını tanımlamaktadır. Antik Yunan ve Roma dönemleri boyunca bir ticaret kenti olarak Haliç ağzındaki limanlarında ve agoralarında çok sayıda yabancı milletten gemiciyi ve tüccarı ağırlamış olan Byzantion, Roma emperyalizminin Anadolu’ya ulaşmasıyla Roma’ya bağlanmış, bu sayede Roma kültürüyle ve kente gelen Romalılarla ilişki içine girmiştir. Roma İmparatoru Septimius Severus’un yıkımından kurtulamayan Byzantion, oğlu Caracalla’nın isteği üzerine, Roma kültürüne has gimnasion, hipodrom, su kemeri, tiyatro, sütunlu caddeler vb. yapılarla donatılmıştır. Tüm bunlar bir Antik Yunan kentinden Roma kentine geçişin emareleri olarak görülebilir. Bununla paralel olarak, kente yerleşen Romalı yöneticiler ve zengin tüccarlar ile 212’den sonra Roma vatandaşlığı elde etmiş Byzantionlular üst zümreye ait bir tabaka olarak bu dönemden itibaren görülmeye başlarlar. İmparator Konstantinos tarafından Konstantinopolis olarak adlandırılan ve 381’de toplanan konsilden sonra Hristiyanlığın ruhani merkezi olan kent, 395 yılında İmparator I. Theodosios’un ölümü sonucunda devletin ikiye ayrılmasıyla “Bizans” dediğimiz Doğu Roma’nın başkentliğine terfi etmiştir. Bu tarihten itibaren şehirde yaşayanlar, eskiden beri var olan toplumsal sınıflara yenilerinin eklenmesiyle birlikte renkli bir toplumsal çeşitlilik arz etmişlerdir.
Konstantinopolis’te Toplumsal Katmanlar
Bizans imparatorları, kendilerini Roma imparatorlarının devamı olarak gördükleri için Roma âdet ve geleneklerini hemen hemen aynı şekilde devam ettirmişlerdi. Nitekim Büyük Konstantinos, Konstantinopolis şehrini kurarken, Hipodrom denen ve eğlencelerin merkezi olan yarışma, eğlence, bayram ve özel törenler için kurulan büyük oyun merkezini de kurmuştu. Bunu yaparken Roma kentindeki Büyük Stadyum’u örnek almıştı. Bizans İmparatorluğu diğer alanlarda olduğu gibi sosyal sınıflandırmada da Roma İmparatorluğu’ndan etkilenmişti. Bizans dönemi sosyal tabakaları yüksek, orta ve düşük diye sınıflandırılabilir. Yüksek sınıfı merkezî otoritede, “Tanrı’nın koruması altındaki” imparator ve ailesi, yüksek devlet adamları, rütbeli memurlar ve yerel aristokrasi oluşturmaktaydı. Orta tabakayı, kentlerde ve kırsal kesimlerde yaşayan zengin ve orta hâlli insanlar kapsıyordu. Bunlar; tüccarlar, sanayiciler ve orta ölçekli toprak sahipleridir. Alt tabaka ise hizmetkârlar, köleler ve yoksullardan oluşuyordu. Bu genel sınıflandırmanın yanı sıra ruhban sınıfı, özel imtiyazlara sahip bir sınıf olarak karşımıza çıkmaktadır.
Üst Tabaka: İmparator, Saray Halkı ve İdareciler
İmparator, Konstantinopolis’in imparatorluk sarayında, kamunun bakışlarından çok uzaklarda, koruma altında ikamet eden bir adamdı. Çoğu zaman konumunu, formüle edilmemiş fakat genel olarak saygı gören kalıtım ilkesine borçluydu; alternatif olarak, selefiyle ortaklık kurmuş olabilir, nüfuzlu bir grup tarafından seçilebilir veya tahtını başarılı bir ayaklanmaya borçlu olabilirdi. Bizans Devleti hiçbir zaman tahta çıkış ile ilgili bir kuram geliştirmemiştir. Bir insan, Tanrı’nın arzusuyla imparator olur; seçimi ordu, senato ve Konstantinopolis halkı tarafından yapılan bir onaylamayla bildirilir ve V. yüzyıldan itibaren patrik tarafından icra edilen dinsel bir taç giydirme töreniyle onaylanırdı; yani tacını Bizans Kilisesi’nin en yüksek din otoritesi ve iktidarı altındaki en yüksek makamın sahibi olan Konstantinopolis patriğinin elinden giyiyordu.
Devletin başlangıcının Konstantinopolis’in kuruluşuna bağlanması ve kenti yeniden kuran Konstantinos’un ilk Hristiyan Roma imparatoru olmasından dolayı, Bizans imparatorluk kurumu Hristiyanlık ile ayrılmaz bir bağ içindeydi. İmparator, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisiydi. Kilisenin en yüksek görevlileri kutsallıklarını belirtmek için ancak hagios (kutsal) unvanını kullanıyorken, imparatora verilen unvan, onun konumunu yeterince açıklıyordu: Theios (tanrısal). İmparatorun yetkileri yazılı olarak belirlenmediğinden sınırsızdı; yani tam anlamıyla monarşik idare söz konusuydu. Ancak Genel Konsillerinin kararlarına ve kabul edilmiş doktrinlere saygı duymak, Kilise’nin hak ve imtiyazlarını kabul etmek gibi yükümlülükleri imparatora daha taç giyme töreninde açıklanıyordu. İmparator, tek kanun koyucu, en yüksek hâkimdi; en düşüğünden en yüksek mevkilisine kadar bütün tebaası onun kulu (doulos) idi. Hatta imparator, kendisini seçen kurumun lideri Konstantinopolis patriğinin seçiminde söz sahibiydi. Erken dönem Bizans imparatorları, Roma döneminden kalan autokrator ve caesar; Herakleios döneminden itibaren ise hükümdar-kral kelimesinin Yunancadaki karşılığı olan basileos unvanlarını taşıyordu. 812’den sonra Basileos Romaion (Romalıların İmparatoru) olarak adlandırıldılar.
Bizans döneminden kalan taktika (büyük ziyafetlerde oturma planını veren listeler) ve VII. Konstantinos Porfirogennetos tarafından oğlu için derlenmiş İmparatorluğu Yönetmek Üzerine Seremoniler Kitabı’na göre, saray hiyerarşisinin başında imparator yer alıyor ve onu da patrik izliyordu. I. Ioannes Tsimiskes (960-976) dönemine ait bir taktikon, imparatorluk ailesi mensuplarının sahip olduğu beş büyük payeyi göstermektedir. Bunlar arasında, genellikle imparatorun kayınvalidesine tahsis edilen zoste, kemer ya da zoste patrikia payesi de bulunuyordu. Bunları themalarda ordu ve donanmayı komuta eden askerî şefler izlemekteydi. Daha sonra imparatorun hanesinden sorumlu olan rektor ve patrik yardımcısı sinkellos, şehrin eparkhosu da dâhil yargıçlar, Mavilerin ve Yeşillerin liderleri demarkhoslar geliyordu. Daha sonra Konstantinopolis’in endüstri ve ticaretini, tahıl depolarını ve yerel manastırları temsil edenlerin önünde devlet bürokrasisinin geniş kesimlerini yönetmekten sorumlu görevliler ve onların maiyetleri bulunuyordu. X. yüzyılda Bizans unvanları on sekiz derece hâlinde sıralanmış olup bunlardan en yüksek üçü (Caesar, Nobilissimos ve Kiropalates) sadece imparatorluk ailelerine veriliyordu.
Bizans’ta imparatoriçenin, sıradan bir kadınla karşılaştırıldığında, ayrıcalıklı konumu şüphe götürmez bir gerçektir. İmparatorla evlenip taç giyince imparatorluk ailesinin bir ferdi oluyor, gösterişli ve ipek kumaşlardan yapılan giysilerini giyerek tüm ihtişamıyla tören ve ayinlere katılıyordu. Bizans tarihinin özellikle geç dönemlerinde imparatoriçelerin yönetimdeki etkileyici rolü, devletin siyasi kaderini etkilemiştir. Konstantinopolis’teki Büyük Saray’da, kendilerine ayrılmış özel bir kısımda, kalabalık maiyetleriyle yaşarlardı. Servetlerini kendileri yönetir, kişisel istekleri ve tercihleri doğrultusunda devletin, Kilise’nin ve halkın yararına harcarlardı. Kimi, daha çok hayırseverliğiyle, kimi de devlet ve Kilise yönetimindeki etkin gücüyle öne çıkardı. İmparator öldüğünde ise tahtın vârisini ve evleneceği, soylu bir aileden gelen yeni imparatoru seçme inisiyatifine sahipti. İmparatoriçe saray dışında da imparatora eşlik ederdi. Örneğin, Hipodrom’daki at yarışlarını izlemek üzere imparatorun yanında otururken, diğer kadınlar at üstünde yapılan mızrak dövüşlerini girişin üzerindeki balkondan seyrederlerdi. İmparatoriçenin hamileliğinin son günlerini, doğacak çocuğu için giysiler örerek geçirdiği ve vakti gelince doğum yaptığı erguvan renkli eşyalarla donatılmış ayrı bir oda vardı ki imparatorun meşru çocuklarını tanımlayan erguvan odada doğan (porfirogennetos) unvanı buradan gelmektedir.
İmparator Konstantinos, kendi adıyla yeniden kurduğu Konstantinopolis’i başkent ilan ettikten hemen sonra, kentin yönetimini sağlamak için proconsul makamında bir yönetici tayin etmişti. Kentteki senatus meclisini genişleten ve Roma’dakiyle eşit konuma getiren oğlu II. Konstantios ise (337-361), 11 Eylül veya 11 Aralık 359’da Konstantinopolis’e eparkhos adı verilen bir kent yöneticisi tayin etti. Hukuki memuriyetler içinde en yüksek mevkiye sahip Konstantinopolis eparkhosu, sivil görevliler arasında en üst sırada, saray görevlileri arasında ise on sekizinci sıradaydı. Roma’daki meslektaşı gibi, imparatorun başyardımcılarından biri olan eparkhos, imparator başkentten ayrıldığı zaman, imparatorun naibi olarak ilan ediliyordu. Senatusun resmî olarak başıydı ve en yüksek senatör sınıfının da üyesiydi. Cadde ve limanları koruyan polisler (taksiotai) ve itfaiye grubu da gene onun idaresi altındaydı. Eparkhosa, biri adalet işleri ve hapishaneler, diğeri ekonomik hayat ve ticaret ile ilgilenen iki bölüm yardımcı oluyordu; bu iki bölüm de kendi alt bölüm ve çalışanlarına sahipti. XIII. yüzyıla kadar önemini koruyan eparkhos, bundan sonra sadece saray unvanı olarak kalmıştır.
İmparatorun hizmetinde vir gloriosus veya gloriosissimus unvanıyla da anılan Doğu praefectus praetoriosu sıfatıyla bir başgörevli vardı. Bu kişi, yasama, yürütme ve yargı işlerinden sorumluydu ve bugünkü içişleri ve dışişleri bakanlarının görevlerine benzeyen bir görev üstlenirdi. Geç Roma-Erken Bizans döneminde imparatorluk sarayının bakanı ve başbakan sayılabilecek ve praefectus praetorionun gücünü sınırlamak adına magister officiorum adlı bir memurluk oluşturuldu. Devlet daireleri, saray görevlileri, saray muhafız kıtaları, güvenlik, posta örgütleri ve yabancı elçilerle ilişkiler bu başgörevlinin sorumluluk ve yönetimindeydi; bu kişi ayrıca, imparatorun buyruklarını ileten ve görevlilerin dilekçelerini yanıtlayan dört mühürdarlığı yönetirdi. İmparatorluk maliyesiyle ilgili ise çeşitli memuriyetler bulunmaktaydı. VII. yüzyıldan itibaren mali memuriyetlerinin başına, hazineden sorumlu, bugünkü maliye bakanıyla eş değer görevleri bulunan sakellarioslar atanıyordu. Arazi vergilerinin toplanması, su kemerlerinin bakımı, maden gelirlerinin toplanması, ordudaki askerlerin ücretlerinin ödenmesi gibi birçok önemli görevden yüksek rütbeli logothetesler sorumluydu. XII. yüzyılda iktidara hâkim olan askerî soylular tarafından birden çok hazine yerine tek bir hazine oluşturuldu ve mali yönetim tek bir logothetese bağlandı. Sivil yönetimin geri kalanı ise logothetes ton sekreton altında toplandı. Onlardan daha düşük rütbeli khartularioslar ise ham maddelerin ve mamul malların saklandığı devlet depoları ve ordu için atların yetiştirildiği at çiftlikleriyle ilgileniyorlardı. İmparatorluk arşivinden sorumlu protoasekretis, imparatorun özel ve gizli mektuplarını kaleme alan mistikos, posta hizmetleri ve yabancı elçilere verilen hediyelerden sorumlu logothetes tou dromou, IX. yüzyıldan önce saraya daha sonra ise patrikliğe bağlı olan ve Konstantinopolis’teki büyük yetimhaneden sorumlu orfanotrofos, muhafız kuvvetleri komutanı protostrator, imparatorla patrik arasında bir çeşit iletişim görevlisi ve yüksek rütbeli bir dinî görevli olan sinkellos sivil idarenin görevlileriydi. Sadece başkentte bulunan bu üst düzey memurların, kendi emirleri altında çalıştırdıkları çok sayıda memur bulunmaktaydı. İlk defa XI. yüzyıl ortalarında görülen mesazonlar ise bir nevi imparatorluk özel sekreteri olmakla birlikte imparatora devlet işlerinde ve bürokraside yardımcı oluyorlardı.
Sivil kesimlere ilişkin olanlarla karşılaştırıldığında Konstantinopolis’in toplumsal katmanları içinde askerlere ilişkin bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. İmparator Konstantinos zamanından beri varlıklarını bildiğimiz, başkent garnizonu birliklerine komuta eden ve aynı zamanda ordunun başı da olan askerî komutanlar, magistri militum adıyla anılırdı. Eyaletlerde askerî yönetim bölgeleri olan thema birliklerinin (thematikoi) yanı sıra Konstantinopolis ve civarında yerleştirilmiş tagmalar (tagmatikoi) vardı. Thema birlikleri toprağa bağlı köylü-askerler iken, tagma birlikleri profesyonel askerlerden oluşuyordu. Bunların komutanlarına ise domestikos unvanı veriliyordu. Megas domestikos, Bizans kara ordusunda imparatordan sonra gelen başkomutana verilen unvandır. Themalardaki gemiler ve deniz askerlerinin yanı sıra Konstantinopolis’te imparatorluğun donanması bulunuyordu. İmparatorluk donanması komutanı X. yüzyılda rütbe bakımından bütün thema strategoslarının altındaydı. Aleksios Komnenos (d. 1056-ö. 1118) zamanında yeniden düzenlenmeye çalışılan donanma, megas drungariosun (büyük amiral) yardımcı, megas douksun (büyük lider) asıl komutan olduğu bir yönetime bağlandı. Zaman içinde donanmada özellikle Venedik ve Cenova’dan gelen paralı asker ve yardımcı birliklerin payı artmıştır.
Sivil idare ile ilgili önemli bir kurum olan senatonun üyeleri ise toplumun üst sınıfının arasındaydı. Sinklitos adıyla bilinen ve İmparator I. Konstantinos (306-337) zamanında kurulan Konstantinopolis senatosu (senatus), ilk bakışta genel hatlarıyla tarihin gidişatını değiştiren meşhur Roma senatosunun bir devamı niteliğinde gibi görülebilir. Ancak hiçbir zaman Roma senatosunun gücüne ulaşamadı ve sadece bir danışma kurulu niteliğinde kaldı. Topraklı aristokratlardan oluşan senatörlük, yalnızca bir simgeydi ve onursal bir aşamaya tekabül ediyordu; bir şeref payesiydi.
Üye sayısı IV. yüzyılın ortalarında yaklaşık 2000 kadar olan senato, en parlak günlerini ise VI ve VII. yüzyıllarda yaşadı. Görünen o ki başlangıçta büyük toprak sahiplerinden oluşan senato, zamanla yüksek devlet memurlarının çoğunluğu oluşturduğu bir konuma geldi.
Esas bakımdan senatörler, ister eski aristokrat ailelerinden, ister yeni memuriyet asillerinden olsun büyük arazi sahipleriydi. Bu en yüksek içtimai tabakanın asıl ağırlığı senatoya mensup olmalarında değil, zenginliklerinde ve imparatorluk hizmetindeki mevkilerinde idi. Senatodaki toprak sahipleri, imparatorluğun gücünü, doğal olarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışıyorlardı. Ama senato ne tek ne de birleşmiş bir sınıfı temsil ediyordu. İktidar ve nüfus için çetin bir mücadeleye girişmiş çeşitli gruplardan oluşuyordu. Bu gruplardan birinin yönetimini kabul eden, kaçınılmaz şekilde diğerleriyle mücadeleye sürükleniyordu. VII. yüzyıl sonrasında senato, bir tartışma ve karar alma mercii olarak işlevini yitirip senatörün, eşinin hatta dul eşinin ve çocuklarının dâhil olduğu bir toplumsal sınıf hâline gelmiştir. İmparatorların haleflerini belirlemelerinin bir gelenek hâline gelmesiyle Bizans senatosu, devlet hayatında işlevsiz bir hâle geldi. XIII. yüzyıla kadar varlığını sürdüren senatonun bu dönemde etkin bir rolü kalmamıştır.
Yargıçlar, özel sorumluluk mevkilerini işgal ediyorlardı. Mahkemelerde davalıların ve davacıların kaderini belirleyen yargıçlar, bir arkhon olmaya yakındı. Eğitim görmesi, büyük bir zekâya sahip olması ve zengin, fakir, soylu, köle herkese eşit davranması gerekiyordu. Suriyeli keşiş ve rahip Ioannes Damaskenos’un (Yuhanna ed-Dımeşkî) (d. 675/676-ö. 749) Sacra Parallela adlı yapıtına göre bir yargıç; görünüşe aldırış etmeyerek, yüreğin gizli köşelerini araştırmak, insafın prenslere yaraşan erdemini (philanthropia) sergilemek ve korkuyu hoşgörüsüyle hafifletmek zorundaydı.
Ruhban Sınıfı, Kilise ve Manastırlar
Roma İmparatorluğu’nun yıkılması sonrasında Roma İmparatorluk mirasını ve Batı birliğini soyut düzeyde de olsa Hristiyanlık üstlenmiştir. Hristiyanlık/Kilise örgütlenmesi, Orta Çağ’da Batı’nın dünya egemenliğini yitirdiği koşullarda Doğu’ya karşı Batı kimliğinin sınırlarını çizmiştir. Ancak Batı Roma ile Doğu Roma arasındaki ayrım, kilise örgütlenmesi içinde de sürmüştür. Roma ile Konstantinopolis kiliseleri birbirine karşıt olarak konumlanmışlardır.
Konstantinopolis toplumu içinde imparatordan sonra en yüksek konumda kilise patriği bulunuyordu. Patrik, Bizans devlet hiyerarşisinde imparatordan sonra gelen en nüfuzlu ve kiliseyi ilgilendiren konularda en yetkili kişi olmakla birlikte, imparatorun hizmetindeydi. Bizans zamanında Konstantinopolis patriği büyük bir debdebe içinde yaşıyordu. Ayasofya Kilisesi’nde ve ona bitişik yapılardaki pek çok dairesinin yanı sıra kendi sarayı da vardı. Ruhban sınıfının oluşturduğu meclisin yardımıyla kilise işlerini yönettiği bir büro ve konferans salonlarına sahipti. Patrik, devlet işleri ve siyasetle yakından ilişkiliydi. Ruhban sınıfının patriğin himayesinde ve kontrolünde bulunduğunu, kiliselerin de belirli kurallarla yönetildiğini bilmekteyiz. Dinî kurumlarda yani kiliselerde görevli olan papazlar, despotlar, piskoposlar da halk tarafından saygıyla benimsenip önemsenmiştir.
Yüksek ruhban sınıfı, imparatorluk memurları olarak hükûmet ya da imparatoru yabancı elçiliklerde temsil ederek çoğu zaman etkin bir rol oynadı. Orta dönemde ruhban sınıfının politik nüfuzunda önemli bir değişiklik oldu. Konstantinopolis’te IV. yüzyıldan beri dinî disiplin, dogma ve liturji (ayin düzeni) sorunlarıyla uğraşmak için toplanan, patriğin başkanlık ettiği Kutsal Sinod vardı. Bu birlik, anakent bölgesindeki ve uzak piskoposluklardan ziyarete gelen piskoposlardan oluşuyordu. Üyeliği IX. yüzyıldan itibaren kıdemli piskoposlar ve patrikhane memurlarıyla sınırlandı ve Konstantinopolis’in kilise politikalarında daha önemli bir rol oynamaya başladı. İdeal yaşam içerisinde, ruhbanın özellikle de piskoposların konumu hem onurlu hem de zahmetli bir konumdu. Bizans Devleti’nde piskoposlar, toplumsal ve kamusal işlevler görürler, imparatorluk yasalarını ilan ederler, hastaneler (nosokomeia), yetimhaneler (orfanotrofeia), yaşlı-evleri (gerontokomeia) ve hanlar (ptokhotrofeia) işletirlerdi. Vaftiz etmek, günah çıkarmak ve ayinleri icra etmek yalnızca rahibin yerine getirebileceği görevlerdi. Rahibin ödevi, insanları aydınlatmak ve yoksulları gözetmekti. Rahip tecrübeli, sabırlı, uyanık olmalı, lekesiz bir hayat sürmeliydi.
Manastırı monarşik bir sistemle yöneten, hegoumenos veya kathegoumenos olarak adlandırılan başrahipler, manastır topluluğunun üyeleri tarafından seçiliyordu. Başrahip, yönetimindeki rahibelerin maddi ve manevi mutluluğundan sorumluydu; yani bir iş adamı, bir psikolog ve bir ruhani önderin becerilerini kendinde toplamak zorundaydı. Başrahip ömür boyu görevde kalır, çok ciddi bir neden olmadıkça değiştirilmezdi. Manastırda başrahibe yardımcı olan çok sayıda görevli vardı. Bunlar içinde ilk sırada, bir çeşit kâhya niteliğindeki oikonomos geliyordu. Yapılan hizmetler için herhangi bir ücret talep edilmiyor ancak yapılan bağışlar da geri çevrilmiyordu. Manastırların mülkleri ve gelirleri ruhban sınıfının hayatını sürdürmesinin tek önemli kaynağıydı. Ortalama bir Bizans manastırı, tarımsal temele dayanan bir vakıf işletmesi gibidir.
Manastır merkezlerinin geliştiği en önemli yerlerden biri de kuşkusuz Konstantinopolis’tir. Başkentteki bu manastırlar yüzlerce keşiş ve rahibeyi barındırıyordu. VI. yüzyılda Konstantinopolis şehir surları içinde bu tür 76 manastır varken, II. Andronikos Palaiologos (1282-1328) döneminde bu sayı 39’a kadar gerilemiştir. 563 yılında, yalnızca tek bir kilisede, Konstantinopolis’teki Ayasofya’da, 60 rahip, 100 erkek ve 40 kadın diakon, 90 diakon yardımcısı, 40 vaiz ve 25 ilahici olmak üzere toplam 425 din adamı vardı. Bunlara 100 de kilise hademesini eklemek gerekir. Herakleios’un hükümdarlığı zamanında, 612 yılında Ayasofya’daki görevlilerin sayısı artmıştı. 80 rahip, 150 erkek ve 40 kadın diakon, 70 diakon yardımcısı, 160 vaiz, 25 ilahici. XIV. yüzyılda Konstantinopolis’te aristokrat bir kadın tarafından kurulmuş ve bu kadının kızı da dâhil, ailesinden birçok kişinin meskeni olan bir manastır hakkında detaylı bilgiler edinebiliyoruz. Buna göre manastırda 50 rahibe bulunuyordu ve bunların 30’u koroda görevliyken 20’si manastırın çekip çevrilmesinden sorumluydu. İster koroda ilahi söylemek, ister mutfakta çalışmak, yemekhaneyi denetlemek, revir ya da kapı nöbeti şeklinde olsun, bu manastırda her rahibenin görevi vardı. Rahibeler yün eğirme ve kumaş dokuma gibi el işleri yapar, bu arada yüksek sesle mezmurları okurlardı; okuryazar olanlar, kutsal metinleri ve azizlerin yaşam öykülerini incelemeye uzun saatlerini ayırırlardı. Rahibelere yılda bir kez yeni giysi verilir, aylık olarak da sabun ve kandil yağı dağıtılırdı. Hasta bir akrabayı ziyaret gibi özel durumlar dışında rahibeler dışarı çıkamazlardı. Dışarı çıkanlara da daima manastırdan iki yaşlı rahibe refakat ederdi.
Orta Sınıfı Temsil Eden Tüccarlar ve Zanaatkârlar ya da Lonca Üyeleri
Konstantinopolis, coğrafi konumu ve sahip olduğu limanlarıyla, ticaretin en yoğun yaşandığı, dönemin en önemli ticaret merkezlerinden biriydi. Bu genel konumu ve sosyoekonomik önemleri nedeniyle Doğu’dan gelen ve Batı’ya giden tüm ticaret malları (ipek, baharat, fildişi, halı vb.) buradan geçmek zorundaydı. Aksi yönden gelen ticaret emtiası da (demir, cam, seramik vb.) yine buradan Doğu’ya yollanırdı. Bizanslı ve Yahudi tüccarlar, dünya ticaretini Suriyelilerin ellerinden almışlardı. Konstantinopolis artık sadece bir devletin başkenti olmakla kalmamış, dünya pazarı hâline de gelmişti. VI ve VII. yüzyıldan itibaren yabancı tüccarlara Haliç kenarında bazı mahalleler tahsis edilmiştir. Hatta bu amaçla Türkistan ve İran’dan gelen tüccarlara da yer ayrılmıştır ve bunlar genellikle Mısırlı ve Yahudi tüccarlardır. Bu mahalleler Haliç’in güney sahillerinde peşi sıra yer almaktaydılar. Bizans döneminin genelinde Konstantinopolis’te kabul gören ve bu kentin kozmopolit toplum yapısının kalıcı bir parçası olan Yahudilerin en başta gelen uğraşıları arasında ticaret, bankerlik ve tefecilik gelirdi. Bunun yanı sıra aralarında ipek dokumacısı ve kumanya ikmalcisi olanlar da vardı. Tudelalı Benjamin’in 1160’larda Bizans’ı ziyaret ettiğinde yaklaşık 30 cemaat hakkındaki notlarını içeren Seyahatnâme’sinde, çeşitli işlerle meşgul olan 9000 Yahudi olduğunu öğreniyoruz. Bunların bir kısmı ise Konstantinopolis’te, özellikle Haliç kıyısında ve Pera olarak da bilinen Galata’da yaşıyorlardı. Notlarında, Konstantinopolis’e dünyanın her tarafından gelen tacirlerin yarattığı telaş ve gürültüye hayret ettiğini ve kente gelen tacirler arasında Mezopotamyalı, Babilli, İranlı, Mısırlı ve Filistinlilerin varlığından bahseden yazar, Konstantinopolis gibi bir kenti hiçbir yerde görmediğini de özellikle vurgulamaktadır.
XI. yüzyıldan sonra Bizans’ın ticari çevrede egemenlik gücü yavaş yavaş gerilemeye başlamış ve dünya ticaretini Konstantinopolis’ten yönlendirme olanağı ortadan kalkmıştı. Bu tarihlerden itibaren de Amalfililer, 1082’de Venedikliler, 1111’de Pisalılar, 1152’de de Cenevizlilere sahilde birer mahalle ayrıldı. Söz konusu mahalle ve pazarlar, XIII. yüzyıla kadar önemlerini korudu. Daha sonra bu yabancı tüccarlar kendi egemen alanları ile kolonilerini kurmaya ve büyümeye devam ettiler; yerleşim yeri olarak ise Galata’ya yöneldiler. Latinler, İstanbul yönüne “Porta Peramatis” denilen Balıkpazarı’nın kapısından Sirkeci’ye kadar olan mahalde, yani kentin ticarete en açık olan kısmında bulunuyorlardı. Bu mahalle veya bölgelerin her birinde ilgili topluluğa ait emboryon veya embolon denilen üstü kapalı çarşılar, hanlar, mağazalar vardır. Her birinin de sahilinde iskeleleri olup Akdeniz ve Karadeniz’de tüm ticaret iskelelerine uğrayan gemiler bu iskelelere yanaşırlardı. Yerli halk ticaretten çok politika ve yönetim işlerine eğilimli olduklarından, özellikle deniz ticaretinin önemli bir kısmı bu yabancı tacirlerin elindeydi. Pisalılar bir konsül, Cenevizliler bir podesta, Venedikliler ise bir balyos tarafından yönetilirlerdi. Bu yöneticiler, taşıdıkları unvanlarından dolayı daimî elçi konumundaydılar ve Bizans İmparatorluğu’nun saray törenlerine katılırlardı.
Ticaret sayesinde büyük bir para akışının olduğu Konstantinopolis, mali açıdan devletin gözbebeğiydi. Hemen her dönemde olduğu gibi siyaseti, ticaret ve sanayinin etkilediği bir durumda bu güçleri elde tutmak ve desteklemek de devletin esenliği ve devamlılığı için oldukça önemliydi. II. Andronikos Palaiologos (1282-1328) döneminde yaşamış düşün adamı ve yazar Thomas Magister, bir söylevinde; sanat ve zanaatların, yalnızca geçim sağlamanın yüce ve hayranlık uyandırıcı bir yolu değil, aynı zamanda iyi bir siyasal düzenin sağlam temeli ve kurucu öğeleri de olduğunu savunmaktadır. Buradan hareketle de her yurttaşın ve yığınların üstünde olan bütün kişilerin bir uğraşları bulunması ve kütükte (mesleki sicil kaydı) kayıtlı olması gerektiğini, aksi takdirde ise büyük bir işsizlik olacağını, suçların düzeni tehdit edeceğini ve devletin ayaklanma tehdidiyle karşı karşıya kalacağı fikrini savunmuştur. Bizans da, yönetim anlayışı olarak iç ve dış ticaret ile sanayinin kontrolünü eparkhos adlı yöneticiler aracılığıyla elinde tutmaya çalışıyordu.
Konstantinopolis’in ve hatta diğer şehirlerin, en azından IX. yüzyıla kadar ticareti ve sanayisi, Romalıların collegiasından uyarlanan; tacirler, esnaf, zanaatkârlar ve bunların faaliyetlerini kontrol altında tutan bir nevi mesleki örgütler niteliğindeki loncalar aracılığıyla düzenlenmişti. Somateia olarak da adlandırılan bu dönemin Konstantinopolis loncalarının kayıtları eparkhosun denetimindeki kütüklerde kayda alınıyordu, ancak bu listelerin çoğu günümüze ulaşmamıştır. Konu hakkındaki en önemli Bizans dönemi kaynağı yaklaşık X. yüzyıla tarihlenen Eparkhikon Biblion (Eparkhos’un Kitabı) adındaki çalışma olup eser sadece Konstantinopolis’teki loncalara ilişkin çok kıymetli bilgiler sunmaktadır. Eser, ana mesleklerin kural ve düzenlemelerini, özel olarak belirlenmiş loncalar ile devlet ile tüketici halk arasındaki ilişkileri, bunun kurallarını ve sınırlarını ayrıntılı bir şekilde belirleyen bir çalışma niteliğindedir. Eparkhikon Biblion’a göre, Konstantinopolis’te kamu loncaları ve imparatorluk loncaları olarak ikiye ayrılan bu loncalar şu meslek gruplarından oluşuyordu:
Noterler (tabularioi), kuyumcular (argiropratoi), tefeciler/bankerler (trapezitai), ipek elbise tacirleri (vestiopratoi), Suriye ipeği tacirleri (prandiopratai), ham ipek tacirleri (metaksopratai), ipek işleyicileri (katartarioi), ipek dokuyucuları (serikarioi), keten tacirleri (othoniopratai), parfüm tacirleri (mirepsoi), mum imalatçıları (kerularioi), sabun imalatçıları (saponapratai), bakkallar (saldamarioi), deri kesicileri (lorotomoi), kasaplar (makellarioi), domuz eti tacirleri (khoiremporoi), balık satıcıları (ikhthyopratai), fırıncılar (artopoioi) ve hancılar-meyhaneciler (kapeloi) bulunmaktaydı. Bunlarla beraber marangozlar, doğramacılar, sıvacılar, taşçılar, çilingirler, boyacılar ise üstleniciler/müteahhitler (ergolaboi) grubuna dâhil edilmişti. Diğer Bizans kaynaklarından elde edilen bilgilere göre; mimarlar, doktorlar, veterinerler, heykeltıraşlar, duvarcılar, doğramacılar, çömlekçiler, cam işçileri, gümüş ve bakır ustaları, oduncular, ip imalatçıları, demirciler, ayakkabı tamircileri ve balmumu tacirlerine ait loncalar da Konstantinopolis’in günlük hayatında yerini almışlardı.
Devlet, loncaların çoğuna başkentte belirli bölgeler tahsis etmişti. Aynı ticaret kolunun başkentteki bütün üyeleri kendilerine ait faaliyet bölgelerinde bulunurdu. Notitia ve Eparkhikon Biblion’da yeri en kesin olarak verilen işler, kentin üç ana meydanında yer alan canlı hayvan pazarlarıdır. Koyun ve domuzlar Strategion’da, domuzlar ve paskalya kuzuları Tauros’ta (Theodosios Forumu), at ve eşekler ise Amastrianon’da satılırdı.
Konstantinopolis’te, özellikle sarayın çevresinde kurulan kumaş ve maden atölyelerinde kadınların da çalıştıklarını biliyoruz. Elbiseciler/terziler ve erguvan rengi boyacıları, Geç Roma döneminin üç devlet loncasının devamı niteliğindeydi. Erguvan rengi boyacılar loncası, imparatorluk loncalarının en eskisi olup yalnızca hükümdar ve ailesinin kullandığı malları üretmek üzere hizmet verirdi. Bu lonca Hipodrom yakınlarındaki Zeuksippos hamamlarında atölyeler verilerek, Herakleios zamanında (610-641) kurulmuştu. İmparatorluk ve kamu loncaları dışında, ipek ticareti ve üretimi ile uğraşan ve loncalara üye olmayan yetki verilmiş kişiler (arkhontikoi) de vardı.
Konstantinopolis’te önemli bir sınıfı oluşturan öğretmenler, topluma örnek olması gereken bir grup olarak önemseniyordu. Grammatistes ya da daskalos olarak bilinen, toplumsal ve ekonomik statüsü düşük Bizanslı ilkokul öğretmeni, bir zanaatkârdan biraz üstün bir konumdaydı ve öğrencilerinden gelip gelmeyeceği belli olmayan parayla yaşamaya çalışırdı. Kamusal eğitim, hocanın şiddeti ve sonu gelmez ezber dersleriyle belirli bir düzeyden ileri gidemiyordu. Bir ortaokul-lise öğretmeni ilkokuldakine nazaran daha yüksek maaş alıyordu. Sabit bir ücret almadığı gibi bir yandan rakip kurumlardakilerle rekabet etmeye çalışıyordu. Yükseköğretim rhetor ya da sofist tarafından veriliyordu ve yalnızca Konstantinopolis gibi büyük kentlerde mevcuttu. Kurumsallaşmış bir konumu varsa, rhetor/sofist, yerel konsey tarafından atanıyor ve bir ücret almanın yanı sıra, belirli muafiyetlerden de yararlanıyordu. Uygulamada bu hoca, öğrencilerinden bahşiş ya da hediye kabul ediyordu. Öte yandan serbest çalışan biriyse tümüyle öğrencilerin ödediği ücrete bağlıydı. Üniversite diyebileceğimiz yüksekokullar tek ve umumi bir bina şeklinde olmayabiliyor, hocalar ayrı ayrı binalarda hatta hususi adreslerinde de ders verebiliyordu. Bizans, inceleyici ve bilginlere yalnızca Konstantinopolis merkezinin olanaklarını bırakmıştır, ama Konstantinopolis’te bile sürekli bir düzgün üniversite sistemi yoktu. XV. yüzyıla kadar imparatorlar ve patrikler Konstantinopolis’te yükseköğretimi desteklemeyi sürdürmüşlerdir. Anlaşılan odur ki yükseköğrenim, üst sınıf ve varlıklı aristokrat aileler için geçerli olan bir kurumdu.
Alt Tabakayı Oluşturan Yoksullar ve Köleler
Eski Yunancadaki yoksulluğu tanımlayan iki kelimeye baktığımızda var olan durumun nasıl değerlendirilmiş olduğunu görebiliriz: penes; ptokhos.
Penes, belirli bir işi olan ancak emekleri karşılığında tatmin edici ve güvenli bir yaşam elde edemeyen kişilerden oluşan gruba denilmektedir. Ptokhos denilen grup ise hiçbir işi olmayan, sefalet içinde yaşayan ve bütün ihtiyaçları için başkalarının eline bakan kimselerdi. Yoksullukla ilintili bir başka sözcük de deomenos olup “muhtaçlar”ı nitelendirmektedir. Yoksulluk, bir çeşit eksikliğe, bir çeşit kusura işaret eden durum olarak kullanılır ve bu durum o kadar belirleyici olmuştur ki III. yüzyılda özgür nüfus arasında yasal ayrıma gidilmesine bile yol açmıştır. Yani yoksullar (Latince pauper), kanun karşısında ifade veremezlerdi. 533 yılında yürürlüğe giren İmparator Iustinianos’un 50 ciltlik kanun derlemesi Digesta’da yer alan bir maddeye göre, en az 50 altın sikkesi olmayan bir kişi yoksul sınıfına giriyordu. Yani Eski Çağ zihniyetinde zenginliğin mal varlığıyla tanımladığını görüyoruz. Sonuç olarak; yoksullar kesinlikle yaşaması için gerekli olandan daha azına, zenginler ise daha fazlasına sahip olanlardır.
Roma İmparatorluğu’nun I. yüzyılı ile IV. yüzyılı arasındaki fark, zengin ve fakir insanlar arasındaki uçurum kadar fazlaydı. Nitekim I. yüzyıldaki bir zengin, IV. yüzyıldaki bir zengine göre beş kat daha fazla zengindi. Buna paralel olarak I. yüzyıldaki bir fakire göre, IV. yüzyıldaki bir fakir beş kat daha fakir durumdaydı. Bu da demek oluyor ki devlet ileri gelenleri zenginleşiyor ama toplumun büyük bir kısmını oluşturan fakirler daha da batağa saplanıyordu. Roma toplumunda gittikçe artan bu gelir uçurumunun en önemli sebebi vergilerdi. Halk bu vergiler altında kendisini köle durumuna düşürmekten bile çekinmiyordu. Bu ve benzeri etmenler, zamanla V. yüzyıl Avrupa’sında serflik sistemini doğurmaya başlamış, tam köle statüsündeki insanların sayısında bir azalma olsa da, yarı bağımsız köle konumundaki serflerin sayısında büyük bir artış sağlamıştır.
Roma dönemi Byzantion’unun ardından Bizans’ın başkenti olarak Hristiyan olmuş Konstantinopolis’e baktığımızda ise, kentte zengin insanların kısmi yardımlarıyla yaşayan; garibanlardan, sokağa bırakılmış bebeklerden, hasta ve sakatlardan, çalışmak ve diğer nedenlerden ötürü başkente gitmeye zorlanan açlıkla karşı karşıya bırakılmış köylülerden, iş peşindeki ameleler ile dilencilerden oluşan bir yoksul sınıfın varlığına tanık oluruz.
Yoksulluk Antik Dönem’den bu yana varlığından hoşnut olunmayan, üzüntü duyulan, ahlaksal anlamda üzerine düşünülen ve hatta vaazlar verilen bir yara olmuştur. Düşün adamı Aristoteles, yoksulluk konusunu Nikomakhos’a Ahlak’ında dile getirmiş, zenginlerin elindeki fazlalığın alicenaplık ya da hayırseverlik aracılığıyla kentin yararına dönüştürülmesinin gerekliliğinin altını çizmiştir. Zengin insanların yardımlarının yanı sıra, Kilise kendi öğretisi doğrultusunda yoksullara yardım etme misyonunu zaten üstlenmişti. Örneğin, diakoniai adındaki kiliselere bağlı dinî kardeşlik örgütlerinin haftada bir defa hamamlarda yıkamak üzere yoksulları topladığını biliyoruz. Ancak bu iyi niyetli yardımlar yoksulluğa temel sebep olan koşulları ortadan kaldırmaktan ziyade, yoksulluğun varlığını devam ettirerek sadece durumlarını geçici olarak iyileştirmiştir.
Yoksulların Konstantinopolis ve diğer kentlerde, bu eşit olmayan gelir ve toprak dağılımına karşın dönem dönem örgütlenmeleri ve ayaklanmaları olmuştur. Bizans tarihçisi Ernest Barker’e göre varlıklılar ve yoksullar arasındaki uzlaşmazlık toplumsaldı ve sınıf savaşımı niteliğini taşıyordu. Kent ahalisi, iktidarın temsilcilerine karşı, Hipodrom’daki etnik gruplar ve mezhepler de birbirlerine karşı, sonu ölümlere varabilen suçlar işliyorlardı. 539’da Konstantinopolis’te yaşayan ve suç dünyası içine yuvarlanma olasılıkları yüksek olan çok sayıda işsiz ve sağlıklı insanı buradan uzaklaştırmak için özel bir idari birim oluşturulmuştur. Bu ve benzeri kanuni ve toplumsal düzenlemelere Bizans dönemi boyunca sıkça başvurulmuştur.
Kölelik, Sümerlerden Mısırlılara, oradan Fenikelere; Fenikelilerden de Anadolu, Ege-Yunan ve Roma uygarlıklarına geçtikten sonra Orta Çağ toplumları içerisinde de kendisine yer bulan insan kaynaklı ve her zaman için alt tabakaya mensup bir müessese olmuştur. IV. yüzyıl itibariyle son dönemlerini yaşayan Batı Roma İmparatorluğu’nda kölelerin sosyal hayatına bakarsak, büyük zorluklar altında olduğunu görürüz. Roma’nın son dönemlerinde fakirler daha fakirleşirken kölelerin durumunda aslında pek de bir değişiklik olmuyordu. Karın tokluğuna çalışan köleler, efendilerinin hizmetinden bir an olsun ayrılmıyordu; çünkü aç kalırlarsa öleceklerini biliyorlardı. Roma İmparatorluğu’nun bu son dönemlerinde dahi zengin bir Romalı, çalışma işleri için genelde eğitimli Yunanlı bir köleyi yanında barındırmak isterdi. Buradan da anlaşılacağı üzere, sosyal tabakanın en alt kısmında yer alan bir köle, eğitimli biri olabiliyordu. Fakat ev içerisinde ya da dışarıda sosyal statü gereğince Romalı köleler daha çok kısa etek biçiminde olan tunikler giyerler, efendileri ise bunun aksine daha uzun olan tunikler giyerlerdi. Bu da sosyal tabakalaşma içerisinde efendi ile köle arasındaki farkı belli ediyordu.
Orta Çağ’ın başladığı IV-V. yüzyıllardan itibaren kölelik sisteminin temelinde değişen hiçbir şey yoktu. Sadece yönetenler ve efendiler değişmiş, hukuksal alanda bazı yeniliklere gidilmiş, ekonomik alanda daha sınırlayıcı kanunlar getirilmiş ama özde kölenin statüsü Eski Çağ’da ne ise Orta Çağ’da da aynı şekilde bırakılmıştı. Kölelik sistemine dayanan bir ekonomiye ve toplumsal yapıya sahip Roma İmparatorluğu’nun devamı olan Bizans İmparatorluğu, Roma’dan devraldığı kölelik sistemini Orta Çağ boyunca devam ettirmiştir.
Bizans İmparatorluğu için en önemli ekonomik kaynak köleler olmuştu. Bizans sosyal hayatında saray hizmetlerinden eğlence gösterilerine kadar, her alanda köleleri görmek mümkündü. Bizans’ta köle iş gücü o kadar kullanılıyordu ki bu iş gücü lüks madde üretiminin çıktısını artırmak ve temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarını düşük tutmak için önemli bir öğe durumuna gelmişti. İmparatorluk atölyelerinin işçileri büyük oranda köleydi. Tek eğitim öğretim yeri Konstantinopolis’ti ve bu haktan köleler asla faydalanamazdı. Şehirlerde en hakir görülen köylüler ve köleler, yolların, kalelerin, suyollarının yapımında kullanılıyor, ülke için gerekli olan tarım ürünlerinin sağlanması için tarlalarda çalıştırılıyorlardı. Buna karşın, yaşamış oldukları toplum içerisinde bu kadar çok hizmette bulunan köylüler ve köleler, imparatorluğa karşı en çok korku yaşayan toplumsal tabaka durumundaydılar.
Kölelerin sosyal hayat içerisinde kullanıldığı bir başka hizmet alanı ise cinsel ihtiyaçların karşılanmasıydı. Erken Orta Çağ döneminde cinsel arzuları ve cinsel birleşmeleri doğal gören ve cinselliği cennetten gelen bir özellik sayan Bizans Kilisesi, bu konuda aşırılığa kaçmanın günah olduğunu ve isteklerin kontrol altına alınması gerektiğini vurguluyordu. Her ne kadar kiliselerin tamamı kölelerin cinsel istismarlara uğramasına karşı sözde önlemler almaya çalıştıysa da bunda başarılı olamamışlardı. Kölelerle, genç köle kızlar hatta erkeklerle yatmak Bizans toplumunda olağan bir durumdu. Çünkü bir köle tamamen sahibine aitti ve kendisini savunmaya hiçbir hakkı yoktu.
Köleler, sadece saray hizmetlerinde, sınai faaliyetlerde ve tarımda kullanılmamış, orduda ve dinî kurumlarda da istihdam edilmişlerdi. Bizans İmparatorluğu’nda bir kişinin sosyal statüsü ne olursa olsun her zaman daha yüksek bir mertebeye çıkma şansı vardı. Ancak toplumun en alt kısmında olan köleler, bazı istisnalar dışında bu şansa pek sahip olamıyorlardı. Buna rağmen bir kölenin saray içerisinde hadımbaşılık yaptığı veya bir hadım köle olan Narses gibi ordu komutanlığına yükseldiği istisnai durumları da görüyoruz. Konstantinopolis’te var olan Yeşiller örgütlenmesinin örneğinden anlaşılacağı üzere, köleler ve azatlıklar her ne kadar toplumun en alt kısmından sayılsalar da, işlevsellik bakımından yeri geldi mi, birer siyasi güç olarak da kullanılabiliyorlardı.
Öte yandan, yüksek yöneticilerin korunması ve hizmeti için hadımların kullanılması Eski Mısır ve Çin’e kadar geriye gitmektedir. Buluğ çağına erişmeden hadım edilenlere “sakalsız adamlar” deniliyordu. Yetişkin yaşta hadım edilenler kuşkusuz erkekliğin fiziki görünümünü taşıyorlardı. Bizanslı hadımlar çoğu kez hatırı sayılır varlıklar ediniyorlar; orduları komuta etmek üzere atanıyorlardı. Bunlardan bazıları Bizans’ın hizmetine girmeden önce hadım edilmiş kölelerdi. Örneğin, efendisinin soyadını alan ve Ruslara karşı savaşlarda yararlık gösteren Petros Fokas böyle biridir. Ayrıca hadımlar, Konstantinopolis patriği ve aziz de olmuşlardır. IX. yüzyılın sonunda Filothes tarafından düzenlenen ve resmî yemeklerin oturma düzenini gösteren treatisede (risale), hadımlara ayrılmış sekiz yer, yasa ile tayin edilmiştir. Ayrıca dokuz yer de imparator tarafından sözlü olarak belirlenmiştir. Her yerin, makamın özelliğini yansıtan kendine özgü kostümü ve uygun ayakkabıları vardır. Birinci grup, imparatorun teşrifatçısı ve sözcüsü vekilharç sıfatıyla saray merasimlerini düzenleyen klarissimosların en parlağının başı çektiği praiposios payesini içermekteydi. İkinci grup, imparatorun yatak odasının karşısında uyuyan parakoimomenosun gardırobuna nezaret eden protobestiariosun ve imparator ile imparatoriçenin yemek salonlarına ve şarap mahzenlerine nezaret edenlerin başı çektiği gruptur. İmparatora bakan doktorlar gibi başhadımların, imparatorun özel dairesine sorgusuz sualsiz girip çıkma yetkileri vardır.
İğdiş edilme her zaman, özgür Romalı vatandaşlara tiksindirici gelen aşağılayıcı bir süreç olarak görülmüş olmasından dolayı hadımlar, Romalı olmayanlardan, genellikle de savaşta yakalanan ve tutsak edilenlerden yapılıyordu. VI. yüzyılda Iustinianos Kanunları iğdiş etme ameliyesini imparatorluk sınırları içinde yasaklayınca bu durum pekişmiş oldu. Yabancı tutsaklar çoğu kez sınırlarda iğdiş ediliyorlar ve daha sonra “güvenli” hizmetçi talebini karşılamak üzere Bizans’a sokuluyorlardı. Büyük konakların pek çoğunda hadım hizmetçiler bulunuyor ve bunlar, evin hanımefendisine hizmet ediyor, ayrıca çocukların eğitimine yardımcı oluyorlardı.
Konstantinopolis’te İki Siyasi Grup: Maviler ve Yeşiller
Kimi zaman siyasi aktivitelerde bulunmuş, kimi zaman haydutluk yapmış, kimi zaman yurdunu savunmuş, kimi zaman da ihtilallere kalkışmış, isyanlar çıkarmış Maviler ve Yeşiller, Bizans tarihine adlarını silinmez bir şekilde kazımışlardır. İmparatorlar ve soylular, onların bu halk gücünü kendi çıkarlarına kullanmak için bu takımlarla iyi ilişkiler geliştirmişlerdir. Gittikçe daha fazla güç kazanan bu iki grup, IV. Haçlı Seferi’ne kadar varlığını sürdürmüş, sonrasında ise tamamen unutulmuştur.
Maviler (Venetoi), 451 yılı Khalkedon (Kadıköy) Ekümenik Konsili kararları ile devletin resmî dinî mezhebi Diofizit Ortodoks inanca sahip üst, sağcı muhafazakâr elit sınıfını temsil eden büyük toprak sahipleriydi. Roma kökenli senato üyeleri ile aristokratlardan destek gören Maviler, siyasal anlamda saray eşrafına daha yakındılar. Kendileri de zaten bu tabakada bulunan insanların oluşturduğu gruba mensup sayılıyordu. Yeşiller (Prasinoi) ise, resmî teolojiye ters düşen ve sapkın görülen Monofizit Ortodoks mezhebine bağlı, daha çok imparatorluğun doğu bölgelerinden gelen alt ve görece solcu fakir sınıfları temsil eden ve loncaların, tacirlerin, kent esnafının, sanatkârların, normal köylülerin ve kölelerin büyük bir kısmının desteklediği grubu kapsamaktaydı.
Hayat görüşleri, ekonomik durumları ve dinî inançları birbirinden farklı ve birbirleriyle amansız bir rekabet hâlinde olan bu iki grup arasında sürtüşme ve kavgalar kaçınılmazdı. Yeşiller Khalkedon’u (Kadıköy), Maviler ise Blakhernai (Ayvansaray) bölgesini kendi evleri olarak görüyordu. Saraya yakın tutumu ve resmî ideolojiyi sahiplenmeleri, onları imparatorluk yönetimine yakın tutmuş olduğundan, Roma imparatorları Claudius, Marcus Aurelius ve Caracalla Mavileri desteklediğini açıkça ifade etmişse de onların aksine Nero, Yeşillere sempatisinden bahsetmiştir.
Konstantinopolis’te Aile: Kadınlar ve Çocuklar
Ataerkil bir yapıya sahip Bizans toplumunda kadınların ve erkeklerin rolleri birbirlerinden keskin çizgilerle ayrılmıştı. Genel olarak bilinen şudur ki kadınlar, halk hayatında ve toplumsal hiyerarşide erkekten sonra geliyordu ve devletin, kilisenin ve ordunun yönetici kademelerinde yer alamıyordu; hatta Bizans toplumunda neredeyse kadın düşmanlığından bile bahsetmek söz konusudur. Bizans dönemi yazarlarından Antiokhos Monakhos, Panektes adlı eserinde bir kadının görünüşünün zehirli bir oka benzediğini ve zehir ruhta ne kadar uzun süre kalırsa yarattığı yıkımın da o kadar ağır olacağını söyler. IV. yüzyıl Konstantinopolis Başpiskoposlarından Ioannes Hrisostomos’a göre kadınlar, genel olarak sürüngen bir solucan, yalancılığın kızı, huzurun düşmanıydı. Üstüne başına mücevherler takar, yüzünü pudralar, yanaklarını allıkla kırmızılaştırır, giysilerine koku sıkar ve böylelikle genç adamları duyuları aracılığıyla baştan çıkarmak için ölümcül bir tuzak kurardı. Cinsel arzu olmasaydı aklı başında hiçbir erkek evini bir kadınla paylaşmak ve kadının ev hizmetlerini yerine getirmesine karşın, bundan kaynaklanan zararlara katlanmayı istemezdi. Zaten Tanrı da, onun aşağılık yaradılışını bildiği içindir ki daha en baştan ona cinsellik silahını vermişti. Elbette erdemli bir kadın düşüncesi de vardı. Örneğin, Bizans keşişlerinden Ioannes Moskhos erdemli bir kadını, bir yabancıya asla yüzünü göstermeyen kadın olarak dile getirir. Ancak şunu da hemen belirtmemiz gerekir ki hemen her toplumda olabileceği gibi, saraylı ve soylu-zengin ailelerden gelen kadınlar ile orta-alt sınıf kademedeki kadınların hayatlarını da bir dereceye kadar birbirinden ayırmak gereklidir.
Günlük yaşamlarında Bizanslı kadınların büyük bir kısmı, vakitlerinin çoğunu evlerinde ev işleri yapmakla geçiriyorlar ya da çocuklarıyla ilgileniyorlardı; evlerinden pek dışarı çıkmıyorlardı. Dolayısıyla, olağan hâller dışında günlük hayatın rutininde sokaklarda dolaşan çok fazla kadın görmek alışıldık bir durum değildi. Roma kültürünün büyük bir ölçüde yansıyan güçlü etkisiyle Erken Bizans’ta tüm yasal, ideolojik ve sosyal kısıtlamalara rağmen kadınlar, sonraki yüzyıllara kıyasla görece daha özgür hareket edebilmişlerdir. Tiyatro gösterilerini ve Hipodrom’daki araba yarışlarını seyrediyor, sosyalleşmek ve temizlik için hamamlara gidiyor, imparatorluk kutlamalarına katılabiliyorlardı. Devam eden süreçte, sportif etkinliklerden men edilen ve sosyal faaliyetlerden uzak tutulan kadınlar ayinlere katılmak için kiliseye gittiklerinde ise kendileri için ayrılmış, erkeklerden ayrı bir bölümde oturuyorlardı. Kanunlarla veya örf-âdetlerle belirlenen kısıtlayıcı giyim kurallarına tâbi tutulmuyorlardı. Kendi evlerinde her türlü serbestliğe sahiptiler. Ancak eve yabancı misafir bir erkek girdiğinde durum değişiyor, erkekle kadının karşılaşmasına, bundan doğabilecek durumlara ilişkin hassasiyet oluşabiliyordu. Ev halkı ve köleleri dışında hiçbir erkek, kadınların odalarına giremezdi. Bu dönem kadınının en önemli ve en dikkate değer özelliklerinden biri ise dışarı çıktıklarında ve evlerinde erkek misafir bulunduğunda yüzlerini peçeyle örtmeleriydi.
XI. yüzyıl ortalarından imparatorluğun bitimine kadar Bizans’taki egemen ideolojinin kadınlara açıkça bahşettiği tek alan annelikti. Bütün öteki roller ya kaynakların denetimi ya da ahlaksal/manevi kudretin olası simgesel iktidarı aracılığıyla güç kullanılmasını gerektiriyordu; ama burada kadınların rol oynadığı gerçeği yadsınıyordu. Bir ailede çocuk yapılması, annenin en önemli ve en erdemli göreviydi. Bununla birlikte ailenin iyi ve sağduyulu bir biçimde yönetilmesi de gene annenin sorumluluğundaydı. Çocukların dünyayla yüzleşmeye hazırlanması için zihinlerinin gelişmesi gerekiyordu; bunun için uygun öğretmenler tutmak ve çocukları ölçülü, ılımlı olmaya alıştırmak yine annenin göreviydi. Öğretmen tutmak, doğal olarak annenin bu göreve uygun kişilerle, yani imparatorluğun aydın sınıfıyla ilgili bilgi sahibi olmasını, onlarla bir dereceye kadar temas kurabilmesini de gerektiriyordu. Bizans’ta olması beklendiği üzere iyi bir anne, yaşamını Tanrı’ya yöneltmeliydi, bu da zamanının çoğunu çocukları için dua etmeye ayırmak demekti.
Her ne kadar toplumsal şartlar kadını, ev işleriyle uğraşan ve çocuğunu büyütmeye çalışan bir varlık olarak belirlese de, belli bir güce sahip kadınların sosyal ve ekonomik faaliyetlerde bulunduğunu ve meslek sahibi olabildiklerini de görüyoruz. Erken Bizans döneminde kadınlar, imparatorluğun ipek dokuma atölyelerinde çalışmışlar, daha geç dönemlerde ise profesyonel olarak geniş çapta kumaş üretmişler ve hatta Konstantinopolis’te bu meslekle bağlantılı, yukarıdaki bölümlerde de bahsettiğimiz loncalara üye olmuşlardır. Elimizdeki belgelerden, soylu kadınların; perakende ticaret, maden işletmeciliği, gıda üretimi ve satışı ve uzun yol ticaretine yatırım alanlarında etkinliklerine tanık olmaktayız. Soylu sınıftan dul bir kadın ise, ailenin servetini yönetebiliyordu. Bu durum egemen düşüncenin aksine soylu kadının, halk hayatındaki kadından daha güçlü olduğunu ve doğrudan erkeklerle temas kurmayı gerektirecek işler yapabildiğini gösterir.
Bizans dönemi kadınının sosyal hayatta ikinci planda kalmasının yanında hukukun kadını; evlilikte, boşanmada, mal paylaşımında ve buna benzer durumlarda bir dereceye kadar koruduğu ve kadın lehinde kanunlar çıkardığı da ortadadır. Kutsal görmesinden dolayı evliliğin bozulamayacağında ısrar eden ve evlenirken de eş seçim yapılmasını destekleyen kiliseye rağmen VI. yüzyıla kadar rızalı boşanmaya, hatta daha sonrasında ise zina, iktidarsızlık, delilik ve ihanet gibi durumlarda kadının boşanmasına izin verilebiliyordu. Erkeğin zina yapmış sayılması, evli olmasından ziyade, evli bir kadınla ilişki yaşamasıyla bağlantılıydı. Bir kadının boşanabilmesi kadına hukuki olarak tanınan bir hak olsa da, onun bunu yapabilmesi için yasal özgürlüğe ve aile desteğine ihtiyacı vardı. Bazen bu durumlarda bile boşanma kararı verilmediği oluyordu. I. Konstantinos döneminde çıkarılan bir yasaya göre, bir kadın sırf kocası içki içiyor, kumar oynuyor ve onu aldatıyor diye boşanamazdı; ancak kocasının bir katil, büyücü veya yağmacı olduğunu ispatlaması hâlinde boşanabilir ve drakhomasını yani evlenirken alıp getirdiği malları geri alma hakkına sahip olurdu. Pek fazla görülmeyen bir durum olsa da eğer bir kadın, düzenli olarak çok uzun bir süre ev dışında vakit geçirerek kocasıyla yeteri kadar ilgilenmez, onu mutsuz eder, yuvasının huzurunu bozarsa, bu da kanun karşısında erkeğin boşama nedenlerinden biri olabilmekteydi. Erkeğin aksine bir kadının başka bir erkekle ilişkisi, erkeğin medeni durumuna bakılmaksızın doğrudan zina olarak görülürdü.
Kadını kanun karşısında koruyan bir başka durum da drakhoması üstündeki haklarıydı. Roma dünyasında geçerli bir evlilik için drakhoma anlaşması şarttı ve kızlar evlenirken ailelerinden drakhoma alır, bu da onlara bir çeşit ekonomik ve sosyal güvenceyle hareket alanı sağlardı. Kadın, kocası yönetebilse de, evlilik süresince hem drakhomanın hem de kocasının evlenirken hediye ettiği düğün armağanlarının sahibiydi. Koca, boşanma durumunda kadına bunların bir kısmını, hatta hepsini geri vermekle yükümlüydü. Kocanın ölümünde, kadın bunların doğal sahibi oluyor, kadının ölümünde ise koca değil, çocuklar bu mallara sahip oluyordu. Bu da aile içindeki evlilikten doğan çocukları koruyan bir kanundu.
Bizans döneminde yeni doğan bir bebek, ebe tarafından yıkanır ve yün bandajlara sarılırdı. Zengin aileler bebeklerini büyütmesi için sütanne tutarlardı. Sütten kestikten sonra bebeklere verilen yiyeceklere ilişkin çok az şey bilinmektedir. X. yüzyılda yaşayan, eşini kaybetmiş bir baba bebeğini arpa çorbası, bal ve suyla büyütmüştür. Tahıllar, az miktarda beyaz şarap ve sebzeler emekleyenler için uygun bulunurken, bir çocuğa buluğ çağına gelene kadar et verilmezdi. Hristiyanlık açısından bakıldığında, ebeveynlerin daha en baştan itibaren kendini beğenmişlik günahından arındırılması gereken çocuklara karşı duygusallık gösterilerinde asla aşırıya kaçmamaları öğütlenirdi. Kız çocukların mücevher takması hoş karşılanmaz, erkek çocukların saçlarının uzun olması ve takı takması tiksindirici bulunurdu. İdeal bir erkek çocuk, günün birinde bir aziz olabilecek gibi yetişmeli, yaşlı bir adama ait olgunluğa sahip olmalıydı. Babanın evdeki otoritesi çok büyüktü ancak bu otoriteyi çocuklarını döverek değil, sert sözlerle kabul ettirmesi salık verilirdi. Kişinin babasına itaati reddetmesinin tek geçerli nedeni, daha yüce, yani dinî bir çağrıya uyma konusundaki tutumu olabilirdi.
Çocuklar, ilk eğitimlerini evlerinde, annelerinden okumayı öğrenerek alırlardı. Genel olarak ilkokul, ortaokul ve yüksekokul olmak üzere üç aşamalı bir eğitim sistemi uygulanmaktaydı. Erkek çocukları çoğunlukta olmak üzere tüm öğrenciler yaklaşık beş-yedi yaşlarında okula başlardı. Burada onlara alfabe, okuma yazma ve sayma öğretilirdi. Bir sonraki orta aşama, başka bir öğretmen tarafından veriliyordu. Çoğunluğu erkek öğrencilerin oluşturduğu sınıflarda az sayıda kız öğrenci yalnızca dinsel metinlerle ilgili derslere tâbi tutuluyordu. Bunlar da seçkin ailelerin kızlarıydı. Zira kız çocukları çoğunlukla evlerinde anneleriyle beraber yaşam sürerler ve on yaşından itibaren ev işlerine yardım etmek için dikiş dikmeyi ve yemek yapmayı öğrenirlerdi.
Öğrenciler hakkında ayrıntılı ve geniş bilgiler bulunmamakla birlikte, eğitimin ilerleyen safhalarının bütçeyi oldukça zorlayan bir aşamaya geliyor olması, yükseköğrenim gören öğrencilerin varlıklı ailelere mensup olabileceği gerçeğini kuvvetlendirmektedir.
Konstantinopolis’te Marjinal Grup Olarak Çingeneler
Çingenelerin Bizans topraklarına gelişleri hakkında en çok kabul gören görüş, XI. yüzyıl ortalarında Selçukluların Ermenistan’ı istila etmesi üzerine birçoğunun öncelikle Konstantinopolis ve Trakya’ya göç ettikleri tezidir. Ancak Arap tarihçilerinden Taberî’nin anlatımı farklıdır. Ona göre Bizanslılar, 855’te Suriye’ye saldırınca, kadınları, çocukları ve öküzleriyle birlikte çok sayıda Çingeneyi (Zott) tutsak alıp kendi ülkelerine götürdüler.
Konstantinopolis’teki Çingenelerden ilk olarak 1068 yılında Athos Dağı’ndaki İviron Manastırı’nda yazılmış Gürcü bir aziz biyografisinde bahsedilmiştir. Burada Çingeneler için kullanılan kelime Atsinganidir. Atsingani ismi Bizanslıların Çingeneleri çağırdıkları Eski Yunanca Atsingonoi ya da Atzingonoiden gelen kelimenin Gürcücesidir. Karşımıza birçok farklı şekliyle çıkan bu kelimenin, IX. yüzyılda Frigya ve Likya’da yaygın olan bir Samariter tarikatının adı olan Athingani sözcüğünden türemiş olması en yaygın açıklama biçimidir. Yine bu ismi, XII. yüzyılda, bir kilise görevlisi olan Theodoros Balsamon’dan duyuyoruz. Balsamon, Atsinganileri şöyle tarif ediyor: “Atsinganiler vücutlarının etrafında yılanlar taşıyan ve fal bakan insanlardır.”
Çingeneler için o dönemlerde, Atsingani dışında bir de “Mısırlı” kelimesinin kullanıldığını görüyoruz. Örneğin, Konstantinopolis’in patriği II. Gregorios Kyprios (1283-1289) dönemine ait kayıtlarda Mısırlı ve Atsingani diye adlandırılan halktan özel vergiler alındığından bahsediliyor. XIV ve XV. yüzyıllarda Çingenelerin Mısırlı diye adlandırılmaları, onların Küçük Mısır diye belirtilen (Peloponnessos’un bir bölümü veya bugünkü Antalya, İzmir civarları olduğu düşünülüyor) yerden geldiklerine dair inanışla ilgilidir.
Günümüzde Yunanistan’daki Çingeneler için kullanılan Katsivelos kelimesine, XIV. yüzyıl Bizans kaynaklarında sınırlı da olsa rastlamaktayız. Aynı deyimi 1350’de İmparator V. Ioannes Palaiologos’un bir asilin bir toprak parçasını mülk edinmesiyle ilgili olarak onay verdiğini anlatan metinde görüyoruz. Burada mülk sahibinin, köleleri olan Mısırlı Katsiveloslar ile birlikte yaşadığından bahsedilmektedir.
Bizans’ta Çingeneler için en yaygın olarak şu iki ismin kullanılması (Atsingani ve Mısırlı) bu topraklara Çingenelerin iki ayrı koldan gelmesiyle ilgili olabilir. Kuzey kolundan girenlere Atsingani, güney kolundan girenlere ise Mısırlı denmesi kuvvetle ihtimaldir.
Konstantinopolisli Çingeneler, hayvan hastalıkları tedavisi, saray bahçelerini vahşi hayvanlardan temizleme dışında akrobatlık, yılan oynatıcılığı, ayı terbiyeciliği yapmışlardır. Halkın en çok ilgi gösterdiği Çingene grubu ise, astrolog ve falcılardır. Ortodoks Kilisesi rahipleri, cemaatlerini onlara başvurmamaları konusunda sıkça uyarmışlardır.
KAYNAKLAR
Barker, Ernest, Bizans Toplumsal ve Siyasal Düşünüşü, çev. Mete Tunçay, İstanbul 1995.
Baskıcı, M. Murat, Bizans Döneminde Anadolu: İktisadi ve Sosyal Yapı (900-1261), Ankara 2009.
The Cambridge Medieval History, Cambridge 1966-67, c. 4/1-2.
Clark, Gillian, Women in Late Antiquity: Pagan and Christian Lifestyles, Oxford 1993.
Cogito, 1999, Bizans özel sayısı: sy. 17.
Connor, Carolyn L., Bizans’ın Kadınları, çev. Barış Cezar, İstanbul 2011.
Durak, Koray (ed.), Bizantion’dan İstanbul’a Bir Başkentin 8000 Yılı, İstanbul 2010.
Ergüder, Başak, Galata Hanları (1868-1945)-Paranın Serüveni, İstanbul 2011.
Evans-Grubbs, Judith, “Virgins and Widows, Show-Girls and Whores: Late Roman Legislation on Women and Christianity”, Law, Society and Authority in Late Antiquity, ed. Ralph W. Mathisen, New Yok 2011, s. 220-241.
Fraser, Angus, Çingeneler, çev. İlkin İnanç, İstanbul 2005.
Grant, Michael, Roma’dan Bizans’a, çev. Z. Zühre İlkgelen, İstanbul 2005.
Haldon, John, Bizans Tarih Atlası, çev. Ali Özdamar, İstanbul 2007.
Herrin, Judith, Bizans: Bir Orta Çağ İmparatorluğunun Şaşırtıcı Yaşamı, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul 2013.
Hill, Barbara, Bizans İmparatorluk Kadınları: İktidar, Himaye ve İdeoloji, çev. Elif Gökteke Tut, İstanbul 2003.
Kazhdan, Alexander, (ed.), Oxford Dictionary of Byzantium, Oxford 1991.
Köroğlu, Gülgün, “Sur İçinde İmparatorluk Mekânları; Konstantinopolis’teki Bizans Sarayları”, Toplumsal Tarih, 2006, sy. 152, s. 12-24.
Laiou, Angeliki E., “The Role of Women in Byzantine Society”, Jahrbuch der Österreichischen Byzantinistik, 1981, c. 31, sy. 1, s. 233-260.
Laiou, Angeliki E., Gender, Society and Economic Life in Byzantium, London 1992.
Laiou, Angeliki E., “Women in the History of Byzantium”, Byzantine Women and their World, ed. Ioli Kalavrezou, London 2003, s. 23-32.
Magdalino, Paul, Orta Çağ’da İstanbul: Altıncı ve On Üçüncü Yüzyıllar Arasında Konstantinopolis’in Kentsel Gelişimi, çev. Barış Cezar, İstanbul 2012.
Mango, Cyril, Bizans Yeni Roma İmparatorluğu, çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul 2011.
Marushiakova, Elena ve Vesselin Popov, Gypsies in the Ottoman Empire, Bristol 2001.
Necipoğlu, Nevra (ed.), Byzantine Constantinople: Monuments, Topography and Everyday Life, Leiden-Boston-Köln 2001.
Patlagean, Evelyne, “Yoksullar”, Cogito, 1999, Bizans özel sayısı: sy. 17, s. 127-160.
Pralong, Annie (ed.), Bizans (Yapılar, Meydanlar, Yaşamlar), çev. Buket Kitapçı Bayrı, İstanbul 2011.
Rautman, Marcus, Daily Life in the Byzantine Empire, Westport 2006.
Talbot, Alice-Mary, “Bizans Manastır Sistemine Giriş”, Cogito, 1999, Bizans özel sayısı: sy. 17, s. 161-178.
Talbot-Rice, Tamara, Bizans’ta Günlük Yaşam, çev. Bilgi Altınok, Ankara 2002.
Tanman, Gülru, “Erken Bizans Döneminde Kadın”, A. Muhibbe Darga, Anadolu’da Kadın içinde, İstanbul 2013, s. 327-340.
Tudelalı Benjamin ve Ratisbonlu Petachia, Orta Çağ’da İki Yahudi Seyyahın Avrupa, Asya ve Afrika Gözlemleri, çev. Nuh Arslantaş, İstanbul 2001.
Vryonis, Speros, “Byzantine Δημοκρατια and the Guilds in the Eleventh Century”, Dumborton Oaks Papers, 1963, c. 17, s. 289-314.