Meşrutiyet Dönemi Tartışmaları
Cumhuriyet döneminde tasavvufi hayatın yürüyüş çizgisini doğru takip edebilmek için biraz gerilere gitmek gerekir. 1908 tarihinde Meşrutiyet’in ikinci kez ilanıyla dönem, tasavvuf tarihi açısından bazı “ilk”leri ve yenilikleri barındırmaktadır. Bu dönemin temel özelliği bütün Osmanlı müesseselerinin gözden geçirilmesidir. Saltanat başta olmak üzere, hukuki yapı, tekke ve medreselerle birlikte ilim ve irfan dünyası, harf inkılabından milliyetçiliğe kadar her şey tartışılmıştır. Konumuzu ilgilendiren ana soru şudur: Osmanlı Devleti bu tekkelerle yürüyüşüne devam edebilir mi? Bu dervişler topluma bir şey verebilir mi?
1909-1919 yılları arasında İstanbul’da çıkan pek çok dergi ve gazetede bu soruyu ve bu soruya verilen farklı cevapları bulmak mümkündür. Söz konusu dergi ve gazeteyi ister Batıcılar, Doğucular, ister Türkçüler, İslamcılar çıkarsın mesele değişmemektedir. Aynı soru ısrarla sorulmaktadır. Yıllarca süren bu tartışmanın özeti ise şudur: Abdullah Cevdet ve arkadaşları tarafından yayınlanan İçtihad dergisi dışarıda tutulursa hemen hepsi “Tekke olmadan olmaz. Ama mutlaka ıslah edilmelidir.” tezini savunmuşlardır. İçtihad’la birlikte küçük bir grup ise bu defterin kapatılması fikrini seslendirmiştir.
Ana sorunun esas muhatabı olan sufîler ne dedi? Verdikleri cevap için bizzat tekke mensupları tarafından İstanbul’da yayınlanan dergilere bakmak gerekir. II. Meşrutiyet Dönemi’nin sıkıntı ve savaşlarla geçen yıllarında tasavvuf erbabı, tarihte ilk defa dergi çıkarmış, dernek kurmuştur. Bu dergiler vasıtasıyla konu ile ilgili düşüncelerini takip etmek mümkün olmaktadır.
İstanbul’da neşredilen dergiler şunlardır:
Tasavvuf, Urfa mebusu Şeyh Safvet’in (ö. 1950) yönetiminde haftalık olarak yayım hayatına başlatılmış ve 23 Mart 1911-21 Aralık 1911 (20 Rebiulahir 1329-29 Zilhicce 1329) arasında 36 sayı çıkarılmıştır.
Cerîde-i Sûfiyye. İlk sayısının yayınlandığı 19 Mart 1909’dan (26 Safer 1327) itibaren cuma günleri haftalık olarak basılmıştır. Bazı sayılarında çıkış periyodu değişse de 31 Ağustos 1919’a (4 Zilhicce 1337) kadar 161 sayı çıkarılmıştır. Sorumlu müdürlüğünü Hasan Kâzım’ın yaptığı derginin editörlüğünü ilk başlarda Ali Fuad ve daha sonra Mustafa Fevzi gerçekleştirmiştir.
Muhibbân, Hacıbeyzade Ahmed Muhtar’ın (d. 1871-ö. 1955) editörlüğünde aylık olarak yayınlanmıştır. Derginin ilk sayısı 14 Eylül 1909 (8 Şaban 1327), son sayısı 1 Nisan 1919’da (29 Cemaziyelahir 1337) basılmış ve 3 yılda toplam 26 sayı yayımlanmıştır.
Aralarında var olan meşrep farkı sebebiyle zaman zaman değişik bakış açıları sergileseler de bu dergilerin konu ile ilgili olarak söyledikleri son cümle şudur: “Tasavvufi hayatta çöküş vardır, tekkelerde seviye kaybı söz konusudur. Islah için acilen tedbir alınmalıdır.” Yani tekke ve tarikat dünyasının ciddi problemleri olduğunda herkes mutabık, çareler konusunda ise farklı görüşlere sahipti.1
Problemin varlığını kabul edenlere düşen görev bellidir: Çözüm yollarını göstermek. Dervişlerin gösterdiği çözüm yollarının başında tekkelerin müstakbel şeyhi olacak olan şeyhzadelerin yetişmesi gelmektedir. Onlara göre bu kötü gidişi önce durdurmak, sonra da müspete doğru evrimleştirebilmek için şeyh adaylarını gereği gibi eğitmek gerekir. Bunun için kurulacak özel okulun adı bile verilmişti: Medresetü’l-meşayih. Bu medreseye şeyh çocukları alınacak, onlara dinî-tasavvufi kültür, yetkili kişilerce aktarılacak, çocuklar daha sonra omuzlarına binecek olan mühim görev için hazırlanacaklardır. Ne yazık ki dönemin sıkıntıları arasında bu proje hayata geçirilememiştir.
Ancak problemin çözümü için ele alınan ikinci konu, Tanzimat Dönemi’nde kurulmuş olan ve bir nevi Tarikatlar Genel Müdürlüğü olan Meclis-i Meşayih, yöneticiler tarafından yeniden ele alınmış, yeni nizamname ve talimatnamelerle tekke hayatına çekidüzen verilmek istenmiştir. 1917’de gerçekleşen bu çalışmaların detayları elimizdedir.
İstiklal Harbi ve İstanbul Tekkeleri
Mustafa Kemal’in İstanbul’dan Samsun’a doğru yola çıktıktan sonra yaptığı ilk işlerden biri bazı tekke şeyhlerine, tasavvuf büyüklerine mektup yazmaktır. Bu mektupların özeti “Siz olmadan olmaz”dır. Yani sizin desteğiniz, dua ve himmetiniz olmazsa bu hareketin başarıya ulaşması mümkün değildir.
Hakikaten Anadolu’daki tarikat müntesipleri olduğu kadar İstanbul’daki tekkeler de İstanbul’un işgali esnasında silahlı mücadeleye destek vermişlerdir. Bunlar içerisinde özellikle Eyüp Hatuniye Nakşibendî Tekkesi, silah ve cephane depolarına yakın bir mıntıkada bulunmasından ötürü, kaçakçılık işinde aktif faaliyet göstermiştir. Tekke şeyhi Saadeddin Ceylan, bu faaliyetlerinden dolayı daha sonraları tutuklanmış olsa da tekke müntesipleri, yabancı askerlerin kontrolündeki silah depolarını boşaltarak İnebolu’ya nakle muvaffak olmuşlardır.
Yine Üsküdar Özbekler Tekkesi, İstiklal Harbi esnasında âdeta bir posta merkezi gibi çalışmıştır. İtilaf Devletleri temsilcilerinden edinilen çok önemli istihbarat bilgileri, tekke kanalıyla Anadolu’ya ulaştırılmıştır. Tekke, İstanbul’un işgali esnasında Anadolu’ya geçip Millî Mücadele’ye destek olmak isteyenlerin saklandığı ve gizlice Anadolu’ya intikalini sağlayan bir karakol vazifesi yaptığı gibi, düşman işgali altındaki cephane depolarını basarken yaralanan mücahitlerin tedavisi için hastane olarak da kullanılmıştır. Meşhur yazar Halide Edip Adıvar, Mor Salkımlı Ev ve Türkün Ateşle İmtihanı isimli eserlerinde, Millî Mücadele yıllarında İstanbul’dan Anadolu’ya asker, silah, mühimmat sevkinde ve bilgi sızdırılmasında merkezlik yapan Özbekler Tekkesi ile onun son şeyhi Atâ Efendi hakkındaki hatıralarını anlatır.
Anadolu Mevlevîleri, İstiklal Harbi’ne destek amacıyla kendi aralarında “Mücâhidîn-i Mevleviye Alayı” oluşturdukları vakit İstanbul Mevlevî tekkelerinden çok sayıda derviş savaşmak için yola çıkmıştır. Sıkıntılı yıllarda başta Kocamustafapaşa Sünbül Sinan Dergâhı’nda olmak üzere birçok tekkede kelime-i tevhid hatimleri yapılmış, ordunun muzafferiyeti için sabahlara kadar Fetih sureleri okunmuştur.
İstiklal mücadelesi devam ederken açılan TBMM’nin üyelerinin mühim bir kısmı ehl-i tarik olduğu gibi üyeler arasında 10’a yakın da tekke şeyhi vardı. Anadolu insanına göre tabii olan bu durum meclis başkan vekillerinin iki tanesinin tekke şeyhi olmasını gerekli kılmıştır: Kırşehir Hacı Bektaş Veli Dergâhı postnişini Cemaleddin Efendi, Konya Mevlana Dergâhı postnişini Abdülhalim Efendi.2 Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı postnişini Veliyyüddin Efendi’nin “Tarikat-ı Aleviyye” başlığıyla 5 Mayıs 1922 tarihli Ankara’yı destekleyen beyannamesi de elimizdedir.
Tekkelerin Kapatılması ve Tekkesiz Tasavvuf Dönemi
1920-1925 yıllarında tekke ve tarikatların aleyhinde mecliste kayda değer hiçbir tartışma yoktur. Hatta 1924’te Diyanet İşleri Başkanlığı kurulurken cami ve mescitler gibi tekke ve zaviyelerin yönetimi de Diyanet İşleri Başkanlığı’na görev olarak verilmiştir.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde Ocak ayında başlayan Şeyh Said hareketiyle (Şubat 1925) çok zor durumda kalan hükûmet, faturayı iki kuruma kesti: Çok kısa bir süre önce kurulan ilk muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve tekkeler. Biri çok yeni, diğeri çok köklü bir kurum. Parti kısa sürede kapatıldı. Tekkeleri kapatmak o kadar kolay değildi, ama bu fazla vakit almayacaktı. Tasavvufi kurumlar açısından Aralık 1925 tarihi bir dönüm noktasıdır. Artık 1453’ten beri İstanbul’da var olan tekkeler yoktur. İstiklal Harbi’nin lojistik kaynaklarından biri olan dergâhlar “sırlanmıştır”. İlk meclisin açılışında ziyaret edilen (Ankara’daki) Hacı Bayram Veli’nin türbesiyle birlikte İstanbul’daki bütün padişah ve devlet erkânına ait türbelere kilit vurulmuş, türbeler, içindeki paha biçilmez eşyalarla birlikte çürümeye terk edilmiştir. Şeyh, derviş, mürit, halife, çelebi, dede, baba gibi terimlerin kullanılması da yasaklanmıştır.
Yüzyıllardan beri akıp gelen bu nehrin önüne konan set ne kadar dayanabilecekti? Yoksa zaman zaman kapaklar açılıp toplumsal facialar önlenecek miydi? Bir başka ifadeyle tekkeler geçici olarak mı yoksa sürekli olarak mı kapatıldı? Devletin çok sert tedbirlerle bastırdığı bir hareketin müsebbibi olarak görülen bir kurumla ilgili bu ve benzeri soruları sormak mümkün değildi. Hıyanet-i Vataniye Kanunu, Takrir-i Sükûn Kanunu, İstiklal Mahkemelerinin hâkim olduğu olağanüstü bir dönemde benzeri soruları kim sorabilirdi?
Tekke ve zaviyeleri kapatan 13 Aralık 1925 tarih ve 677 sayılı kanunun ilk muhatapları olması sebebiyle tekke mensuplarının tepkileri önemlidir. Bunları birkaç grupta toplamak mümkündür. Tasavvuf ehlinin büyük kısmı söz konusu karardan rahatsız olmuş ve kararın yanlış olduğunu düşünmüştür. Geriye kalan küçük kısmı ise farklı değerlendirmelerde bulunmuşlardır:
1. Tekkeleri kapatmak mümkün değildir. Kâinat dergâhtır. Zikir için özel bir mekâna ihtiyaç yoktur.
2. Tekkelerdeki çöküşü tedavi etmek mümkün değildi. Onları hükûmet değil kendileri kapattılar.
3. “Hikmet-i hükûmet” prensibine uymak gerekir. Onlar ne yaparlarsa doğrudur. Bize itaat etmek düşer.
4. İlgili kanunla sadece tekkeler kapatıldı, tasavvuf yasaklanmadı. Dolayısıyla bu damar hayatiyetini sürdürecektir.
Düşüncelerini manzum olarak ifade edenler de vardı:
Açarlar bab-ı Hakkı kar’ eden talibler ey Hakkı
Hüda fettahtır elbette kalmaz bu kapı muğlak
Söz konusu kanun sebebiyle duyduğu derin hüznümanzumelerle terennüm eden fakat yayınla(ya)mayan şeyh efendilerden biri de 1936’da İstanbul’da vefat eden Mısrî Şeyhi Mehmed Şemseddin Ulusoy’dur.3
Tarihte veya günümüzde tasavvuf kültürünü takip edip inceleyebilmek için en az üç konu üzerine eğilmek gerekir: Tasavvufi şahsiyetler, tasavvufi eserler, tasavvufi kurumlar. Cumhuriyet döneminde son madde tamamen ortadan kalkmış, birinci ve ikinci unsurlar da birbirine bağlı olarak en alt seviyeye inmiştir. Tasavvufi şahsiyetleri yetiştiren kurum olmadığı için eserleri kaleme alacak olan gönül erleri de yetişmemiştir. Bu noktada meşhur beyit hatırlanabilir:
Marifet iltifata tabidir
Müşterisiz meta zayidir
Dolayısıyla tekkesiz tasavvufi hayat, ürkek ve endişeli dervişlerin “çıkış yolu” arayan çabalarıyla ve “suya sabuna dokunma”dan derdini anlatma gayretleriyle iç içedir. Bu atmosferi daha iyi hayal edebilmek için Tâhir’ül Mevlevî’den (ö. 1952) bir örnek verilebilir. Eylül 1925’te Fatih Camii mesnevîhanı olan bu Mevlevî dervişi, İskilipli Atıf Efendi’nin Frenk Mukallitliği ve Şapka isimli eserinden beş tane sattığı için İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış, 7.12.1925’ten 3.2.1926 tarihine kadar hapis yatmış, sonra beraat etmiştir.
Tekkelerin sırlanmasından sonra ortaya çıkan boşluğu tam görebilmek için bu kurumların fonksiyonlarını tekrar hatırlamak gerekir. Dergâhlar sadece bazı kimselerin toplanıp sohbet dinlediği ve zikir ettiği mekânlar değildi. Tasavvufi eğitimin merkezi olan bu kurumlar sosyal yardımlaşmanın her çeşidinden müzik ve spora kadar uzanan geniş bir alanda topluma hizmet vermişlerdi. Özellikle şiir ve musiki başta olmak üzere güzel sanatlar alanında verdiği hizmette herhangi bir rakibi yoktu. Toplumun kılcal damarlarına nüfuz etmiş olan tekkelerin ıslahı yoluna gitmek varken ilga edilmesi toplumda hayal kırıklığı yaratmıştır. Bazı milletvekilleri başta olmak üzere küçük bir azınlığın bu karara alkış tutması yukarıdaki gerçeği değiştirmemektedir. İstanbul’un en saygın kişilerinin başında yer alan şeyh efendilerin bir gecede “menfur” kimseler grubuna dâhil olmaları da iç dünyalarında kırılmalara sebep olmuş, siyasi ortamın müsait olmaması sebebiyle düşüncelerini de seslendirememişlerdir. Sesli zikir meclisleriyle dinî-hissî hayatı en üst noktada yaşayan dervişler âdeta çok hızlı giden bir aracın aniden durmasıyla meydana gelen çarpmanın bir benzerini yaşadılar. Kurulu düzeni kaybeden şeyh efendilerin bir kısmı maişet derdine düştü ve bir parça ekmeğe muhtaç oldu. Yıllar bu minval üzere sürüp giderken 1930’da patlak veren Menemen Olayı tarikat erbabına bir darbe daha vurmak için bahane edildi. Gözdağı vermek için İstanbul’un en meşhur şeyhlerinden biri olan ve beş yıldır Erenköy’deki evinde göz hapsinde tutulan Esad Erbilî Menemen’e götürülerek idam talebiyle yargılandı. Oğlu Mehmed Ali Efendi 27 kişi ile birlikte olaydan kırk gün sonra idam edildi, kendisinin cezası yaşlılığı sebebiyle müebbet hapse çevrildi. Vefatında naaşı ailesine verilmedi.
Şeyh Said Olayı’nın müsebbibi olarak tekke ve tekkelileri gören devlet yöneticileri Menemen Olayı’nı (23 Aralık 1930) da aynı gruba mal etmiş, onları sorumlu tutmuştur. O günkü siyasi atmosfere göre bütün muhalif hareketler ya Nakşibendîlerin oyunu veya Çerkez Edhem taraftarlarının kıyamı idi. Sıkıyönetim mahkemesinin başkanına göre olay basit bir başkaldırı olmayıp Derviş Mehmed’in mehdi olduğuna inanan gizli bir örgütün yani Nakşibendîliğin işidir. Mete Tunçay, bu bilgiyi aktardıktan sonra cümlesini şöyle tamamlıyor: “Oysa Nakşibendîlik gibi ciddi bir tarikatın cahil bir dervişin ‘mehdilik’ iddiasını benimsemeyeceği açık olmak gerekir.”4
Mahkeme safhasında birçok masum vatandaşın mahkûm edildiğini tahmin etmek zor değildir. Üst yöneticilerin hissî bakışına bir örnek sıkıyönetim komutanı Fahreddin Paşa’nın hatıratında vardır: Başbakan, meclis başkanı, Millî Savunma ve İçişleri bakanlarının Çankaya’da yaptığı toplantıda Cumhurbaşkanı Menemen halkının sürgün edilmesini istemiş, bakanlar da Nakşibendîliğin yok edilmesi gereken bir “yılan” olduğunu ifade etmiştir. Şeyh Said ve Menemen olaylarından sonra göz hapsinde tutulan, mahkûm olan, sürülen, idam edilen insanların macerası bilinmeden ülkemizdeki dindarların, dervişlerin sessizliği, kırgınlığı ve suskunluğu tam olarak anlaşılamaz.
Tekkelerin bıraktığı boşluğu ilk zamanlar yok sayan yöneticiler zamanla hakkı teslim ettiler. Fakat tekkeleri yeniden açmak mümkün olmadığına göre başka bir alternatif geliştirmek gerekiyordu. 1930’dan sonra gündeme oturan Türkçe ezan tartışmalarıyla birlikte tekkenin alternatifi de bulunmuştu: Halk evleri. 1932’de açılan bu kurumlar bazı faydalı çalışmalar yaptıysa da bunların dergâhların üstlendiği vazifeleri yerine getirmesi mümkün değildi. 1930’lu yıllarda -fincancı katırlarını ürkütmeden- tekkelerin iyi taraflarından uzun uzun bahseden tek kişi, Ahmed Amiş Efendi’nin sohbetlerinde bulunmuş olan Osman Nuri Ergin’dir (ö. 1961). 1936’da basılan Türkiye’de Şehirciliğin Tarihî İnkişafı ve beş ciltlik Türkiye Maarif Tarihi’ne bakanlar bu cesur şahsın konuyla ilgili ifadeleriyle karşılaşırlar.
Dervişler tarihî olayları değerlendirirken cemâlî ve celâlî tecelli terimlerini sık sık kullanırlar. Yani dikenin olduğu yerde gül, gülün olduğu yerde diken vardır. Bu açıdan 1930’lu yıllara bakıldığında dikenler önde görünüyorsa da güller de vardır. Üzgün ve kırgın da olsalar Osmanlı döneminde yetişen kâmil insanlar hayattadır ve yakın çevreleriyle gönül alışverişleri devam etmektedir. Dar bir çevre ile de olsa sohbet kanalı açıktır. Tasavvufi eğitimin ikinci kanalı olan kitap da -Harf İnkılabı’nın getirdiği sıkıntılara rağmen- gündemdedir. Tasavvufi eserlerle dostluğu olanlar bu yolla susuzluklarını giderebilmiştir. Tekkeler kapatıldığında İstanbul’da tekke şeyhi olan kalem erbabı şeyh efendilerin daha önce yayınlanmış eserleri de mühim hizmetler görmüşlerdir. Şu anda bu eserlerin pek çoğu yeni harflere aktarılmıştır. Hemen akla gelen ilk on iki eser şunlardır:
- Abdülhakim Arvasî: er-Riyâzü’t-tasavvufiyye, İstanbul 1341; Rabıta-i Şerîfe, İstanbul 1341.
- Kenan Rifaî: İlâhiyat-ı Ken’an, İstanbul 1341; Ahmed er-Rifaî, İstanbul 1340.
- Sadeddin Nüzhet: İlm-i Tasavvuf, İstanbul 1341; Şeyh Galib, İstanbul 1935.
- Ahmed Remzî Akyürek: Gülizâr-ı Aşk, İstanbul 1337; Tuhfe-i Remzî, İstanbul 1344.
- Hüseyin Vassâf: Vesîletü’n-necât, İstanbul 1329; Sefine-i Evliyâ.
- Veled Çelebi İzbudak: Dîvân-ı Türkî-i Sultan Veled, İstanbul 1341.
- Fahreddin Efendi: Sualnâme, İstanbul 1339; Ta‘rifnâme İstanbul, ts.
- Abdülbaki Baykara: Enfâs-ı Bâkî.
- Mustafa Feyzi Efendi: Menâkıb-ı Zıyâiyye, İstanbul 1313; Risâle-i Mir’âtü’ş-şühûd, İstanbul 1320.
- Hasan Hüsnü Efendi: Nesamât-ı Rûhaniye; Risâle-i Mir’âtü’l-ebrâr.
- Abdülhay Efendi: Mektûbât.
- Taceddin Efendi: Güldeste-i Dervişan, İstanbul 1341.
Bu yıllarda İstanbul’un meşhur dervişlerinden biri de Küçük Hüseyin Efendi’dir (ö. 1930). Bu dervişin ifade edilmesi gereken özelliği ise Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın şeyhi olmasıdır. Onun için ikisinin kabirleri Eyüp’te yan yanadır. Küçük Hüseyin Efendi, büyük bestekâr Abdülkadir Töre’nin de mürşididir. Şu mısraların bestekârı da odur:
Pertev-i nûr-ı Hüdasın yâ Hüseyn-i Nakşıbend
Mebde-i feyz-i ûlâsın yâ Hüseyn-i Nakşıbend
İlk meclisin Ankara’da toplanmasından birkaç gün sonra Fatih türbedarı diye meşhur olan Ahmed Amiş Efendi,5 Cumhuriyet’in ilanından birkaç ay önce ise Nakşî-Melamî dünyasının büyüklerinden Eyüp Şeyh Murad Tekkesi Şeyhi Abdülkadir-i Belhî âlem-i cemale intikal etti. Oğlu Ahmed Muhtar 1933’te vefat etti. Amiş Efendi’nin sohbetlerinde Hüseyin Avni Konukman, Hasan Basri Çantay, İsmail Fennî Ertuğrul, Süheyl Ünver’in babası postacı Mustafa Enver Bey, hattat Hasan Rıza Efendi gibi kimseler yetişmiştir. Abdülbaki Gölpınarlı ise Amiş Efendi’nin sohbetlerinde tuttuğu notları neşretmiştir. Amiş Efendi’den sonra Mehmet Tevfik Efendi (ö. 1927), Ahmed Tahir Mar’aşî (ö. 1954), Mustafa Özeren (ö. 1982) sohbetleriyle bu geleneği aktarmışlardır. Cumhuriyet döneminde materyalist fikirlerle mücadele eden İsmail Fennî’nin (ö. 1946) Harf İnkılabı’nın yapıldığı sene neşredilen Vahdet-i Vücud ve Muhiddin Arabî isimli eseri önemlidir. Ahmed Amiş’ten feyz alan İsmail Fennî’nin Maddiyun Mezhebinin İzmihlali adlı eseri de aynı yıl yayınlanmıştır.
Tekkelerin kapatıldığı sene Darülfünun İlahiyat Fakültesi müderrisi Mehmet Ali Aynî Tasavvuf Tarihi isimli eserini neşrederken bu alanın önemli yazarlarından üç derviş de vefat etmişti: Bursalı Mehmet Tahir, Ahmed Hüsameddin Dağıstanî, Ahmed Mahir Efendi. Tasavvuf dünyası 1926’da Mustafa Feyzî’yi, 1927’de Elif Efendi’yi, 1929’da ise tabakat yazma geleneğinin son yıldızı Hüseyin Vassaf’ı kaybetti.
Ahmed Amiş Efendi’nin dinî-tasavvufi anlayışını daha sonraki kuşaklara aktaranlardan biri de Abdülaziz Mecdi Tolun’dur (ö. 1942). Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Şer’iye ve Evkaf Bakanlığı müsteşarlığı yapan Mecdi Efendi’nin kendi Divan’ından (İstanbul, 1945) başka önemli bir çalışması, Abdülkerim Cîlî’nin İnsan-ı Kâmil adlı eserini tercüme etmesidir. Osman Nuri Ergin’in onunla ilgili olarak 1942’de neşrettiği eser önemlidir.
1925-1950 yılları arasında eserleriyle insanlara din, tarih ve tasavvuf konularında bilgi veren derviş-meşrep insanlar arasında şunlar da vardır:
- Sadık Vicdanî (ö. 1934), Tomar-ı Turuk-ı Aliyye
- Tâhir’ül Mevlevî (ö. 1951), Mesnevî Dersleri.
- Ferit Kam (ö. 1944), Vahdet-i Vücud.
- Rıza Tevfik (ö. 1949), Serab-ı Ömrüm.
- M. Zeki Pakalın (ö. 1972), Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözliüğü.
- Elmalılı Hamdi Yazır (ö. 1942), Tefsir.
- Ahmed Naîm Efendi (ö. 1934), Tecrid Tercümesi.
1930 yılının son günlerinde Menemen kasırgası esmeye başlarken 1931’de İstanbul’da yaşayanlar Abdülbaki Gölpınarlı’nın eseriyle biraz nefes aldı: Melâmîlik ve Melâmîler. İstanbul Üniversitesi’nde Fuat Köprülü’nün yönetiminde hazırlanan bu mezuniyet tezi, konusunda kaynak olma özelliğini hâlâ korumaktadır. Daha sonraki yıllarda kaleme aldığı eserler tasavvuf ve tarikatlar dünyasını aydınlatan kitaplar arasında yer alacaktır.
Halvethanesinde kozasını ören bir başka İstanbulludan daha bahsetmek gerekir: Ahmet Avni Konuk (ö. 1938). Konuk dergâhların kapısına kilit vurulduğu yıllarda tasavvufi düşüncenin temel klasiklerinden olan İbnü’l-Arabî’nin Fusûsü’l-hikem isimli eserini dört cilt hâlinde şerh ediyordu. 1930’lu yıllarda kozasını örmeye devam eden bu postacı sufî, Celaleddin Rumî’nin Mesnevî’sini büyük boy otuz dört defter hâlinde şerh etmiştir. Söz konusu eserlerin yeni harflere aktarılarak basılması için yarım asır beklemek gerekecekti.
Konuk’un vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud meselesini karşılıklı yazılarla tartıştığı Muhammed İhsan Oğuz da (ö. 1991) Cumhuriyet döneminde eser ve sohbetleriyle bir gönül halkası kuranlardandır.
Tasavvuf, tarikat ve sufîlerle ilgili kitapların “dibe vurması”nın bir sebebi 677 sayılı kanunun getirdiği endişe ise diğer sebebi de Harf İnkılabı’dır. Ancak aynı dönemlerde tasavvufi eser okumak isteyenler için başka bir “pencere” açıldı. Bu da “Türk” vurgusudur. 1930’lu yıllarla birlikte açılıveren bu “şemsiye”nin gölgesinde tasavvuf kültürü dolaylı olarak tekrar zuhur etti. Meşhur yazarların eserlerinden örnek verilebilir:
- Son Asır Türk Şairleri, İbnülemin Mahmut Kemal.
- Türk Tefekkür Tarihi, Hilmi Ziya Ülken.
- Türk Şairleri, Sadeddin Nüzhet Ergun.
- Türk Ahlâkçıları, Mehmet Ali Ayni.
- Türk Maarif Tarihi, Osman Nuri Ergin.
- Türk Vakıfları ve Vakfiyeleri, Halim Baki Kunter.
- Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi, Fuat Köprülü.
- Bir Türk Dâhisi, Ekber, Ömer Rıza Doğrul.
- Türk Mistisizmini Tetkike Giriş, Hilmi Ziya Ülken.
Aynı durum makalelerde de görülmektedir. İşte kitap genişliğinde iki uzun makale: Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri”; A. Gölpınarlı, “İslâm-Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı”.
Şeyh Vefa hakkında yazdığı kitabın ilk sayfasında CHP İstanbul il örgütüne teşekkür eden Abdülkadir Erdoğan, eserine şu ismi verecektir: Fatih Mehmed Devrinde İstanbul’da Bir Türk Mütefekkiri Şeyh Vefa (1941).
1930’lu yıllarda başlayan “dinî hayata çekidüzen verme”, “Türkçe Kur’an”, “Türkçe Hutbe”, “Türkçe Ezan” hamleleri 1940’lı yıllarda da devam etti. Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra bütün dünyada dengelerin yeniden ayarlanmasıyla birlikte bazı değişiklikler olmaya başladı. 1940’lı yılların başında bizi ilgilendiren en önemli cemâlî tecelli Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in teşvikiyle başlayan “Dünya Klasiklerinden Seçmeler” projesinin şemsiyesi altında bazı tasavvufi eserlerin tercüme edilerek kamuoyuna sunulmasıdır. Böylece Mevlana, İbn Arabî, Fahreddin Irakî, İbn Ataullah İskenderî, Feridüddin Attar, Hafız, Sa‘dî, Şebüsterî, Kuşeyrî, Eflâkî, Gazzalî gibi şahsiyetlerin eserleriyle İstanbullular yeniden buluşmuş oldu. Ama Başbakanlık Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nün 27.4.1942 tarihli İstanbul bürosunun “Gayet Mahrem” başlıklı yazısını da okumak gerekir:
Gazetelerimizin son günlerdeki neşriyatı arasında dinden bâhis bazı yazı mütalaa, ima ve temennilere rastlanmaktadır. Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihî gerek mütalaa kabilinden olan her türlü makale, bend, fıkra ve tefrikaların neşrinden tevakki edilmesi ve başlanmış bu kabil tefrikaların en çok on gün zarfında nihayetlendirilmesi rica olunur.
Matbuat Umum Müdür Vekili, İzzettin Tuğrul Nişbay.
Yaratılış itibarıyla mistik konulara meyilli olan insanların tekke atmosferinden daha çok istifade ettikleri bilinmektedir. Tekkeler kapalı olunca söz konusu meşrepte olanlar, yani ihtiyaçlarını karşılamak için tabii yolu bulamayanlar “benzer” yollara başvuracaklardır. Yasak olmayan yollar, tabiri caizse laiklikle çatışmayan “çatı”lar altında faaliyetlerini sürdüreceklerdir. Bu Uzak Doğu’dan gelen “yoga” seansları da olabilir, Uzak Batı’dan gelen parapsikoloji celseleri de olabilir. Zorlama kurallar atalarımızın ürettiği geleneği kötü ve zararlı gösterirken yabancıların öğrettiğini iyi ve yararlı gösterebilmektedir. Bu çatılarda Hallac’ın, Mevlana’nın, İbn Arabî’nin, Yunus Emre’nin mistik tespitlerini kullanmanızda bir mahzur olmadığı gibi Sevgi Dünyası, Ruh Dünyası gibi isimlerle dergi çıkarmanızda da mahzur yoktur.
7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti ile girdiğimiz çok partili hayat tekkelerin açılmasını temin etmediyse de din ve vicdan hürriyetinin, dinî neşriyatın önünü açtı. 1947 yılında aşağıda isim ve yöneticileri verilen dergilerin hemen hepsi dinî muhtevalı yazılarla topluma ulaşıyordu:
- İrşad, F. Kavukçuoğlu.
- Ehl-i Sünnet, Abdurrahman Zapsu.
- İslâmiyet, Şemsettin Yeşil.
- Selamet, Ömer Rıza Doğrul.
- Sebîlürreşâd, Eşref Edib.
- Doğruyol, Faruk Rıza Güloğul.
- İslâm Dünyası, Taceddin Öney.
- Doğan Güneş, Mustafa Ilık.
- Hakikat Yolu, Esat Ekicigil.
- Altınışık, İhsan Koloğlu.
1948 yılında İslamiyet’in Geliştirdiği Tasavvuf isimli eserini neşreden Ömer Rıza Doğrul (ö. 1952) tasavvufun irfani tarafına ağırlık verir, amelî tarafına değinmez. Tarikatlar hakkında bilgi verirken Mevlevîliği, İslam tasavvufunda yepyeni bir şahika diye överken Halvetîlik, Bektaşîlik ve Nakşibendîliğe hiç yer vermemiştir. Son satırları ise başka bir gerçeğe, başka bir endişeye işaret ediyor:
Diğer taraftan tasavvuf namı ile maskelenen kimselerin kendilerini siyasete vermeleri ve ileri inkılaplara karşı gelmeleri Türkiye Cumhuriyeti’nin 1925’de bütün tarikatları ilga eden bir kanun çıkarmasına sebep olmuş ve böylece çığırından çıkan mütereddi tasavvuf hak ettiği darbeyi yemiştir. Fakat darbeyi yiyen ve yere serilen tasavvuf mütereddi tasavvuftur. Yoksa tasavvufun yüksek idealleri ve tasavvufun ölmez ruhu değildir. Çünkü bunlar ebedi hayata namzettir. Saf gönüller, pak yürekler, aydın basiretler tasavvufun yüksek ruhunu daima yaşayacaklar ve daima yaşatacaklar.
Dervişlerin dergi çıkarma faaliyetinin II. Meşrutiyet’le başladığına daha önce temas edilmişti. 1911 yılında çıkan Tasavvuf dergisinden yaklaşık kırk yıl sonra aynı isimle bir dergi çıkmaya başladı. İsimler aynı olmakla birlikte muhtevalar farklı idi. Yeni Tasavvuf dergisini çıkartan, Cumhuriyet döneminde birçok vilayette valilik yapmış olan Cemal Bardakçı (ö. 1982) idi. Bardakçı, Alevilik Ahilik Bektaşilik adlı eserin yazarı olduğu gibi İbnü’l-Arabî’nin Risâletü’l-ehadiye’sinin de mütercimidir.
Tasavvuf yâr olup, bâr olmamaktadır
Gül-i gülzar olup hâr olmamaktadır
beytini koyan derginin ilk sayısında yer alan “Niçin Çıkıyoruz” başlıklı yazının son kısmı şöyledir:
İşte biz bu mecmuada bu sonuncuların, bu yüce velilerin bazı eserlerini bugünkü dilimize ve şivemize çevirerek yaymayı hedef tuttuk. Onların yüzyıllarca evvel ortaya attıkları fikirlerin, düşüncelerin, ilmin fennin bugünkü buluşlarına da tamamıyla tevafuk etmekte olduklarını göstermeye çalışacağız. Bunu yapmakla bugün iman buhranlarının içinde çırpınmakta olan birçok yurttaşlarımıza hususiyle aydın gençlerimize hizmet etmiş olacağımıza inanıyoruz.
Daha çok İbnü’l-Arabî’nin Fusûsü’l-hikem, İmam Rabbanî’nin Mektûbât, Bedreddin Simavî’nin Varidat, Mevlana’nın Mesnevî, Şebüsterî’nin Gülşen-i Râz gibi eserlerinin tercümelerini aktararak vahdet-i vücud merkezli bir tasavvufi kültürü öne çıkaran derginin 10. sayısının ilk yazısı şu başlığı taşımaktadır: “Tasavvuf ve İrtica”.
Adı Tasavvuf olan üçüncü dergimiz ise yayın hayatına 1999’da girdi, hakemli dergi olarak hayatiyetini sürdürüyor. Yayın hayatına 1.4.1956’da başlayan İslâm dergisi, laiklik tartışmaları başta olmak üzere, İmam Hatip okulları, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara İlahiyat Fakültesi ile ilgili problemleri tartışma gündemine taşımıştır. Yine İslam dünyasının problemleriyle yakından ilgilenmiştir. Doğrudan tasavvufi bir dergi olmamakla birlikte zaman zaman bu konu ile ilgili araştırma ve incelemelere de yer vermiştir. İlk sayılarda Nurettin Topçu’nun Din Psikolojisi başlığıyla devam eden seri yazılarını dinî-tasavvufi edebiyatla ilgili metinler izlemiştir.
Tasavvufi düşünce ve yorumları insanlara aktarmanın yazı ve söz olmak üzere iki ana yolunun olduğu bilinmektedir. 1940’lı yıllarda her iki yolu birlikte kullanarak taliplere faydalı olmak isteyen şahıslardan biri de Şemseddin Yeşil’dir. Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin torunlarından Samatya Hatuniye Camii imamı Hüseyin Efendi’nin oğlu olarak 1905’te İstanbul’da doğan Yeşil, 1968’de aynı şehirde vefat etmiştir. Kalem ve kelam gücüne en üst seviyede sahip olan Şemseddin Efendi hak ve hakikati insanlara sunabilmek için bütün fırsatları değerlendirmiş, bütün vesilelere sarılmıştır. Şubat 1947’de çıkarmaya başladığı Hakikat Yolu, bir yıl sonra neşretmeye muvaffak olduğu İslâmiyet isimli dergi ile yoluna devam ederken 1946’da Nuri Demirağ tarafından kurulan Millî Kalkınma Partisi’nden, 1950’de de Demokrat Parti’den milletvekili adayı oldu. Vaazlarında tasavvufi neşveyi terennüm etmesi bazı kimseleri rahatsız ettiği gibi Ehl-i beyt muhabbetini esas alması da farklı bir zümreyi tedirgin etti. Nihayet şikâyetler üzerine imamlık-vaizlik belgesi elinden alındı. Ömrünün son on yedi senesinde Yüksek Ahlâk Derneği’nde verdiği konferansların ses kayıtları elimizdedir. Pek çok eserinin yanında 7 ciltlik tasavvufi bir tefsiri vardır: Füyüzât (İstanbul, 2004). 1943-1966 yılları arasında kaleme alınan tefsirin büyük bölümü İslâmiyet dergisinde neşredilmiştir.
Tasavvufi hayatta farklı bir yol izleyen Melamîlerin, Cumhuriyet döneminin kararlarından en az etkilenen dervişlerden oldukları söylenebilir. Çünkü onların temel özelliklerinden biri, özel mekânlarının yani tekkelerinin olmayışı, ikincisi de özel bir kıyafet taşımamalarıdır. Bunları bir gösteriş vesilesi kabul ettikleri için “halk içinde Hakk’la beraber” olmayı esas almışlardır. Dolayısıyla 1925 kararları onları fazla ilgilendirmediği için daha serbest hareket etmiş, buluştukları her zeminde sohbet meclislerini kurmuş ve gönül ziyafetinden istifade etmişlerdir. Ahmet Yüksel Özemre’nin Üsküdarın Üç Sırlısı (İstanbul 2004) isimli eseri, Melamî neşveye sahip Eşref Ede (1954), Nâfiz ve Turgut Çulpan’ın (1990) hayatlarına ve toplum hayatındaki görünmeyen etkilerine vurgu yapmaktadır.
Ocak 1926 tarihine kadar İstanbul Ümmü Kenan Dergâhı’nın şeyhi olan Kenan Rifaî (ö. 1951), Cumhuriyet döneminin dikkat çeken mutasavvıflarından biridir. 677 sayılı kanuna uygun olarak taç ve hırkayı çıkararak bildiklerini etrafındaki insanlara aktarmaya devam etti. Bazı meslektaşları inzivaya çekilirken o, devrim kanunları ile didişmeden birikimlerini talip olanlara aktardı. Vefatından hemen sonra kaleme alınan Kenan Rifaî ve 20. Asrın Işığında Müslümanlık isimli eser dost halkasında yer alan dört hanımefendi tarafından telif edilmiştir: Samiha Ayverdi, Safiye Erol, Sofi Huri, Nezihe Araz. Kitabın önsözünde yer alan şu ifadeler onun sohbetleriyle gönül dünyalarını aydınlatan insanların bakış açısını vermektedir:
… Bu eser bir biyografi olmakla beraber ferdî bir problem olmak merhalesini aşarak topluma mal edilen bir davayı aksettirmek gayretiyle hazırlanmıştır… Kenan Rifaî ferdi, ahenkli bir bütün hâlinde ele almanın ve toplum münasebetlerini yeni bir plan üzerinde düzenlemenin bahtiyarlığına varmış insandı… Onun şahsında İslamiyet layık olduğu değeri ve manayı kazanarak bu asrın her türlü ilim ve fen gerçeklerine malik nesilleri ile yeniden bir temas ve köprü kurmak imkânlarını bulmuştur.
1930’lu yıllarda Kenan Rifaî’nin sohbetleriyle tanıdığı tasavvufi muhtevayı eserlerine aktaran Samiha Ayverdi (ö. 1993) “kurak mevsim”de topluma farklı bir soluk sunmuştur. Birçok romanında tasavvufi hayatın içeriden tarifine rastlamak mümkündür. Tarikatların mensupları arasında kadınların olduğu, zikir meclislerini kendilerine ayrılan bölümden takip ettiği, bazen de şeyh efendinin görevlendirmesiyle bir hanımın onları eğittiği bilinmektedir. Ancak tekke şeyhi olarak görev yapan hanımefendilere pek rastlanmamaktadır. Samiha Ayverdi, kadın erkek ayrımı yapmadan dünya görüşünü etrafındakilere aktaran bir derviştir. Yazı hayatının 50. yılı münasebetiyle Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın Ekim 1988 sayısı ona tahsis edilmiştir.
Son Asır Türk Şairleri, Son Sadrazamlar, Hoş Sadâ gibi binlerce sayfalık Osmanlı sözel kültür ve medeniyetini yeni nesillere aktaran İbnülemin Mahmud Kemal İnal (ö. 1957), kendine has kişiliğiyle tasavvuf kültürünü farklı bir tarzda temsil etmiştir. Başta Son Asır Türk Şairleri isimli eserinde olmak üzere çok sayıda mutasavvıfın biyografisini üstü örtülü bir biçimde yazıya geçirmiştir. Ömer Faruk Akün onun hakkında şöyle der:
… Konağında elli yılı aşkın bir süre devam ettirdiği meclisleri, tarihe intikal etmekte olan bir kültürün, edebiyattan tasavvufa, hattan mûsikiye, siyasî geçmişimize mal olmuş sima ve vak’alara kadar her türlü bahsin konuşulduğu son sohbetlere şahit olmuş, klasik Türk mûsikisinin ayakta kalışına yüksek seviyede bir barınak olarak hizmet etmiş, unutulmaz fasıllar görmüş, ilim ve sanat çevresinden seçkin simaların her hafta uzun geceler etrafında buluştuğu son ocak halini almıştır. Bütün bu faaliyetlerin etrafında döndüğü merkezî bir şahsiyet, bir ilim ve kültür adamı olan İbnülemin Türk kültür tarihinde yerini almış bulunmaktadır.6
Hüseyin Vassaf, İbnülemin’in kişilik ve düşünce dünyasını üç temel üzerine oturtur. Birincisi tasavvuf, hususen Nakşîlik; ikincisi siyasi değerlendirme, tasavvuf algısı ve medeniyet tasavvuru açısından fikir akrabalığı bulunan Cevdet Paşa; üçüncüsü ise içinde yaşadığı devirdir. İbnülemin’de hemen her şey bu üç unsur etrafında şekillenir. Geleneğe sahip çıkar ve tasavvufu hem hâl hem de kâl olarak hayatının merkezine yerleştirir. İslamcılardaki dönemlik zafiyetlerden uzak kalmayı başarmış, aynı zamanda düşüncelerini zinde tutarak Cevdet Paşa vadisinde fikir imal etmiş bir özgün şahsiyettir. O özgündür, zira savunduğu her şeye kontrollü yaklaşmayı bilen özeleştiri cesaretine sahiptir. Bürokratik hayatı ile Nakşîliği barışık kıldığı gibi, aynı zamanda tasavvufa çok keskin eleştiriler de yapabilmiştir. Öyle ki, bir yandan modernleşme sürecinde tasavvufa yöneltilen eleştirilere cevap vermeye çalışırken, diğer yandan tarikat ve tekkelerdeki yozlaşmayı kıyasıya eleştirir.7
1934’te felsefe doktorasını Paris’te tamamlayan Nureddin Topçu, kırk yıl içinde kaleme aldığı yirmi kadar eserinde tasavvufi düşünceyi esas alan bir İstanbulludur. Nakşî Şeyhi Abdülaziz Bekkine’nin (ö. 1952) irşadıyla girdiği bu âlemin güzelliklerini felsefi kültürüyle mayalayarak topluma sunmuştur. 30 yaşında genç bir lise öğretmeni iken çıkarmaya başladığı Hareket dergisiyle yola düşen Topçu din, ahlak ve sanat üçlüsünün insanlara sunabileceği servetleri aramış, bulmuş ve gençliğe göstermiştir. Kalabalıkların alkışlarıyla ilgilenmeden doğru bildiklerini her zeminde yazan ve konuşan Nurettin Topçu, doçent olduğu hâlde üniversiteye alınmamış, lise öğretmenliğini bir ibadet zevkiyle yürütmüştür. O, tasavvuf hakkında şöyle der: “Tasavvuf insan hakikatlerinin kapısıdır. Hakikatte o, insan ilmidir.”
1960’li-1970’li yıllarda tasavvufla ilgili telif ve tercüme eserlerin sayısı artarken bazı şahsiyetlerin etrafında kümelenmeler de hızlanmıştır. Aşağıda değinilecek olan bu şahsiyetlerin sohbetlerine katılanların hepsi intisap etmemekle beraber dinî hassasiyetlerine uygun bir zemin aradıkları kesindir.
İstanbul’da son dönemde yetişen ve Ali Haydar Efendi ismini taşıyan üç ünlü kişi vardır. Üçü de Osmanlı son dönem hukukçularından olmakla birlikte bunlardan ilki, Büyük Ali Haydar Efendi (ö. 1903) Usûl-ı Fıkıh adlı eseriyle tanınır. İkincisi Mecelle şerhiyle tanınan Küçük Ali Haydar Efendi’dir (ö. 1935). Üçüncüsü 1901’de İstanbul’da medrese icazetini aldıktan sonra ilmî hayatın her kademesinde hizmet veren Ali Haydar Efendi (ö. 1960) olup 1919’dan sonra bir Nakşî şeyhi olarak irşat hizmeti yürütmüştür. Mürşidi, kabri Bandırma Tekke Camii’nin haziresinde bulunan Ali Rıza Efendi’dir. Cumhuriyet döneminde birçok meslektaşı gibi o da göz hapsinde tutulmuş, vefat ettiğinde hocası Çarşambalı Ahmet Efendi’nin yanına defnedilmesi arzusu yerine getirilmemiştir. İsmail Ağa Camii civarında irşat hizmetlerini yürüten Mahmud (Usta Osmanoğlu) Efendi, onun halifesidir. Ali Haydar Efendi ile Mahmud Efendi’yi tanıştıran zat ise Bandırmalı Ali Öztaylan’dır (ö. 2008).
Mehmed Zahid Kotku, Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi ile Fatma Sultan Dergâhı’nda başlayan ve hadis okuma esası üzerine bina edilen bir yapılanma üzerinden özellikle müderris, kadı, müftü, imam ve hatip gibi din ve eğitim alanında çalışan kimselerden oluşan bir cemaati temsil etmektedir. Gümüşhanevî’den sonra dergâh postunda Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi (1911), Safranbolulu İsmail Necati (1919), Türkçe, Arapça ve Dağıstan dillerinde pek çok eseri bulunan Dağıstanlı Ömer Ziyaüddin Efendi (1920), Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi (1926), Serezli Hasib Efendi (1949), Kazanlı Abdülaziz Bekkine (1952) bulunmuştur.
Mehmed Zahid Kotku (ö. 1980), 1952’de Abdülaziz Bekkine’nin vefatı üzerine Bursa’dan İstanbul’a gelerek önce Zeyrek Ümmügülsüm Camii, 1958’de ise Fatih İskender Paşa Camii imametine geçmiş, vaaz ve hutbeleriyle dinî hayatın mürşitlerinden biri olmuştur. O dönemde sohbetlerine devam eden ve üniversitede okuyan gençlerin bir kısmı 1960’lı yılların sonunda Necmeddin Erbakan’ın (ö. 2011) başkanlığında siyasi bir harekete öncülük etmiştir. Sohbetleri Tasavvufî Ahlâk adıyla 5 cilt hâlinde basılmıştır. Başka eserleri de vardır.8 Kotku’nun vefatından sonra yerine damadı Mahmud Esad Coşan (ö. 2001) geçmiştir. Ankara İlahiyat Fakültesi’nde Türk İslam Edebiyatı dersleri veren M. Esad Coşan, akademik çalışmalarını genelde Hatiboğlu Muhammed, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli gibi Türk mutasavvıfları üzerine yoğunlaştırırken, haftalık, düzenli olarak İstanbul İskenderpaşa Camii’nde hadis dersleri, Eyüp’te Sülemî’nin Tabakât-ı Sufiye dersleri, Ankara’da Kuşeyrî okumaları yapmış, yurt içinde ve dışında muhtelif kültürel faaliyetlerle muhitinin entelektüel seviyesini yükseltmeye çalışmıştır.
Maraşlı Ahmed Tahir Efendi (ö. 1954), de aslında hukukçu olup Medresetü’l-kudât’ta Ömer Nasuhi Bilmen’le birlikte okumuşlardır. Ahmed Amiş Efendi’ye intisap etmiş, I. Dünya Harbi’nde Kafkas cephesinde bulunmuş, harp sonrasında kadılık ve Beyazıt dersiamlığı yapmış, medreselerin kapatılmasından sonra Ayasofya Camii vaizliği görevini sürdürmüştür. Vaaz ve sohbetlerinde Mevlana’nın Mesnevî’si ve Dîvân-ı Kebîr’inden beyitler okuyup şerh eden Ahmed Tahir Efendi’nin Beyazıt Küllük Kahvehanesi’nde yaptığı sohbetlere Evrenoszade Sami Bey, Mustafa Efendi (Özeren), Hasan Nevres, Miralay Hilmi Şanlıtop, Muzaffer Ozak, Fethi Gemuhluoğlu gibi müritlerinin yanı sıra Babanzade Ahmed Naim Bey, Muhiddin Raif, Neyzen Tevfik, Abdülbaki Gölpınarlı gibi dönemin önemli şahsiyetleriyle üniversite öğrencileri de katılmıştır.9 Ahmed Tahir Efendi’nin halifesi olan Mustafa Özeren Efendi (ö. 1982), 1911 yılında memleketi Mucur’dan İstanbul’a geldi. 1953 yılında emekli oluncaya kadar Vakıflar Umum Müdürlüğü’nde çalıştı, ardından on beş yıl Vakıflar İstanbul Tasnif başkanlığını yürüttü. Mustafa Efendi Ahmed Amiş Efendi (ö. 1920), Kayserili Mehmed Tevfik Efendi (ö. 1927) ve Maraşlı Ahmed Tahir Efendi’ye hizmet etmiş, ardından, 1968 yılından vefatına kadar irşat hizmetlerini sürdürmüştür.10
1951’de Adana’dan İstanbul’a gelen Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi, Esad Erbilî’nin halifesidir. 1930 yılından beri sessiz ve derinden yürüyen bir cemaatin yavaş yavaş kendini ifade etmeye başlamasının sembol ismidir. Kotku gibi din görevlisi olmadığı için daha çok evinde yürüttüğü sohbetlerle insanların gönül dünyalarını aydınlatmıştır. Kaleme aldığı eserler cemaatin “el kitabı” olmuş, taşradaki sohbetlerin merkezinde bu kitaplar yer almıştır. Vefatından sonra cemaatin büyük bir kısmı Musa Topbaş’a intisap etmiştir. Sohbetleri Musahabe adıyla 6 cilt hâlinde basılmıştır. Başka eserleri de vardır.
Tekkeler kapatıldığında Karagümrük Cerrahî Asitanesi’nde şeyh olan Fahrettin Erenden (d. 1886-ö. 1966), tarikat terbiyesini aynı dergâhın şeyhleri olan amcası Yahya Galib Hayatî ve babası Muhammed Rızaeddin Yaşar efendilerden almış, babasının 1912 de irtihalinden sonra Cerrahî Asitanesi postnişinliğine getirilmiştir. Tekke kültürünü yaşatabilmek için mücadele verenlerden biridir. Başta Nureddin Cerrahî olmak üzere tarikatın büyüklerini tanıtan, Cerrahî tekkeleri ile adap ve erkânı hakkında bilgiler ihtiva eden iki ciltlik Envâr-ı Hazret-i Nûreddin isimli eseri henüz yayınlanmamıştır. 1940’lı yıllarda söz konusu tekkeyi atölye olarak kullanmak isteyen zihniyete karşı yıllarca mücadele vererek, İstanbul’u Sevenler Cemiyeti’nin de desteğiyle türbe ve tevhithaneyi tamir ettirmiş ve günümüze ulaşmasına vesile olmuştur. Cumhuriyet döneminde kaleme aldığı yukarıdaki eserinde hilafet verdiği erkek ve kadınların ismini ayrı ayrı belirttiğine göre bu “nehir”in kısmen de olsa derinden derine akıp gittiğini söylemek mümkündür.
Tekke musikisi ve ayinleri konusunda devrinin en önemli ismi olan İbrahim Fahreddin Efendi, tekkelerin kapatılmasından sonra da tasavvuf kültürü ve musikisinin sonraki nesillere aktarılması yönünde büyük çaba sarf ederek Muzaffer Ozak, Safer Dal, Kemal Evren gibi zatların yetişmesinde büyük rol oynamıştır. Envâr-ı Hz. Nûreddin, Sualnâme, Tarikatnâme gibi eserler kaleme alan İbrahim Fahreddin Erenden’in Fahrî mahlasıyla yazmış olduğu çok sayıda nutku şerîfi bestelenmiştir.
Fahreddin Efendi’nin yerine geçen Muzaffer Ozak (ö. 1985) Cumhuriyet rejiminin tabularına takılmadan yürüyüşüne devam etmiştir. Bir taraftan Sahaflar şeyhi olması, diğer taraftan musiki ile yakından ilgilenmesi ona farklı bir çevre kazandırmış, cemaatin Avrupa ve Amerika’ya açılmasına, o coğrafyanın sesli zikir meclisleriyle yeniden tanışmasına vesile olmuştur. Kapalıçarşı Camilihan Mescidi’nin Cuma hatipliğini de yürüten Ozak, yayınladığı eserlerde de söz konusu kültüre hizmet etmiştir. Ozak’ın üç ciltlik İrşad isimli eserinin yanı sıra başka eserleri de vardır. Muzaffer Efendi’nin halifesi Safer Dal (Safer Baba) da (ö. 1999) aynı yolun yolcusu olmuştur. Günümüzde Cerrahîlik, Karagümrük pîr evinde fonksiyonunu icra etmektedir.
Tekkesiz tasavvuf döneminin etkili isimlerinden biri de Seyyid Abdülhakim Arvasî’dir. O, Anadolu’da birçok kasabada müftülük görevinde bulunduktan sonra 1919’da İstanbul’a gelerek Eyüp Kaşgarî Dergâhı postnişinliğine atanmış, tekkelerin 1925’te kapanmasından sonra da aynı mekânda ikametine ve vaazlarına izin verilmiştir. 1931 yılına kadar İstanbul’un Eyüpsultan, Fatih, Beyazıt, Ayasofya, Bakırköy Zuhuratbaba, Kadıköy Osman Ağa gibi büyük camilerinde resmî ve fahri olarak vaaz vermiş, dinin tasavvuf üzerinden halka ulaşmasına aracılık etmiş, çok sayıda kimseyi etkilemiştir. Beyazıt Camii’nde Kadı Beyzavî tefsirini okutup bitirmiştir. Menemen Hadisesi dolayısıyla tutuklandı, ancak daha sonra serbest bırakıldı. 1943’te tutuklanarak İzmir’e gönderildi, ardından Ankara’ya gitmesine izin verildi ve aynı yıl içinde orada vefat etti. Arapça, Farsça ve Kürtçe bilen ve bu dillerde şiirler yazan Arvasî’nin Nakşibendîlere mahsus rabıtanın nasıl yapılacağını tarif eden Râbıta-i Şerîfe (1342/1924) adlı eseri meşhurdur. Arvasî’nin en önemli talebelerinden birisi Necip Fazıl Kısakürek’tir. Necip Fazıl (ö. 1983), Arvasî’ye bağlandıktan sonra tasavvufa yoğun ilgi duymuştur. Onun 1942’den itibaren yayınlamaya başladığı Büyük Doğu dergisinde tasavvufi konulara da yer veriliyordu. 1982’de yayınlanan Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu adlı eseri ise 1960’lı yıllarda bir ramazan ayında teravihten sonra sahur vaktine kadar devam eden üç konferans metninin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. O ve Ben isimli eseri ise şeyhi ile kendisi arasındaki bağlılığa vurgu yapmak üzere kaleme alınmıştır. Kısakürek’in tasavvufi konulara sıcak bakmasının daha sonra yetişen gençlik üzerinde müspet etkisi görülmüştür; selefî tavırların ve tasavvufi kültürü küçümseyen bakışların yayılma imkânı bulamamasının sebeplerinden biri olmuştur. Hüseyin Hilmi Işık (ö. 2002) da Abdülhakim Arvasî’nin önde gelen talebelerinden biridir. Arvasî’nin sohbetlerini Necip Fazıl gibi uzun süre takip etmiştir.
Bütün bunlardan başka İstanbul’a farklı sebeplerle gelen ve muhitinde dönemsel olarak etkin olan tarikat şeyhleri de bulunmaktadır. Mesela, 1904 Arhavi doğumlu Sultan Baba (İhsan Tamgüney ö. 1991), Nakşibendiye-i Halidiye’den Dağıstanlı Şeyh Şerafeddin’in yolunu Zeytinburnu’ndaki dergâhında sürdürmüştür. Mevlana Halid Bağdadî’nin önde gelen halifelerinden Osman Siraceddin’in torunlarından Osman Siraceddin Efendi (d. 1896-ö. 1997) ise Bağdat, Kuzey Irak ve İran’da uzun süre tarikatını neşrettikten sonra İstanbul’a gelerek Esenyurt’ta bağlılarına sohbetler yapmış, vefatında da buraya defnedilmiştir.
Akademik Hayatta Tasavvuf Araştırmaları
Fikir ve düşünce hürriyetinin olmadığı toplumlarda devletin bakış tarzı eli kalem tutanları da sınırlamaktadır. Devletin mahkûm ettiği bir kişi ve kuruluş hakkında yazarken akademisyenler kendilerini çok dikkatli bir dil kullanmak zorunda hissetmiştir. Ömer Lütfi Barkan zaviyelerle ilgili belgeleri 1942’de Vakıflar Dergisi’nde yayınladı. Abdülbaki Gölpınarlı aynı yıllarda iktisadi hayatın temel teşkilatının fütüvvetnamelerini hazırlamakla meşguldü. Fakat iş hayatının günümüzdeki durumu nasıldı? Marksist ve kapitalist çizgide gidip gelen dünyada biz neredeydik? Nerede olmalıydık? Bizim insanımızın zihniyet yapısı hangisine uygundu? Batı’daki Protestan ahlakıyla bizim görüşümüz uzlaşabilecek miydi? Bu soruların cevabını aramayı da kader, Gümüşhanevî Dergâhı’nda doğmuş olan bir iktisat tarihçisine yükledi: Sabri Ülgener (ö. 1983). Ülgener’in babası İstanbul’un ilk müftüsü Fehmi Ülgener (ö. 1943), dedesi ise Gümüşhanevî tekkesinin üçüncü postnişini Safranbolulu İsmail Necati Efendi idi. Türkiye’nin Weber’i diye tanınan Ülgener iki eserle konuya açıklık getirirken tekke psikolojisinin iş hayatıyla olan rabıtasına da dikkat çekti: İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri: Başlangıcından 18. Asır Sonlarına Kadar Fikir ve Sanat Tarihi Boyunca Akisleri ile Umumi Bir Tahlil Denemesi (İstanbul 1951) ve Dünü ve Bugünü ile Zihniyet ve Din: İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı (İstanbul 1981).
Konuya sosyal psikoloji ve felsefe açısından yaklaşan Erol Güngör’ün 1982 de yayınlanan eserinin adı İslam Tasavvufunun Meseleleri’dir. Gerek Ülgener gerekse Güngör’ün bazı görüş ve değerlendirmelerine itiraz etmek mümkün ise de konunun akademik çevrelerce tartışılmasının önünü açmaları açısından söz konusu eserler önemlidir. Kitabın önsözünden anlaşıldığına göre yazarın 1981’de kaleme aldığı İslam’ın Bugünkü Meseleleri isimli eserinin neşrinden sonra aldığı tenkitlerin başında “tasavvufa yer verilmeyişi” gelmiştir. Bu eksikliği ikinci baskıda bir makale ilavesiyle gidermeyi uygun bulmayan Güngör söz konusu eseri yazmıştır. Özellikle kitabın “Günümüz ve Tasavvuf” başlığını taşıyan son bölümünde konumuzu ilgilendiren tahlil, tenkit ve teklifler yapmıştır. Ruhları kirleten rasyonalizm ile putlaştırılan müspet ilmin sebep olduğu “boşluk” konusunda Güngör şöyle diyor:
Aşk ve imanın bulunmadığı bir cemiyette bu ikisinin ihtiyacı şiddetle duyulacak ve dolayısıyla rasyonalist zihniyetin boş bıraktığı yeri en iyi doldurabilecek bir sistem gelecekti. Hakikatte Türkiye bu ihtiyacı dinden başka şeylerle gidermeyi de denedi. Fakat hiçbir dünyevi inanç veya merasim ne kadar zorlanırsa zorlansın kendi özünde bulunmayan bir maneviyat ihtiyacına cevap veremezdi.
Tasavvufu gündeme taşıyan bir başka akademisyen, Ahmet Yüksel Özemre, Menemen Olayı’ndan beş sene sonra Üsküdar’da doğdu. 1954’te Galatasaray Lisesi’nden, 1957’de İstanbul Üniversitesi Matematik-Fizik Bölümü’nden mezun olan Türkiye’nin ilk atom mühendisi Özemre de (ö. 2008) sırlı dervişlerden biridir. Kırka yakın esere imza atan Özemre’nin Üsküdar’ın Üç Sırlısı, Kâmil Mürşidin Mirası, Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı, Gel de Çık İşin İçinden isimli eserleri konumuzla doğrudan ilgilidir.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan sonra 1924’te açılan Darülfünun İlahiyat Fakültesi’nde tasavvuf tarihi dersi olduğu hâlde 1949’da Ankara’da eğitim ve öğretime başlayan ilahiyat fakültesinde bu ders yoktur. 1959’da Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak açılan İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde söz konusu ders vardır. Günümüzde ise anabilim dalı olarak tasavvuf tarihinde lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimi verilmektedir. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okutulan tasavvuf tarihi, ilgili öğretim üyelerinin yeni eserler kaleme almalarını teşvik etmiştir. Mahir İz (ö. 1974) ve Selçuk Eraydın (ö. 1995) bu alanda ilk eser verenlerdir.
İlahiyat fakülteleri dışındaki fakültelerde de tasavvuf tarihi araştırılmaktadır. Tekke edebiyatı hususunda çalışmalar yapan Kemal Edip Kürkçüoğlu, Yazıcıoğlu’nun Muhammediye’si üzerine doktora yapan Amil Çelebioğlu, Hacı Bektaş Veli üzerine doçentlik tezi hazırlayan, İstanbul Molla Murad Dergâhı’nda Sülemî’nin Tabakât’ını yıllarca sevenlerine okutan Mahmud Esad Coşan bu tür çalışmaların öncülerindendir.
Bununla birlikte akademik hayatta tarikatların aleyhinde bulunan etkili kişiler ve kurumlar da vardı. Özellikle belli bir döneme kadar Diyanet İşleri Başkanlığı ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bu yönüyle dikkat çekerler. Genelde Ankara merkezli neşredilen Hakikat, İktibas, Kriter gibi bazı dergiler de tasavvuf kültürüne “neyzen bakışlı” olmuşlardır. Tekke-medrese tartışması güncelliğini hiçbir zaman kaybetmemiştir.
Cumhuriyet döneminde dolaylı olarak tasavvuf kültürüne hizmet eden tarihçi, edebiyatçı, sanat tarihçisi ve mimarları da anmak gerekir. Bu konuda Osmanlı mimarisi ile ilgili kaleme aldığı muhalled eserleriyle altın madalya Ekrem Hakkı Ayverdi’ye aittir. Ayrıca H. Ethem Eldem (ö. 1938), Kâmil Kepecioğlu (ö. 1952), İbnülemin Mahmud Kemal (ö. 1957), Rıfkı Melul Meriç (ö. 1964), Sedat Çetintaş (ö. 1965), Celal Esad Arseven (ö. 1971), Mehmet Zeki Pakalın (ö. 1972), Reşad Ekrem Koçu (ö. 1975), İsmail Hakkı Uzunçarşılı (ö. 1977), İbrahim Hakkı Konyalı (ö. 1984), Cemaleddin S. Revnakoğlu (ö. 1968), Sedat Hakkı Eldem (ö. 1988) gibi isimleri de burada anmak gerekir. Mimar Turgut Cansever (ö. 2009) mimari düzen ile tasavvufi düşünce arasındaki bağı anlattığı gibi, Mimar Baha Tanman da otuz yıldan beri yaptığı çalışmalarla İstanbul tekkelerinin tarihini yeniden yazmıştır. Şinasi Akbatu, Ekrem Işın, Mustafa Özdamar gibi şahsiyetlerin katkısını da unutmamak gerekir. Cumhuriyet döneminde toplanan bu bilgilerin özeti Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde bir araya getirilmiştir. Fuat Köprülü, Agâh Sırrı Levent, A. Hamdi Tanpınar, Nihat Sami Banarlı, Ahmet Kabaklı gibi şahsiyetlerin eserleri tekke ve tasavvuf edebiyatını gündeme taşıdığı gibi Hüseyin Sadeddin Arel, Sadeddin Nüzhet Ergun, Yılmaz Öztuna, Rauf Yekta gibi yazarların kitapları tekke musikisinin hayatiyetini kısmen de olsa sağlamış, bazı bilgilerin kayda geçmesini temin etmiştir.
Akademik araştırmalar açısından değinilmesi gereken önemli bir husus da son kırk yılda tasavvufun temel eserlerinin hemen hepsinin Türkçeye çevrilmiş olmasıdır. Bunlardan bazıları Osmanlılar döneminde çevirileri bulunan, bir kısmı ise ilk defa Türkçeye çevrilen eserlerdir. Batı dillerinde yapılan araştırmaların çevrilmesinde de benzer bir yoğunluk görülmektedir.
1980 Sonrası Tasavvufi Cemaatler ve Medya Etkisi
1946’ya kadar medya demek gazete demekti. O da tek partinin kanatları altındaydı. Radyo bir tane idi, o da devletin ve hükûmetin sesi idi. 1946’dan sonra duyulmaya başlayan farklı sesler farklı gazete ve dergileri besledi. Radyo yine bir tane ve yine devletindi. 1970’li yıllarda televizyon isimli bir alet ortaya çıktı, yine bir tane ve yine devletindi. Bu “tekel” 1990’lı yıllara kadar sürdü. 1983’ten sonra dinî ve tasavvufi yayınlarda, özellikle dergilerde bir canlanma görülmektedir. M. Esad Coşan’ın çıkardığı İslâm dergisi bu yolun öncülerindendir. İslâm dergisi 2000’li yıllarda yayınına son verdi. 1986’da yayınına başlayan Altınoluk dergisi hayatiyetini sürdürüyor. Bazı tasavvufi cemaatler radyo, televizyon, gazete, dergi, yurt, özel okul, finans kurumu, vakıf ve dernek ile “tam teşekküllü” bir güç olurken bazıları bu konularla ilgilenmeyi “yol”un adabına aykırı görmüşlerdir. Tasavvufi cemaatlerin holdingleşmesi ise tenkit alan konuların başında yer almaktadır.
Tasavvufi rengi önde olan dergilerden hâlen yayınlanan veya yayınına ara verenlerin önemli bir kısmını şöyle sıralayabiliriz: Altınoluk, Arifân, Beyan, Buhara, Çağrışım, Fark, Hakikat, İlim ve İrfan, İnkişaf, İslâm, Keşkül, Kubbealtı Akademi, Reyhan, Semerkand, Somuncu Baba, Sufî Gelenek, Yeni Dünya, Zuhur.
Medyanın özellikle televizyonun yaygınlaşması seyr u sülûkte yeni “yollar”ı teşvik etmiştir. Göz göze ve diz dize eğitimin yanı sıra “uzaktan kumandalı eğitim” de devreye girmiştir.
Sonuç
Osmanlı döneminde kollarıyla birlikte yirmiden fazla tarikata, üç yüzden fazla tekkeye kucak açan başkent İstanbul, tasavvuf tarihinin en önemli şehirlerinden biridir. Hayatın her alanına nüfuz eden tasavvufi kültürün 1925 öncesinde zor durumda kaldığı zamanlar oldu. Dervişlerin idam edildiği, şeyhlerinin sürgüne gönderildiği tekkelerin -geçici de olsa- kapatıldığı dönemler oldu. Fakat 1925’te yaşadığı celâlî tecelliye benzer bir tavrı hiçbir zaman yaşamadı. Tekkelerin kapanmasıyla birlikte bu eğitim sonlandırılmış, tasavvufi kültürün şah damarı kesilmek istenmiştir. Fakat ana damarı tıkanınca kılcal damarlara yeni fonksiyonlar veren vücut mekanizması gibi İstanbul’da yaşayan insanlar da yeni “yollar” bulmuş ve bu yollarla “menzil-i maksud”a ulaşmaya çalışmışlardır. Fakat yasak olan bir hareketi seviye kaybına yol açmadan yaşatmak çok zordur. Devletin ceberut yüzüyle karşılaşan dervişler, uzun süre susmuş, daha sonra da işin ehli olanların öbür âleme göç etmelerinden dolayı ortaya çıkan boşluğun problemleriyle yüz yüze gelmişlerdir. İlgili mevzuat ve kanunlar değişmediyse de zamanla demokratik hayatta meydana gelen gelişmelere paralel olarak dinî-tasavvufi hayatın önündeki bazı engeller kalkmıştır. Ancak din ve vicdan hürriyetinin kapıları aralanırken kâmil mürşitlerin adedi de azalmış, istismarcılara büyük fırsatlar doğmuştur. Yaratılışı gereği tasavvufi konulara yatkın olan insanlar temiz kalp sahibi insanlarla karşılaşınca “imanın tadı”nı tatmış, ruhunun ihtiyaçlarını gidermiştir. İstismarcıların eline düşenler ise bir müddet sonra “serab”ın farkına varmış ve sükût-i hayale uğramıştır. 1925’ten beri gündemde olan bir soru sorulmaya devam etmektedir: Tekkeler geçici olarak mı kapatıldı, sürekli olarak mı? Soru şöyle de sorulabilir: Tekkeler ne zaman açılacak? Bunun cevabını net olarak bilmiyoruz.
DİPNOTLAR
1 Geniş bilgi için bk. Mustafa Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, İstanbul 2002.
2 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Ankara 1982, III.
3 Bu şiirler için bk. Mustafa Kara, Buhara-Bursa-Bosna, İstanbul 2012, s. 485.
4 Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, İstanbul 2010, s. 294.
5 Bk. Mustafa Özdamar, Ahmed Amiş Efendi, İstanbul 1997.
6 Ömer Faruk Akün, “İbnülemin Mahmud Kemal”, DİA, XXI, 262.
7 Osmanzâde Hüseyin Vassâf, İbnülemin Mahmud Kemal ve Kemâlü’l-Kemâl Bir Eski Zaman Efendisi, haz. İsmail Kara ve Fatih M. Şeker, İstanbul 2009.
8 Bkz. http://www.iskenderpasa.com/.
9 Daha fazla bilgi için bk. Nihat Azamat, “Maraşlı Ahmet Tâhir Efendi”, DİA, XXVIII, 38-39.
10 Bilgi için bk. Abdullah Kucur, “Mustafa Özeren Efendi”, Sahabeden Günümüze Allah Dostları, İstanbul, c. 10, s. 236-240.