A PHP Error was encountered

Severity: Notice

Message: Undefined index: HTTP_ACCEPT_LANGUAGE

Filename: core/Public_Controller.php

Line Number: 89

Backtrace:

File: /var/www/html/application/core/Public_Controller.php
Line: 89
Function: _error_handler

File: /var/www/html/application/core/Public_Controller.php
Line: 51
Function: language_control

File: /var/www/html/index.php
Line: 282
Function: require_once

XIX. YÜZYILDAN XXI. YÜZYILA TÜRK EDEBİYATINDA İSTANBUL | Büyük İstanbul Tarihi

XIX. YÜZYILDAN XXI. YÜZYILA
TÜRK EDEBİYATINDA İSTANBUL

İstanbul hem Türk tarihinin hem de bu tarihin bir parçası olduğu büyük İslam tarihi ve medeniyetinin devirler içerisinde kurduğu ve bugüne taşıdığı en eski, büyük ve ihtişamlı şehirlerin başında gelir. Fetihten itibaren nesilden nesile, devirden devire zemini olduğu, yaptığı, yansıttığı ve yüklenip taşıdığı hayat biçimi, bu hayatı inşa eden hassasiyet ve inancın şekillendirdiği kalıplar, değerler, kabuller, tecrübeler ve birikimlerle temsil gücü yüksek, büyük ve zengin bir “medeniyet mümessili” kimliği kazanmış olan bu şehir, bu özelliği ile nesiller boyu, yetiştirdiği münevverlerin, sanat, edebiyat ve düşünce erbabının eserlerine de konu olmuştur.

Bu konu oluş, şehrin zaman içerisinde kazandığı tarihî çehrenin, devirden devire kazandığı medeniyet ve hayat izlerinin ve tezahürlerinin çoğalışı ile orantılı bir şekilde artarak bugüne kadar gelir. Nitekim günümüz Türk edebiyatında İstanbul çok boyutlu, çok zengin ve çok rağbet gören tematik bir damardır.

Lâkin bu tablo, münhasıran bugüne mahsus bir tablo değildir. Nitelikleri, ton ve oranları değişse bile, edebiyata akseden İstanbul tablosunun renkleri 1453’ten ve hatta Dede Korkut Hikâyeleri, Battal Gazi Destanı ve Saltuknâme gibi eserlerdeki temaslarla fetihten çok daha öncelerden itibaren kendisini göstererek, fetih sonrasında Klasik Türk Edebiyatı’nın asırdan asra tonu daha da belirginleşen hâkim renklerinden birisi olmuştur. Ancak bugünün birikimi ve zevk kabulleri ile dönüp baktığımızda Divan veya Halk şairinin kalemindeki İstanbul, modern dönem Türk edebiyatçısının İstanbul algısına nazaran farklılıklar arz eder ki, bu da tabii kabul edilmelidir. Her sanatkâr, çağının çocuğudur. Her şehir de kendi çağına kadarki görünümleri ile şahsiyetini yansıtır.

Divan şairi için İstanbul, bir yandan hilâfetin merkezi, bir yandan Devlet-i Aliyye’nin payitahtı, bir yandan da maddi bağlamda güzellikler, zenginlikler, haşmetli ve şatafatlı hayatlar ile müzeyyen bir şehirdi. Şairler kendi hayat maceralarını, alaka ve aşklarını bile bu şehrin imkânları ile yaşar, bu hayatın içinde teneffüs ederlerdi. Bu yüzden de onların eserlerinde İstanbul çoğu kez “meyvenin içindeki özsu” gibi nüfuz etmiş, tabii ve kendiliğinden görünürdü. Nitekim Nef’î

“Mahşer olmuş sahn-ı Kâğıthâne bundadur
Cennete dönmüş güzellerle temâşâ bundadur.”

derken, Nedim

“Hep halkınun etvârı pesendîde vü makbûl
Derler ki biraz dilberi bî-mihr ü vefâdur.”

derken, Enderunlu Vâsıf

“Mevsim-i güldür, gülistân vaktidir
Lâlezâr’a gel Çırağân vaktidir,

Bu nevâ-yı andelîbân vaktidir,
Lâlezâr’a gel Çırağân vaktidir.”

derken İstanbul’dan ve İstanbul’da yaşanan hayatın tezahürlerinden başka bir şeyi anlatmıyorlardı.

Böyle “bilvesîle” İstanbul’dan bahseden metinlerinin yanısıra, Divan edebiyatçılarının elbette bizzat İstanbul’u vasfeden, İstanbul için yazılmış eserleri de mevcuttur. Ancak bunların büyük çoğunluğu şehirle ilgisini, onun hakkında bilgi vermek, onu yorumlamak, emsali şehirler ile mukayese etmek bağlamında kurmak yerine, övgü yahut tasvir esası üzerinden yürütürler. Bu “deskriptif” tutum, bazan bir şahsın veya yeni inşa edilmiş bir mimari eserin övgüsü, bazan bir mekânın veyahut kişinin tasviri şeklinde kelimelere dökülür. Bu yüzden de, Divan edebiyatının şehrengizlerinden kasidelerine, mesnevîlerinden gazellerine, hatta hikâyelerinden şarkılarına kadar, ya günlük hayat sahnelerinin, mesela yaşanan bir aşkın çiçeklendiği geniş yahut dar sınırlı bir mekân olarak İstanbul vardır, ya mabedler, medreseler, saraylar, yalılar, konaklar, köşkler, çeşmeler vb. mimari eserlerin ve onları inşa ettirenlerin methi dolayısıyla İstanbul vardır, ya da gezilip görülen, içindeki “güzeller”ine ve güzelliklerine övgüler düzülen bir İstanbul vardır… Bu görünüm, özellikle de Enderunlu Fazıl, Yenişehirli Avni, Keçecizade İzzet Molla, Enderunlu Vasıf gibi temsilcilerinin kalemiyle, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, XIX. yüzyıl şiirinde günlük hayat sahneleri, zevk ve eğlence ortam ve görünümleri ekseninde bir yoğunluk kazanır. Önceki yüzyıldan Nedîm’in rüzgârıyla hız kesbeden bu İstanbul algısı şehrengîzler, sevâhilnâmeler, hûbânnâmeler, zenânnâmeler ile bilhassa şiirde büyük bir zenginliğe ulaşır.

Fakat aşağı yukarı XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir yandan da, Türk edebiyatçısının Batı edebiyatlarıyla ilgi ve ilişkisinin başlaması, mekâna farklı dikkat ve hassasiyetlerle yaklaşan Batılı edebiyat metinleriyle muarefe, özellikle roman gibi mekân zemininde yürüyen yeni edebî türlerin Batı edebiyatlarından alınıp benzerlerinin Türk edebiyatında da yazılma denemeleri, edebiyatta “gerçekçilik” vurgu ve çabasının güdülmesi gibi sebep ve gelişmeler neticesinde İstanbul’a daha farklı bir niyet ve bakış açısı ile yaklaşma gayretlerinin mahsulü olan edebî metinler de kendisini göstermeye başlar. Bu tematik yoğunlaşma ve eğilimde dönemin Osmanlı aydın ve edebiyatçısının yurtdışına çıkma imkânını eskiye oranla daha fazla elde etmesinin, özellikle de Avrupa şehirlerini görerek, oralarda bulunarak, o şehirlerle İstanbul’u kıyaslama sonucunda “şehir” olgusuna ve kimliğine dair fikirler beslemeye başlamasının rolünü de düşünmek gerekir. XVIII. yüzyıldan XIX. yüzyılın ortalarına kadar sarkan süreçte Avrupa payitahtlarında görev yapmış sefirlerin ve bazan sefaret memurlarının kaleme aldıkları ve Yirmisekiz Çelebi Mehmed’in Fransa Seyahatnâmesi’nden Mustafa Sami Efendi’nin Avrupa Risâlesi’ne uzanan çizgide sefaretname ve seyahatnameler, Namık Kemal’in “Londra”, Sadullah Paşa’nın “Şarlotenburg Sarayı” gibi makaleleri, Ahmed Midhat Efendi’nin Avrupa’da Bir Cevelân ve Ahmed İhsan’ın Avrupa’da Ne Gördüm isimli seyahat kitapları vb. metinler, Türk insanının kafasında İstanbul ve diğerleri mukayesesini doğurmuş, bu mukayesenin bir uzantısı olarak da İstanbul, devrin yazarının kalemine, okurunun rağbetine daha çok uğrar olmuştur.

Bu rağbette elbette gelişen matbuat teknolojisi ve sektörünün İstanbul’da daha fazla neşvünema bulmasının, buna paralel olarak da İstanbul’un eskiden beri olduğundan daha baskın ve belirgin bir biçimde ülkenin kültür ve edebiyat hayatına yön veren bir şehir hâline gelmesinin, bu şehirde yapılanan kültür, sanat ve edebiyat ortamlarının Anadolu veya Rumeli’ndeki edebiyat heveslisi, istidatlı gençleri, ilim ve sanat erbabını İstanbul’a çekmesinin, İstanbul’daki bu sanat ve edebiyat çevrelerinin zaman zaman farklı nesil ve zevk oluşumları, hayat ve düşünce tercihleri etrafında topluluklar, mahfiller, modalar teşkil etmelerinin, bu teşekkülün zemin ve makesinin ise tabii olarak İstanbul olmasının da payı büyüktür.

Yukarıda Osmanlı edebiyatçısının Batı edebiyatıyla muarefesi ve bununla bağlantılı olarak roman gibi mekân zemininde yürüyen yeni edebî türleri tanımasının İstanbul’un edebiyatımızda daha fazla akis bulmaya başlamasını doğurduğunu söyledik. Buna modern kısa hikâye ve tiyatro gibi olay eksenli iki türü daha ekleyebiliriz. Bu türlerin mekâna muhtaciyetleri ve vurguları, İstanbul’un bir mekân olarak kaçınılmaz bir biçimde edebî eserlerde işlenmesini arttırmıştır. Bu işleyişte ise, Beyoğlu, Galata, Şişli, Çamlıca, Boğaziçi, Adalar gibi semtler, çeşitli mesireler ve sayfiyeler, bu Batılı edebî türlerin istediği ve beslendiği hayatların Osmanlı’daki zembereğini daha kolay kuracak mekânlar olarak biraz daha öne çıkar.

Bunun yanısıra, pek çok açıdan doğrudan edebiyatı da etkilemiş, hatta değiştirmeye başlamış bir yayın organı olan gazeteyi ve hemen onun yanında mecmuayı da unutmamak gerekir. XIX. asrın bilhassa ikinci yarısında ve sonrasında gazete, şehir hayatına dair verdiği haberlerle, yazı ve görsel materyallerle İstanbul’a yönelik dikkatleri daha da uyandırmış, ilgileri arttırmış, böylelikle İstanbul’un edebiyata artan bir yekunla taşınmasına fırsat ve kolaylık sağlamıştır. Zira unutmayalım ki, Osmanlı’nın ilk gazeteleri ve dergileri, büyük oranda İstanbul’da yayımlanmaktaydı. Memleket içerisinde vukubulan olayların aktarıldığı “Havâdis-i Dahiliyye” sütunları, Ahmed İhsan (Tokgöz)’ın Servet-i Fünûn’da yazdığı “İstanbul Postası”, Ahmed Rasim’in çoğunu Mâlûmât’ta yayımladığı “Şehir Mektupları” türünden köşeler, serlevhasında bir iftihar nişanı gibi “musavver” sıfatı ile neşrolunan gazete ve dergilerdeki İstanbul’a ait görsel malzemeler, bu şehre ve şehirde yaşanan hayatın ayrıntılarına karşı devrin edebiyatçısını uyarıp bilgilendirirken okurun da beklenti ve ilgisini şekillendirmekte etkili olmuştur.

Cumhuriyet’e kadar Osmanlı edebiyatçısının kaleminde İstanbul bir yandan şehrin Aksaray, Fatih, Üsküdar, Eyüp, Yedikule gibi eski semtleri, mahalleleri, buralarda yaşanan hayatlar ve tarihî mimari eserler ile mevcut olurken bir yandan da Batı tesirinde değişen “yeni” hayatın şekillenmeye başladığı Şişli, Nişantaşı, Yeşilköy gibi yeni semtler, Osmanlı modernleşmesinin etkisini en çok belli ettiği Boğaziçi semtleri ve buralardaki hayatlar etrafında görülüp gösterilmeye başlanır. Osmanlı toplum hayatının her alanında kendisini belli eden o iki buutlu görünüm, İstanbul odağında edebiyatta da bize bakacaktır. Bu buutların/boyutların tercihi, yazarın dünya görüşü ve hayat tarzı tercihini de İstanbul ölçeğinde yansıtacak bir mahiyete ulaşır gitgide. Bu tablonun çizgileri kendisini en çok da yüzyılın sonundaki Servet-i Fünun topluluğu edebiyatçılarında belli edecektir.

Osmanlı İstanbul’unun XX. yüzyıldaki edebî tablosunun ebadı ve rengi ise epey karışıktır. Bir yandan Tanzimat’tan itibaren varlığını günden güne daha da belli eden alafranga hayatın resmettiği yalancı parıltıların ve özentili hayranlık ve komplekslerin peşinde koşturan toplumsal kesimler ve onların İstanbul’u, diğer yandan savaşlar, bozgunlar ve özellikle de Balkanlar’daki büyük toprak kayıplarının doğurduğu muhacir akınının meydana getirdiği fakr u zaruret ve acziyetin var ettiği yoksul ve köhne İstanbul, öte yandan ise 13 Kasım 1918’de şehrin Avrupalı güçler tarafından işgali ile başlayan ve sefaletle sefahatin, yoksullukla şatafatın, hamiyetle ihanetin yan yana yaşandığı işgal yıllarının İstanbul’u…

XIX. yüzyıldan Cumhuriyet’e gelene kadar edebiyatımızda İstanbul’un oluşturduğu görünüm anahatlarıyla böyledir.

Yeni devletin 13 Ekim 1923’te Ankara’yı başkent ilan etmesi, İstanbul’un “payitaht”lık vasfını siler. Ancak siyasi anlamdaki bu sıfat eksilmesi, onun itibar, önem ve bununla bağlantılı olarak ilgi kaybetmesini doğurmayacak, tam tersine o günlerden bugüne İstanbul, siyasi ve ekonomik alanda olduğu kadar, kültürel ve edebî alanda da artan ve çeşitlenen bir kimlik ve bu kimliğin üzerinde topladığı rağbet ve dikkatin mazhar ve makesi olmayı sürdürecektir.

Bu dikkat ve rağbet çeşitlenmiş ve zenginleşmiştir, artmış ve teferruatlanmıştır. Çünkü şehir, geçen zaman içerisinde yeni anlamlar, yeni önemler, yeni görünüm ve özellikler kazanmıştır. Bu kazanımlarla birlikte ona bakan, onu anlamaya ve yorumlamaya çalışan insanın gözü de farklılaşmıştır. Üstelik bu göz, dünya görüşü ve zihniyet farklılığı dolayısıyla İstanbul’u başka başka açılardan, farklı farklı gözlüklerle de görmeye başlamış, bu ise İstanbul algısını çok katmanlı, çok anlamlı ve yorumlu bir niteliğe daha fazla dönüştürmüştür. Dünden bugüne Cumhuriyet dönemi aydın ve edebiyatçısının İstanbul’u değil, “İstanbullar”ı vardır artık ve Türk edebiyatında İstanbul’un bugün aldığı bu “multivalent” manzara en başta bu noktadan hareketle resmedilmeli ve anlaşılmalıdır.

Bu manzaranın ayrıntıları belli başlı şu noktalar etrafında toplanabilir:

- İstanbul, Cumhuriyet’le birlikte siyasal anlamda başkent olma sıfatını yitirse bile, başından beri kültürel başkent olma niteliğini hiçbir zaman kaybetmemiştir. Bugün de ülkenin kültür ve sanat başkenti İstanbul’dur. Bu yüzden edebiyatı da ağırlıklı olarak hem yapan hem de ona konu olan, onda en güzel yansımalarını bulan şehirdir o. Modern Türk edebiyatının hemen her edebî türde en önemli tema mecralarından birisi, İstanbul’dur.

- İstanbul, Osmanlı Devleti’nin başşehridir. Bu kimlik, Cumhuriyet döneminde onun kimi edebiyatçı ve aydınlarca daha çok benimsenmesine, kimilerince de dışlanmasına, kötülenmesine yol açmıştır. Cumhuriyet devri edebiyatında, bilhassa bu devrin ilk on yılları içerisinde, yeni kurulan rejimin heyecan, zihniyet ve yaptırım rüzgârlarının sert ve hırçın estiği zaman dilimlerinde, Osmanlılık ve Osmanlı olmanın getirdiği değerler ve yaşayışlar skalası etrafında İstanbul da bir temsilci olarak edebiyatçıların kaleminde farklı anlam ve önemler kazanmıştır.

Bir kesim, Tevfik Fikret’in “Sis” şiirinden devraldığı bakış açısı ile onu beğenmediği Osmanlı’nın mirasçısı olarak görüp, köhnemiş, tefessüh ve inkıraza meyletmiş yönlerini öne çıkararak eleştirmişlerdir. Zira artık İstanbul, “eski”nin ve ona ait değerlerin mezarlığı içerisindeki bir kitabe olarak, “yeni” rejim ve oluşturulmaya çalışılan yeni toplumsal yapı karşısında “geri”ye düşmüştür.

Bir kısım edebiyatçılar ise, Yahya Kemal Beyatlı’nın rüzgârıyla ve onun izinde, İstanbul’u “azîz” diye tebcil ederek, onun haşmet, azamet ve saltanatlı zamanlarının izlerini sürmüş, hâlen var olan güzelliklerini görüp göstermişlerdir.

Bazı edebiyatçıların kaleminde ise İstanbul, güzellikleri geçmişte kalmış, bugün onları tüketmiş, bozmuş, tarihte bırakmış, bu yüzden de artık hakkında mersiyeler yazılacak bir eski zaman güzelidir. Abdülhak Şinasi Hisar mümessilliğinde değerlendirebileceğimiz bu yazarların İstanbul karşısındaki duruşu, “Ah, nerde o eski İstanbul?” hayıflanmasının edebiyat sayfalarındaki derin iç geçirişleri ve nostaljik hasretleri diye nitelendirilebilir.

Bu üç kategori odağında da dikkati çeken şey, İstanbul’un tarihsel bağlamda değerlendirilişidir. Bu yaklaşımlar içerisinde Yahya Kemal’in ve onun çizgisini sürdürenlerin tutumu, şehre “millî” bir medeniyet perspektifi taşımalarıdır. Bu millî, hatta etnik temelli medeniyetin en güzel kristalizasyonu “tarih içinde” kendisini İstanbul’da ortaya koymuştur. “Medhiye” ve tebcil merkezli bu yaklaşıma göre, “atalarımız”, bu şehri asırdan asra bir kanaviçe gibi işleyerek bir güzellikler ve mükemmeliyetler bütünü ortaya çıkarmışlardır.

Medeniyet ve şehir bağıntısı ve bu bağıntı çerçevesinde medeniyet ve İstanbul ilişkisi, bu yaklaşımın (ve diğer iki yaklaşımın da) dışında, bir başka edebiyatçının satırlarında daha Cumhuriyet dönemi edebiyatının en özgün ve dikkate değer İstanbul yorumlarından birisi olarak kendisini gösterecektir ki o da Sezai Karakoç’un İstanbul yorumudur. Nitekim Karakoç’a göre de İstanbul bir “medeniyet şehri”dir. Ancak onun medeniyeti etnik bir kimlik arz etmez. O, İstanbul’u İslam medeniyetinin tarihten bugüne getirdiği en mükemmel ve büyük bütünlük diye tanır ve tanımlar. Onun şiirinde İstanbul, İslam coğrafyasında bugüne kadar inşa edilmiş şehirlerin incisidir. Bu bağlamda İstanbul, “başkentler başkenti”dir ve “insanlığın dirilişi”nin de başkenti olmaya namzettir. Bu bakımdan Sezai Karakoç’un İstanbul idraki, yüzü geçmişe dönük değil, geleceğe bakan bir mahiyet arzeder. İstanbul, İslam medeniyetinin ve bugün Batı’nın modernizm istilaları karşısında “sürgün ülke” konumuna düşmüş İslam coğrafyasının yeniden “diriliş”inin ocağı ve odağı olacaktır.

- Modern edebiyat, kelimeyi modern şehri kasdetme adına kavramlaştırarak kullanalım, “kentli” bir edebiyattır. Kentte solur, kentte büyür ve kenti anlattığında anlamının zengin açılımlarını bulur. Bu açıdan bakıldığında, Türk toplumu için de dört başı mamur “modern kent” kimliği ve realitesi kendisini bütün vecheleriyle İstanbul’da gösterir. Giderek Batı edebiyatlarıyla boy ölçüşür bir birikim ve ustalık mertebesini yakalamış bulunan modern Türk edebiyatının da, olumlu yahut olumsuz bütün yönleriyle bugün artık modern bir dünya kenti olma özelliğini çoktan kazanmış olan İstanbul’da daha münbit ve uygun zeminler bulduğu aşikârdır. Bu yüzden, Cumhuriyet dönemi edebiyatının, modernleşmenin toplumsal katmanlara inme periyoduna muvazi bir şekilde, bilhassa 1950’lerden sonra günbegün kazandığı yeni vecheyle birlikte yeni bir İstanbul idrakine yöneldiği, İstanbul’a yeniden ve yeni bir gözle bakmaya başladığı söylenebilir.

Bu bakış, içinde yaşayan insanın bunalımları ve açmazları, metropol hayatının doğurduğu sorunlar, İstanbul’a Anadolu’dan göç etmiş olan insanların büyük kente tutunma ve bireyleşme sancıları; yalnızlaşma, yabancılaşma, maddileşme gibi modern yaşama biçimlerinin kentte daha fazla doğurduğu sorunlarla yüzleşme süreçleri, geleneğin gizli yahut aşikâr kodları ile modernleşmenin oluşturduğu dayatmalar arasındaki çatışma şeklinde başta roman ve hikâye olmak üzere, edebî eserlerde yansıyışını bulur. Bütün bunların var olduğu, yeşerdiği zemin, yaşandığı platform ise bütün boyut ve görünümleri ile modern İstanbul’dur.

Eskinin sövgüsü, yeninin övgüsü çabasına dayanan katı, kaba ve keskin ideolojik saf tutuşlar; eskinin “eskimeyen” ve bugüne taşınması gereken değer ve birikimlerinin soylu mümessili ve mirasçısı olma vasfı ile sahiplenişler; kozmopolit bir dünya kenti sıfatı ile niteleyişler; küçük, iddiasız günlük hayat koşuşturmalarının yahut bohem savrulmaların yaşandığı çok renkli bir kent algısı; eski ile yeniyi, geleneksel olanla moderni, Doğu ile Batı’yı, Osmanlı ile Cumhuriyet’i kıyaslamak için çok elverişli zemin, kesit ve örnekler bulabilme imkânı; tarihsel nostalji; ucu Osmanlı’yı bile aşıp Bizans’a, Doğu Roma’ya kadar uzatılabilen postmodern egzotizm yoklayışları; son elli-altmış yılında yaşadığı göçler, kalabalıklaşma, çok hızlı değişim ve dönüşüm tablosunun ortaya koyduğu farklı toplumsal katmanlar, kültürel farklar, birbirinden çok çok farklı ve girift hayatları bir arada barındıran kozmopolit bir meşher olma niteliği; her şeye rağmen tarihsel kökleri ve pek çok aktüel tezahürü ile, içinde yer aldığı İslam coğrafyasının en önemli, en büyük, en eski ve “dil”i olan, bu dili bir “değer” olarak temsil edebilen bir şehri olma hüviyeti ve hepsine ilaveten coğrafi konum itibarı ile de dünyanın en güzel şehirlerinden birisi olma vasfı…

Daha da çoğaltabileceğimiz bu özellikleri ile İstanbul, modern Türk edebiyatının en önemli ve velut konularından birisini teşkil etmektedir. Geçmişten bugüne, Yahya Kemal Beyatlı gibi, Ruşen Eşref Ünaydın gibi, Ahmed Rasim, Abdülhak Şinasi Hisar, Sait Faik Abasıyanık, Samiha Ayverdi, Osman Cemal Kaygılı, Sermet Muhtar Alus vb. kimi yazarlarımızda bu sahipleniş ve İstanbul’u edebî eserlere taşıyış daha da öne çıkmaktadır ki bu kabilden yazarlara, diğerlerinden ayırıcı bir sıfat olarak, “İstanbul yazarı” nitelemesi yakıştırılmaktadır.

XIX. yüzyıldan bugüne modern dönem Türk edebiyatında kalıcı ve kesafet kazanmış bir tema olarak İstanbul, bilhassa bazı edebî türlerde daha çok işlenmiştir. Bunların başında şiir gelir. Ancak onun hemen yanında, edebiyatımıza çok daha sonraları girmiş olmasına rağmen, İstanbul’u anlatmada şiirle yarışan ve bugün -özellikle son birkaç on yılda- şiiri bile geçmiş olan roman ve yanıbaşında kısa hikâye de öne çıkmaktadır. Roman ve hikâyenin İstanbul’a bu kadar yer verme sebeplerinin başında, yukarıda da değindiğimiz üzere, bu kurgusal türlerin olay anlatmada mekâna duydukları ihtiyaç hatırlanmalıdır. Ayrıca bilhassa modern bir tür olarak romanın trajediyi seven yapısı, girift entrika örgüsü, Kemal Tahir’in de dediği gibi “çıkmaza düşmüş” ve kaotik hayatların göbeğinde daha özgür ve coşkulu olarak neşvünema bulabilmesi gibi özelliklerine en uygun zemin ve hayat numunelerini bir metropol olarak en fazla İstanbul’da yakalayabilmesini de göz ardı etmemek doğru olacaktır.

Bu saydığımız edebî türlere ilâve olarak, İstanbul’u ve İstanbul’da yaşanmış hayatları anlatan çok zengin bir hatırat edebiyatımızın varlığından da söz etmek gerekmektedir.

Divan şiirinde olduğu gibi, XIX. yüzyılın yeni Türk şiirinde de İstanbul, günlük hayatın küçük kesitleri veya yaşanmış hayat maceraları çerçevesinde küçük temaslarla metne sinmiş yahut yansımış olarak kendisini hissettirse bile, müstakil ve reel mekânlar veya olaylar ile vurgulu bir tema olarak kendisini göstermesi daha sonralarıdır. Oysa roman Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Tal‘at ve Fıtnat’ı, Ahmed Midhat Efendi’nin Felâtun Bey’le Râkım Efendi’si, Namık Kemal’in İntibâh’ı gibi daha ilk örneklerden itibaren kendisini İstanbul’a lokalize etmiş gibi gözükmektedir.

Dönemin şairleri arasında Recaizade Mahmud Ekrem, Abdülhak Hamid, Nabizade Nâzım, Mehmed Celâl, Muallim Naci gibi isimleri bu meyanda hatırlayabiliriz. Bunlardan Recaizade’yi şiirlerinde geçen İstinye, Yakacık, Boğaz, Küçüksu; Nâbizade’yi Anadoluhisarı; Mehmed Celâl’i Adalar gibi semtler dolayısıyla; Muallim Naci’yi ise Divan şairleri gibi şiirin bütününe sinmiş İstanbul hayatı, rindane hayatın İstanbul merkezli yansıyışları sebebiyle anmalıyız. Abdülhak Hamid’i ise, İstanbul’un fethi ve Fatih Sultan Mehmed hakkında yazmış olduğu, döneminde ve sonrasında o çok etkili olmuş ve beğenilmiş “Merkad-i Fatih’i Ziyaret” şiiri ile hatırlamamız gerekmektedir.

Bu arada Türk edebiyatında İstanbul temasının tarihî boyutuyla sık sık Fatih Sultan Mehmed temasıyla da örtüştüğünü, ikisinin sık sık, birbiri içine geçmiş bir tema örgüsü oluşturduğunu belirtmek lâzımdır.

Yüzyılın sonundaki Servet-i Fünûn topluluğu şairlerinde küçük kesitler, manzaralar, tabiat perspektifleri şeklinde göz kırpan bir İstanbul, arkalarda bir fon olarak yer almakla birlikte, bunlar arasında II. Meşrutiyet’ten sonra neşredilmiş olan meşhur “Sis” şiiri ile Tevfik Fikret’i atlamamalıyız. Fikret’in bu şiiri, İstanbul’a Türk şiirinde ilk defa o kadar keskin bir nefret ve tenkit gözüyle bakışın bir metni olarak, kendisinden sonrakilere de örneklik edecektir.

Nitekim II. Meşrutiyet ve asıl ardından peşpeşe gelen savaşların getirdiği çöküş psikolojisi, hele Mütareke yıllarındaki yitirmişlik ve tükenmişlik duygusunun eşlik ettiği eleştirel bakış açısı, İstanbul’da yaşanmış hayatların trajik, tefessüh etmiş, bozuk ve çarpık yönlerini bazan ironik, bazan mizahi ve hicivli bir anlatımla devrin kimi şairlerinin kalemine getirmiştir. Fazıl Ahmet Aykaç bunlar arasında akla ilk gelenlerdendir. “Ağa Camii” başlıklı şiiri ile Nazım Hikmet dahi bu meyanda hatırlanabilir.

Mehmed Âkif Ersoy’un Safahat’ı da İstanbul’un bazan (Süleymaniye Kürsüsünde ve Fatih Kürsüsünde’de olduğu gibi) tarihî ve mimari eserlerinin güzelliklerini övme niyet ve çabasıyla, fakat daha çok da (“Küfe”, “Mahalle Kahvesi”, “Seyfi Baba”, “Meyhane”, “Hasır” gibi şiirlerinde olduğu gibi) bakımsızlık, harabiyet ve bozulmuş hayatların eleştirisi niyetiyle mısralarda işlendiği bir eserdir.

Cumhuriyet’in öncesinde ve sonrasındaki yıllarda Türk şiirinde İstanbul’u gerek tarihî ve millî kimliği, gerekse tabii ve mimari değer ve güzellikleri ile en çok anlatmış şair, şüphesiz Yahya Kemal Beyatlı’dır. Onun şiirlerinde İstanbul, ana temalardan birisidir. Boğaziçi, Adalar, Göksu, Kanlıca, Süleymaniye, Çubuklu, fetih ve Fatih en etkili ve güzel mısralarına onun şiirlerinde kavuşur. Aziz İstanbul’undaki nesirleriyle de bu güzellik pekiştirilmiş olur. Nitekim Yahya Kemal’den sonra ve onun açtığı yoldan İstanbul’a bakan, onu yorumlayıp anlatan pek çok küçük büyük şair ve yazar yetişmiştir. Bunlar arasında Ahmet Hamdi Tanpınar, akla ilk gelenlerdendir. “Birgün İcadiye’de” şiirinin yanında Tanpınar ismi bize asıl Beş Şehir’in “İstanbul” bölümü ve daha sonraları Yaşadığım Gibi başlığıyla toplanmış olan denemeleri arasındaki “İstanbul’un Mevsimleri ve Sanatlarımız”, “Lodosa, Sise ve Lüfere Dair” gibi denemeleriyle gülümser.

Tanpınar neslinin büyük şairlerinin başında gelen Necip Fazıl Kısakürek’i de bir İstanbul güzellemesi olan “Canım İstanbul” ve İstanbul’un bir semtine uhrevi ve metafizik bir pencereden bakmakla önem taşıyan “Karacaahmet” gibi şiirleri ile burada anmak borcumuzdur. İstanbul bir fon olarak, Bir Adam Yaratmak piyesinde olduğu gibi, Necip Fazıl’ın kimi tiyatro metinlerinde de görülür.

Cumhuriyet devrinin 1950’lere kadar gelen şairler kadrosu içerisinde İstanbul’u bazan tabiat güzellikleri, daha çok da yaşanan aşk maceraları çerçevesinde anlatan, gençlik aşklarını İstanbul semtleri ile ilişkilendiren, kimi zaman hayatın olumlu yahut olumsuz cilvelerinin makesi bir İstanbul algısını dillendiren şiirleri ile Faruk Nafiz Çamlıbel, Şükufe Nihal Başar, Midhat Cemal Kuntay, Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Osman Saba, Ümit Yaşar Oğuzcan, Orhan Veli Kanık, Behçet Necatigil, Ahmet Muhip Dıranas vb. gibi kalabalık bir şairler kadrosunu sayabiliriz. Bunlar arasında Orhan Veli, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve daha sonraki nesilden Attila İlhan gibi kimi şairlerde bohem hayatların serazat mekânı olarak anlatılan bir İstanbul ve bilhassa onun belirli semtleri karşımızdadır.

1953 yılı, Türk şiirinde İstanbul teması bakımından âdeta bir dönüm noktası olur. Fethin 500. yıldönümü dolayısıyla bu tarihten itibaren İstanbul’un fethi ve Fatih temalı şiirlerde bir büyük artış gözlemlenir. Birçoğunda milliyetçi bir gözün bakışını gördüğümüz bu şairler arasında Yahya Kemal, Faruk Nafiz, Arif Nihat Asya, Orhan Seyfi Orhon, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Tanyol, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu vs. isimleri sayılabilir. Nitekim 53 sonrasında İstanbul’un fethini anlatan uzun soluklu fetih destanları da kaleme alınmaya başlanır ki bunların en bilinenleri Fazıl Hüsnü’nün 1953’teki İstanbul Fethi Destanı’dır. İbrahim Minnetoğlu, Vehbi Cem Aşkun, Mehmed Çavuşoğlu, Cahit Tanyol, Gökhan Evliyaoğlu gibi isimlerin de bu tür destan metinleri mevcuttur.

1950 öncesinde başlayıp daha sonra giderek vurgusunu belli eden bir başka İstanbul yaklaşımı ve yorumu ise, kenti Marksist ideoloji açısından görüp, yoksullukların, emek-sermaye ilişkilerindeki olumsuzlukların üzerine giden, bu büyük ve kozmopolit megapolü, bir sömürü çarkının büyük platformu olarak ele alan eleştirel ve karamsar işleyişlerdir. Kendisini “toplumcu gerçekçi şiir” diye adlandıran bu çığır içinde Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, A. Kadir, Ataol Behramoğlu, Attila İlhan, Nihat Behram, Arif Damar, bir tarihe kadar İsmet Özel hemen hatırlanabileceklerdir.

Ancak bunların yanısıra, İstanbul’u kimisi Yahya Kemal’in baktığı tarih ve düşünce penceresinden bakarak, kimisi bugün yitmiş güzelliklere hayıflanarak, kimisi şehrin Bizanslı yıllarının arkaik ve egzotik geçmişine dalarak, kimisi modern bireyin sancı çektiği ve kendisini gerçekleştirmeye çalıştığı bir kent olgusu çerçevesinde, kimisi de şahsi aşkların ve heveslerin izini sürerek bugüne kadar anlatagelmiş isimler de vardır ki, Gülten Akın, Orhon Murat Arıburnu, İlhan Berk, Cemal Süreya, Ece Ayhan, Özdemir Asaf, Yavuz Bülent Bakiler, Mustafa Necati Karaer, Metin Eloğlu, Turgut Uyar, Ülkü Tamer, Can Yücel, İlhan Geçer, Hüseyin Hatemi, Hüsrev Hatemi, Hilmi Yavuz bunlardan bazılarıdır.

Yukarıda da belirtildiği gibi, modern Türk şiirinin İstanbul algısında 1950 sonrasındaki çok önemli bir tezahürü de Sezai Karakoç’la kendisini gösterir. Karakoç’la birlikte (bilhassa onun “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine”, “Şehirlerim”, “Birgün Şehzadebaşında”, “Kızkulesine Gazel”, “Denizin Kentini Yaktım” gibi şiirleri ile birlikte), buraya kadar saydığımız İstanbul anlatım ve yorumlarından farklı ve daha kapsamlı bir İstanbul idraki kendisini göstermeye başlar. Bu İstanbul, İslam tarih ve coğrafyasının gözbebeği, geçmişten bugüne güzellikler ve değerler taşıyan, onları bugünden de geleceğe aktarması gereken bir medeniyet mümessili ve “başkent”i İstanbul’dur. Bu İstanbul idraki, 1960’tan bugüne Sezai Karakoç’tan etkilenerek onun açtığı fikrî ve estetik yolda ilerleyen Nuri Pakdil, Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu, Akif İnan, Cahit Koytak, Arif Ay, Hüseyin Atlansoy, İhsan Deniz vb. şairlerce de benimsenerek sürdürülür.

Daha önce de söylediğimiz üzere, Türk romanı ve modern hikâyesi de daha XIX. yüzyıldaki ilk örneklerinden başlayarak, en az şiir kadar, İstanbul’u kalıcı ve kapsayıcı bir tema olarak benimsemiş ve anlatmıştır.

Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Tal‘at ve Fıtnat’ının konusu Aksaray ve Üsküdar havalilerinde geçer, Namık Kemal’in İntibâh’ı Çamlıca odaklı bir vaka etrafında gelişir. Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası yine Çamlıca’da geçen kırık bir aşk hikâyesini konu edinir. Samipaşazade Sezai’nin hikâyelerinde ve Sergüzeşt romanında İstanbul semtlerinden kesitler göz kırpar. Ancak dönemin romanlarının ekserisinde bu mekânlar, ancak basmakalıp bir fon olarak yer alır. Bu basmakalıplık kısmen Araba Sevdası’nda fakat asıl, tam anlamıyla olmasa da, daha belirgin olarak Ahmed Midhat Efendi’nin İstanbul merkezli romanlarında aşılacaktır. Efendi, teferruatçı ve “mâlûmât-fürûş” gevezeliğiyle de olsa daha gerçek ve ayrıntılı İstanbul semt ve mahalleleri, İstanbul sima ve hayatları tasvir etmeyi başarmaktadır bu yüzden. Onun Felâtun Bey’le Râkım Efendi, Yeryüzünde Bir Melek, Dürdane Hanım, Karnaval, Hüseyin Fellah, Esrâr-ı Cinâyât, Müşâhedat, Henüz Onyedi Yaşında, Vah, Hayret vs. birçok romanında İstanbul’un Beyoğlu, Üsküdar, Çamlıca, Galata, Tophane, Fatih, Yedikule gibi reel semtlerinde yaşanan gerçekçi hayatlar anlatılır. Bu açıdan devri içinde ve devrinin edebiyat şartları çerçevesinde, Ahmed Midhat, bir İstanbul romancısı diye nitelendirilebilir.

Servet-i Fünûn romanı da İstanbul orijinli bir romandır. Ancak Servet-i Fünuncuların romanlarında, hatta hikâyelerinde, Ahmed Midhat Efendi’ninkilerde olduğu gibi sokağın içinden, halkın arasından konuşan, onlarla aynı frekansla seslenen, hele şehrin bugününden geçmişine de uzanabilen bir yaklaşım ve eda, bir perspektif derinliği ve kapsayıcılığı aramak beyhudedir. Onların İstanbul’u, daha çok Beyoğlu ve civarı, Halid Ziya’nın Kırık Hayatlar’ında olduğu gibi Şişli’ye, Erenköy’e, Moda’ya, Tarabya’ya, Bebek’e, Büyükada’ya kadar uzanan Avrupai hayatların yeni semtleri, Boğaziçi’nin yalı ve köşkleri ile sınırlı bir İstanbul’dur. Hep söylenegeldiği gibi, Mai ve Siyah’ın kahramanı Ahmed Cemil, Süleymaniye’de yaşar, ancak Süleymaniye yalnızca onun fakirliğini ve çaresizliğini vurgulamak maksadıyla seçilmiş bir semttir. Yoksa Halid Ziya, ne etraflı bir semt tasvirine girişir, hatta ne de kahramanı Ahmed Cemil’in kafasını kaldırtıp bir kerecik olsun Süleymaniye Camii’ne baktırtır. Aşk-ı Memnû ise, ağırlıklı olarak bir Boğaziçi romanıdır denilse sezadır.

Mehmed Rauf’un, döneminde o kadar meşhur olmuş Eylül’ünde de durum değişmez. Vaka yine Boğaz’a, Yeniköy ve Erenköy’e hapsedilmiştir.

Servet-i Fünûn Edebiyatı döneminde bu topluluk dışında kalmış ve sonrasında da Cumhuriyet dönemine kadar romancılığını sürdürmüş olan yazarlardan Hüseyin Rahmi (Gürpınar) ise, hikâye ve romanlarının konularını ısrarla İstanbul’un fakir ve ücra semtlerinde yaşayan küçük insancıklar arasından seçmiş, onların yaşayışlarının ayrıntılarına inerek örf, adet ve inanışlarından, cahillik ve taassuplarından mizahi ve eleştirel gözlüklerle konular yakalayıp anlatmayı tercih etmiştir. Hiciv ve mizah onun eviçi ve sokak eksenli romanlarının özüdür.

Benzeri bir tutum, Ahmed Rasim’in Eşkâl-i Zaman, Muharrir Bu Ya, Şehir Mektupları, Gülüp Ağladıklarım, Cidd ü Mizah gibi başlıklar altında kitaplaşmış olan kısa gazete yazılarında, Falaka, Gecelerim, Fuhş-ı Atîk, Muharrir Şair Edib gibi hatırat eserlerinde ve kısmen romanlarında görülür. Ancak Ahmed Rasim’in romanlarında gönül ilişkileri, yaşanan aşklar da ağırlıklı yer tutar. Leyâl-i Izdırab, Güzel Eleni, Meşâkk-ı Hayat, Mehâlik-i Hayat, Afife çok sayıdaki romanlarından birkaç tanesidir.

Bu iki yazarla birlikte II. Meşrutiyet devri romanında da İstanbul’un olumsuz yönleri, sefalet ve sefahat hayatı, fakirlik, siyasi ve sosyal suistimallerle dolu hayat görünümleri daha çok ele alınmaya başlanır. Bunda Osmanlı’nın çöküş yıllarında yaşanan toplumsal karamsarlığın da etkisini aramak gereklidir.

Bu dönemde Hüseyin Rahmi’nin yolunda giden bir isim de Osman Cemal Kaygılı’dır. O da konularını halkın içinden seçer, onların hayatlarının ayrıntısına iner.

II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’in ilk dönemlerine uzanan romancı ve hikâyeci kadromuzda işgal yıllarında İstanbul’daki sefahat ve ihanetler, alaturkalık-alafrangalık kutuplaşmaları etrafında kendisini gösteren modernleşme sancıları, kimlik arayışları, Batı’yı taklidin getirdiği açmazlar ve düşülen gülünçlüklerin eleştirisi, bu uğurda çöken ve dağılan aile yapıları, zihniyet çatışmaları konularını işleyen yazarlar da vardır ki, Halide Edip Adıvar (Sinekli Bakkal, Tatarcık, Sonsuz Panayır vs.), Refik Halid Karay (İstanbul’un İç Yüzü, Bu Bizim Hayatımız), Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Kiralık Konak, Hüküm Gecesi, Nur Baba, Hep O Şarkı, Sodom ve Gomore), Midhat Cemal Kuntay (Üç İstanbul), Münevver Ayaşlı (Pertev Bey’in Kızları) ve Peyami Safa’yı (Sözde Kızlar, Canan, Mahşer, Biz İnsanlar, Fatih Harbiye, Bir Tereddüdün Romanı vs.) bunlar arasında özellikle zikretmemiz gerekir.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Cumhuriyet dönemi romanı içerisinde Huzur’u ve Sahnenin Dışındakiler’i ile ayrıcalıklı bir yerde durur. Bu ikincisinde işgal yıllarını ele alan yazar, asıl Huzur romanı ile İstanbul’a öncelikle Boğaziçi, ardından Üsküdar, Koca Mustafa Paşa gibi semtleri etrafında ve Yahya Kemal’in izinden yürüyerek, tarihî bir perspektif eşliğinde estetik ve fikrî bir yorum ve bakış zenginlik ve derinliği katar. Bu açıdan Huzur tam bir İstanbul romanıdır.

Abdülhak Şinasi Hisar’ı da Tanpınar’ın yanıbaşında zikretmek mecburiyeti vardır. Onun anı ve roman türleri arasında gidip gelen, belki bu yüzden de anı-roman diye de adlandırabileceğimiz eserleri Fahim Bey ve Biz, Çamlıca’daki Eniştemiz, Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği isimli eserleri geçmişte kalmış İstanbul hayatına yazılmış birer mersiye kabul edilebilecek eserlerdendir.

Tanpınar’ın Cumhuriyet devri romanı içindeki İstanbul romancısı kimliği, hikâyede Sait Faik Abasıyanık’ta karşılığını bulur. Ancak Sait Faik’in İstanbul’unda tarih ve geçmiş hayatın kültürel, edebî izleri yerine aktüel hayatın yansıyışları yer alacaktır. Onun şiirleriyle birlikte, asıl kısa hikâyeleri, basit, kimsesiz, çaresiz ve iddiasız insancıkların sıradan hayatlarının kimi zaman anlık parlayışları, kimi zaman İstanbul’un fakir, eski ve ücra semtleri ve bu semtlerin meyhane, kahvehane, balıkçı kulübesi, iskele, sinema, gecekondu, köprüaltı, harabe, kaldırım kenarı gibi mekânları içinde anlatılmasıyla zengin açılımını yakalar.

Tanpınar sonrasının romancıları arasında da İstanbul’u anlatan, olayı İstanbul’da geçen romanlar yazan pek çok isim mevcuttur. Mesihpaşa İmamı romanı ile Samiha Ayverdi, vakalarını İstanbul’un gecekondu semtlerindeki yoksul hayatlardan seçen romanlarıyla Orhan Kemal, konusunu İstanbul’un Bizans, XIX. yüzyıl Osmanlı ve bugüne kadar uzanan Cumhuriyet kesitlerinden alan roman ve hikâyeleriyle Selim İleri, Cevdet Bey ve Oğulları, Kara Kitap, Sessiz Ev, Beyaz Kale, Masumiyet Müzesi gibi farklı İstanbul zamanlarını ve hayat dilimlerini anlatan romanlarıyla Orhan Pamuk, tarihi içinde İstanbul’u aktaran romanlarıyla İhsan Oktay Anar, polisiye maceralar çerçevesinde bir İstanbul portresi çizen Ahmet Ümit (Beyoğlu Rapsodisi, Kar Kokusu, İstanbul Hatırası, İstanbul’un En Güzel Abisi vd.), İstanbul’u tarihî geçmişi ve kültürel arkaplanı, edebî ve manevi dünyası ile ele alan romanlarıyla İskender Pala (Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk, Mihmandar, Şah Sultan vd.), Murat Gülsoy (İstanbul’da Bir Merhamet Haftası), Buket Uzuner (İstanbullular) bunlar arasında hatırlanabileceklerden bazılarıdır.

Yazımızın başlarında İstanbul’un Türk edebiyatında en fazla şiir, roman ve kısa hikâye türlerinde ele alındığını ve bu türlere daha sonra hatırat türünün de eklenebileceğini söylemiştik. Edebî hatırat kitaplarının, Türk edebiyatında bu kadar çok İstanbul’u anlatmasının sebepleri arasında bize göre, İstanbul’un zengin tarihî geçmişi, yüklendiği kültürel birikim, sakinlerine sunduğu güzellik ve tatmin duygusu kadar, yakın tarihi içinde yaşadığı o büyük, hızlı ve her açıdan sarsıcı, bir ucu travmaya kadar varan değişim de rol oynamaktadır, Her nesil, kendi zamanı içinde o kadar çok şeyin bu şehirde geçmişe kayıp gittiğini, yok olduğunu görüyor ki, bir yaşından sonra, sonraki nesillere bunu anılarıyla aktarmak zorunda hissediyor kendisini diyebiliriz.

Bu açıdan Türk edebiyatında “eski İstanbul hayatı”ndan bahseden birçok yazar ve onların pek çok anı türünde eseri vardır. Yukarıda Ahmed Rasim’den söz etmiştik. Ona Abdülhak Şinasi Hisar (Boğaziçi Mehtapları, Geçmiş Zaman Köşkleri, Boğaziçi Yalıları), Sermet Muhtar Alus (İstanbul Kazan Ben Kepçe, Masal Olanlar), Ruşen Eşref Ünaydın (Boğaziçi Yakından), Salah Birsel (Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Kahveler Kitabı, Boğaziçi Şıngır Mıngır), Samiha Ayverdi (İstanbul Geceleri, Geçmiş Zaman Olur ki, İbrahim Efendi Konağı) vb. yazarların benzeri yüzlerce eserini de ilâve ederek İstanbul hatırat kitapları kütüphanesini ağzına kadar doldurabiliriz.

Bu türlerin yanında İstanbul, Türk kültür ve edebiyatında çok sayıda deneme, monografi, araştırma ve inceleme eserlerine konu olmuş, İstanbul için yazılmış eserlerden yapılmış belki yüzlerce antoloji hazırlanmış, dergi özel sayıları, resim ve fotoğraf albümleri neşredilmiştir.

Bütün bu yekun, Türk edebiyatında çok zengin bir İstanbul eserleri varlığını ortaya koyar. Bu ise, İstanbul’un farklı alanlarda olduğu kadar edebiyat alanında da günden güne artan bir ilginin ve eser üretiminin odağı olmayı sürdürdüğünü bize göstermektedir.


KAYNAKLAR

Akay, Hasan, Fatih’ten Günümüze Şairlerin Gözüyle İstanbul, II c., İstanbul 2007.

Aktaş, Şerif, Ahmet Rasim’in Eserlerinde İstanbul, İstanbul 1988.

Albayrak, Nurettin, “İstanbul / Halk Edebiyatında İstanbul”, DİA, XXIII, 289-293.

Andı, M. Fatih, “İstanbul’a İki Bakış: Sezai Karakoç ve Cemal Süreya’nın Şiirlerinde İstanbul”, Güneşe Tutulan Ayna, İstanbul 2010, s. 139-178.

Çelebi, Âsaf Halet, Divan Şiirinde İstanbul, İstanbul 1953.

Çoruk, Ali Şükrü, Cumhuriyet Devri Türk Romanında Beyoğlu, İstanbul 1995.

Doğanay, Mehmet, Ahmed Midhat Efendi’nin İstanbul’u, İstanbul 2008.

Güneş, Şafak, Abdülhak Şinasi Hisar’ın İstanbul’u, İstanbul 2008.

Gürsoy, Belkıs Altuniş, “19. ve 20. Yüzyıl İstanbul’undaki Edebî Muhitlere Genel Bir Bakış”, Kültürler Başkenti İstanbul, ed. Fahameddin Başar, haz. Fatma Yücel, İstanbul 2010, s. 298-311.

Kaplan, Mehmet, “Türk Edebiyatında İstanbul”, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar - II, İstanbul 1997, s. 37-59.

Koç, Murat, Yeni Türk Edebiyatında Boğaziçi ve Boğaziçi Medeniyeti, İstanbul 2005.

Kutlu, Mustafa, “İstanbul / Tanzimat’tan Sonra Türk Edebiyatında İstanbul”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul 1982, V, 15-20.

Levend, Âgâh Sırrı, Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Şehrengizlerde İstanbul, İstanbul 1958.

Okay, Orhan, “İstanbul / Yeni Türk Edebiyatında İstanbul”, DİA, XXIII, 293-296.

Özdemir, Yeşim, Sait Faik’in İstanbul’u, İstanbul 2008.

Pala, İskender, “İstanbul / Divan Edebiyatında İstanbul”, DİA, XXIII, 284-289.

Tercüman, Çilem, Ahmet Rasim’in İstanbul’u, İstanbul 2008.

Uymur, Zeynep, Samiha Ayverdi’nin İstanbul’u, İstanbul 2008.

Yetiş, Kâzım, “Klasik Dönem Edebiyatında İstanbul”, Kültürler Başkenti İstanbul, ed. Fahameddin Başar, haz. Fatma Yücel, İstanbul 2010, s. 288-297.

Yetiş, Kâzım, “Yenileşme Dönemi Türk Edebiyatında İstanbul”, Kültürler Başkenti İstanbul, ed. Fahameddin Başar, haz. Fatma Yücel, İstanbul 2010, s. 650-660


Bu makale Antik Çağ’dan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi adlı eser içerisinde 2015 yılında yayımlanmıştır.

Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.

ALT BAŞLIKLAR