İSTANBUL’DA İLK MATBAALAR
Avrupa’da XV. yüzyılda ortaya çıkan matbaa, asrın sonlarına doğru Osmanlı Devleti’ne iltica eden İspanyol Yahudileri tarafından İstanbul’a getirilmiş, bunu Rum ve Ermenilerin kendi matbaalarını kurmaları takip etmiş, 1727’de de bilindiği gibi İstanbul’da ilk Türk matbaası açılmıştır.
Matbaanın Avrupa’da, siyasi ve dinî parçalanmanın mücadele silahı olarak devreye girmesi ve özellikle Türk tehdidini “alacakaranlık kuşağı” dehşetinde abartılı bir şekilde yaymanın vasıtası olarak işlev görmesi, kısa zamanda önem kazanmasına ve yaygınlık arz etmesine yol açmış olmakla beraber, Osmanlı Devleti’nde gayrimüslim matbaalarında özellikle din konulu eserler basılmış, matbaa genelde eğitim amacı taşımaktan öteye geçmemiştir. İspanya’dan göçmüş olan ve İstanbul’a gelmeden birkaç yıl önce Napoli’de bir matbaa açan David ve Samuel ben Nahmias kardeşler tarafından basılan ve Yaakov ben Aşer’in standart bir hukuk kitabı olan Arba’ah Turim [Dört Sıra] İstanbul’da kurulan Yahudi matbaasının ilk ürünüdür (13 Aralık 1493). Bu eserde kullanılan hurufat Nahmias kardeşlerin daha önce İspanya ve Napoli’de bastıkları ilk kitapların harfleriyle aynıdır. Basımda kullanılan kâğıt ise Kuzey İtalya kökenlidir. İstanbul’da basılan ikinci eser olan Roş Amana’nın [İnancın Başı] basım tarihi 1505’tir. Oğulları Yasef ve Yaakov’la beraber Lizbon’dan gelen (1492) bir mülteci olarak, Selanik’te bir matbaa açan Don Yehuda Gedalya, 1504’te burada ilk eseri (Eski Ahit’in ilk beş kitabı: Tevrat) basar. İlk Yahudi matbaası İzmir’de Avraham ben Yedidya Gabay tarafından açılır ve 1675’e kadar faaliyet gösterir. Bu şehirde 300 yıl içinde 12 basım evi tarafından çoğunlukla din ağırlıklı olmak üzere 400’den fazla eser basılır. Burada 1838’den itibaren Ladino (Yahudi İspanyolcası) dilinde 117 eser basılmıştır. 1710-1778 yılları arasında İstanbul’da faaliyet gösteren ve İzmir’de de bir şube açmış olan Yano ben Yaakov Eskanazi tarafından kurulan matbaa, imparatorluğun en büyük matbaasıdır ve bu süre içinde 188 eser basmıştır. Yaakov’un hurufat dökümhanesinde Müteferrika Matbaası için gerekli hurufat dökümleri de yapılmıştır.1
İstanbul, ağır bir gelişme hızı göstermiş olmakla beraber, XVII. yüzyıla kadar giderek artan bir etkinlikle Yahudi matbaacılığının Venedik ve Amsterdam yanında, önde gelen merkezlerinden biri hâline gelir. Kurulan ilk matbaanın yeri belli olmamakla beraber, 1573’te İstanbul’a gelen Stephan Gerlach, Sokullu Mehmed Paşa’nın Kadırga’daki sarayına inen yol üzerinde böyle bir matbaanın varlığına işaret etmektedir.2 Sabatay Sevi hareketi basım işlerini olumsuz etkiler ve 1683-1710 arasında İstanbul’da ve 1655-1695 arasında da Selanik’te kitap basılmaz. İstanbul, XIX. yüzyıla gelinceye kadar Yahudi matbaacılığının merkezi olarak kalmış ve burada 800 kalem eser basılmıştır. Daha sonraki tarihlerde Selanik öne çıkarak giderek daha fazla önem kazanmıştır.
İstanbul’da ilk Ermeni matbaası 1567’de açılmış ve kısa zamanda açılan çeşitli basımevleriyle Yahudi matbuatıyla kıyaslanacak derecelerde etkin bir yayım hayatı yaşanmıştır. İlk matbaanın kurucusu olan Tokatlı Apkar, matbaacılığı İtalya’da öğrenmiş, İstanbul’a döndüğünde gerekli malzemeyi beraberinde getirmiş olarak Surp Nigoğayos Kilisesi’nde ilk matbaayı kurmuştur. 1567-1569 arasında burada dilbilgisi, takvim ve ayin kitaplarından oluşmak üzere 5 eser basmıştır. Apkar’ın Eçmiadzin’e gitmesiyle Ermeni matbaacılığı uzun süre kesintiye uğrar.3 1677-1678 arasında faaliyet gösteren Eremya Çelebi Kömürcüyan Matbaası’yla yeni bir dönem başlamakla beraber, burada biri dinî diğeri Kudüs’le ilgili olmak üzere yalnızca iki kitap yayımlanmıştır. 1694’te kurulan Merzifonlu Kirkor Matbaası, 40 yıl faaliyette bulunmuş ve ağırlıklı olarak din konulu kitaplar basmıştır. 1700’de Asdvadzadur tarafından kurulan ve daha sonraları Arapyan Matbaası olarak tanınacak olan matbaa, uzun seneler hizmet vermiş ve çok sayıda eser basmıştır. 1703’te Sarkis Tbir Matbaası, 1752’ye kadar faaliyet göstererek yine dinî ağırlıklı olmak üzere 13 eser basmıştır. XVIII. yüzyılın son çeyreğinde faaliyet gösteren çeşitli matbaalar arasında 20’den fazla kitap basan Hovhannes Asdvadzaduryan Matbaası ve 20 yıl faaliyet gösteren Amira Miricanyan’ın Mayr Tıpradun adlı matbaası, diğer daha küçük matbaalar yanında öne çıkar ve bunların hepsi Ermeni matbaacılığının XVIII. yüzyılda gösterdiği etkinliği gözler önüne serer. Ermeni matbaacılığı Arap harfleri dâhil olmak üzere çeşitli hurufat döküm ustalarının yetişmesinde önemli katkı sağlamıştır. Nitekim Mühendishane Matbaası’nda kullanılan harflerin döküm ve eski basım tezgâhlarının onarımında emeği geçen ve dört oğluyla birlikte çalışan Arapoğlu Boğos 1814’te nesih dökümünü başarıyla gerçekleştirmiş ve 1817’de de ta‘lik hurufat dökümünü üstlenmiştir.4 Anadolu’da da yaygınlık arz eden Ermeni matbaacılığı, XIX. yüzyılda imparatorluğun önemli merkezlerinde yayım hayatını etkin olarak sürdürür.
İstanbul’daki ilk Rum matbaası, kiliseler arasındaki mücadelenin bir aracı olarak kurulur ve matbaacılık faaliyetine Londra’da başlayan Nikodemus Metaksas tarafından 1627’de açılır. Reformcu Patrik Kirillos Lukaris’in davetiyle gelmiş olan Metaksas, matbaa malzemelerini ve basım ustalarını beraberinde getirir. Beyoğlu’da açılmış olan bu matbaanın bastığı ilk eser Museviler Aleyhine Bir Risale (1627) adını taşır. 1628’de Cizvitlerin baskısıyla kapanır. Patrikhane’de kurulan matbaa ise 1798’den sonra etkin bir şekilde faaliyet göstermeye başlar. XVIII. yüzyıl boyunca Venedik, Viyana ve Memleketeyn prensliklerindekilerin yanında, Yunanca eser basan Balkanlar’ın tek ve en önemli matbaası Moshopolis’te (Voskopojë) faaliyet göstermiştir. 1731-1769 yılları arasında burada 21 eser basılmıştır.
II. Bayezid (1485) ve I. Selim (1515) dönemlerinde Müslümanların Arap harfleriyle eser basmalarının zaman zaman yasaklanmış olduğu ileri sürülmüş olmakla beraber, bunu tevsik etmek mümkün değildir. Avrupa’da “mağribî” hurufatla basılan Arapça eserler ise Osmanlı topraklarına erken tarihlerde satılmak üzere getirilmiştir. 1494’te Roma’da Arapça olarak basılan Nasîruddin Tûsî’nin Öklides Şerhi’nin serbestçe satışıyla ilgili olarak III. Murad’ın verdiği (Ekim 1588) ve bu eserin basımına ilave edilmiş olan ferman, yalnızca Türkçe basımın ilk örneğini teşkil etmekle kalmaz, o esnada basma kitaplara karşı herhangi ciddi bir önyargının bulunmadığını da gözler önüne serer. 1666’da ise Arap harfleriyle Türkçe olarak ilk İncil tercümesinin yayımlanmış olduğu bilinmektedir.
MÜTEFERRİKA MATBAASI
Osmanlı İstanbul’unda Müteferrika’dan önce Türk matbaasının işletmeye açılması için yabancıların çeşitli girişimlerde bulunduğuna değinen kayıtlar mevcut olmakla beraber, bunların sıhhatini tam olarak tahkik etmek mümkün değildir. Öncelikle Venedik kanalıyla güzel hurufatlı bir matbaa takımının getirtilmiş olduğu, aynı şekildeki başka bir denemeye bir İngiliz girişimci tarafından teşebbüs edildiği, her ikisinin de malzemelerinin müsadere edilerek denize atıldığı, yalnızca İngiliz’in zararlarının karşılandığı, matbaa getirmek isteyen bir mühtedinin ise idam edildiği, IV. Mehmed zamanında da (1648-1687) yapılan girişimin ulemanın müstensihlerin geçim sıkıntısına düşecekleri uyarısı üzerine akim kaldığı, başka bir teşebbüsün ise sadrazam tarafından önlendiği gibi bilgiler bu anlamdadır.5
İlk Türk matbaasının nihayet 1727’de açılmasını genelde bir gecikme olarak değerlendirmenin, mevcut okuryazar kitlesi ve medrese talebelerinin gerekli kitaplarla yeterince donatılmış olması ve matbaanın açılmasından sonra basılan eserlerin ve satış miktarlarının sayısal verileri karşısında geçerli bir dayanağı yoktur. Bu gecikmeye, hayatlarını eser çoğaltmakla kazanan müstensihlerin karşı çıkmalarının etken olduğu savı, matbaaya karşı Avrupa’da da aynı kaygılardan hareketle belirli tepkilerin oluştuğu göz önüne alındığında geçerliliğini kaybeder. Nitekim Paris’te 6.000 müstensih ve kitap ressamı, matbaaya şeytani bir sanat olarak karşı çıktıklarında, işlerini kaybetme endişesinden hareket etmekteydiler. XVIII. yüzyılda Osmanlı topraklarında 80.000 müstensihin bulunduğu6 ve bunların 6.000 kadarının İstanbul’da çalıştıklarına dair verilen rakamlar, eserlerin yeterli sayılarda çoğaltılabileceğini göstermesi yanında, ekonomik kaygılardan hareketle karşı çıkacak önemli bir kitlenin mevcudiyetine de işaret eder. Bu sorun, bilindiği gibi yalnızca dinî konular dışında kalan eserlerin basılmasına izin verilmesiyle çözülür. Ulemanın matbaaya karşı çıkarak gecikmenin bir etkeni olduğu savının da kabul edilir bir tarafı yoktur. Basılan eserlerde matbaaya meşruiyet kazandırmak amacıyla şeyhülislamın fetva vermesi ve önde gelen ulemanın takrizler yazarak bu işi desteklediklerini göstermeleri dışında, Müteferrika’dan sonra matbaanın işletmesini üstlenenlerin kadılıklarda bulunmuş ilmiye mensuplarından oldukları ve kitapların basıma hazırlanması yanında tashihlerinin de ulemadan oluşan heyetler tarafından yerine getirildiği gerçeği göz ardı edilmiş görünmektedir. Nitekim matbaada basılacak ilk eserlerin denetim ve tashih işlerine sabık İstanbul kadısı İshak Efendi, sabık Selanik kadısı Sâhib Efendi, sabık Galata Kadısı Esad Efendi, Kasımpaşa Mevlevîhanesi Şeyhi Musa Efendi’nin vazifelendirildikleri; 1814-1817 arasında Üsküdar Matbaası’nda basılan Kâmûs Tercümesi’nin mukabelesinin devrin önde gelen âlimlerinden Mütercim Asım Efendi’ye havale edildiği bilinmektedir.7 Bununla beraber, tashih heyetlerinin ulemadan teşkil edilmiş olmasında mutlaka ilmiye sınıfına mensup olmakla ilgili bir kimlik vurgusu aramak da hatalı bir değerlendirme olurdu. Zira devrin eğitilmiş kadrolarını oluşturmuş olarak, bu tür işlerin üstesinden ancak bu kesimin gelebileceği açıktır. Nitekim gayrimüslim matbaalarında basılan eserler de aynı sebepten ötürü yine din adamları tarafından tashih edilmekteydiler.
İlk zamanlardan beri başarısız ve çirkin hurufatla Avrupa’da Arap harfleriyle basılan eserlerin, Şark’ın estetik duygusuna hitap etmediği ve hat sanatının nefasetine alışmış gözlerde rahatsızlık yarattığı kesindir. Buna alışmak zaman alan bir iş olmuş, ancak harf dökümcülüğünün gelişmesi de bunda önemli bir tesir icra etmiştir. İtalya’da müzik notalarının uzun zamanlar elle çoğaltılan nüshalarının tercih edildiği ve daha ucuza mal olmalarına rağmen matbularına itibar edilmediğiyle ilgili kayıtlar,8 bu tür estetik ve psikolojik etkilenmelerle ilgili paralel örneklerdendir.
Müteferrika Matbaası’na ilk teknik yardımların İstanbul’da faaliyet gösteren gayrimüslim matbaalardan geldiği, Ermeni matbaasından bir baskı tezgâhı alındığı ve Yahudilerden harf dökümü için istifade edildiği ve Fransa’dan ithal edilen iki basma tezgâhının gösterdiği gibi gerekli bazı malzemelerin Avrupa’dan getirtildiği anlaşılmaktadır. Said Efendi’nin Arapça hurufat döktürme girişiminin pek başarılı olmaması üzerine, 1725-1732 yılları arasında Viyana’daki Türk şehbenderi olarak kalmış olan Kazgancızade Ömer Ağa’nın9 yardımıyla 6 Türk ustası eğitim için Viyana üzerinden Hollanda’ya yollanmış ve burada 200-250 kilo kadar Arap harfleri döktürülerek, İstanbul’a getirilmiştir. Ömer Ağa ayrıca matbaada çalıştırılmak üzere basmacı ustası ve mürettip tedarik ederek İstanbul’a göndermiştir. Matbaada 8 usta ve 36 çırağın çalıştığı bildirilmektedir.10
Müteferrika Matbaası’nda basılan toplam eser sayısının azlığı ve bunun karşısında gayrımüslim matbaalarında daha çok sayıda ve daha fazla eser basılmış olması gerçeği izaha muhtaç bir keyfiyettir. Bunun sebebini, her iki kesim arasındaki okuryazarlık oranındaki ve matbu eserlere olan taleplerindeki farklılıkta görmek yanıltıcıdır. Türkçe basımlı kitaplar, imparatorluk sınırları içindeki bu dili anlayan daha kısıtlı bir kesime hitap etmekteyken; Yunanca, İbranice ve Ermenice kitapların bu sınırlar dışında yaşayan çok daha geniş bir kesimin istifadesine sunulabildiği ve burada basılan eserlerin yurt dışına da sevk edilmekte olduğu, dolayısıyla çok daha geniş bir pazara sahip oldukları göz önünde tutulmalıdır.
Müteferrika Matbaası’nın 1730 ayaklanmasından yara almadan kurtulduğu ve matbaaya karşı bir tepkinin mevcut olmadığı bilinmektedir. Bu ayaklanmaya İstanbul’daki 6.000 müstensihin de katıldığı ve matbaa ile birlikte Kâğıthane’deki kâğıt imalathanesinin de tahrip edildiği iddiaları,11 gerçekleri yansıtmadığı gibi, burada kâğıt imalatının uzun zamandır yapılmadığı ve yerini çoktandır bir bez imalathanesine bırakmış olduğu 1679’da İstanbul’a gelen Marsigli’nin gözlemleriyle sabittir.12 Bununla beraber, matbaanın muhtemelen bu kargaşadan etkilenmiş olarak 1731 senesi içinde faaliyet göstermediği gözlenmektedir.13 Ancak, matbaanın bu ayaklanmanın infial noktalarının dışında kaldığı kesindir. Oysa 1807’de Nizam-ı Cedid’in sona ermesiyle başlayan darbe ve karşı darbeler döneminde matbaa, başta çağdaş teknik eğitimle ilgili ve Fransızca da dâhil olmak üzere pek çok kitaplarını bastığı yeni sistemin ayrılmaz bir parçasını teşkil etmiş olarak, Nizam-ı Cedid’e karşı duyulan tepkinin hedefleri arasına girmiştir. 1797’den itibaren önce Hasköy’de açılan, 1802’den itibaren ise faaliyeti Üsküdar’da Selimiye Kışlası civarında yapılan müstakil binasında sürdüren matbaa, reform döneminin önemli göstergelerinden olan Levent Çiftliği, Üsküdar ve Selimiye kışlaları gibi askerî kuruluşlarla aynı akıbeti paylaşmış, yakılarak tahrip ve yağma edilmiştir (17 Kasım 1808).14 Nisan 1824’te tekrar İstanbul tarafına taşınan matbaa, ancak 1826’dan sonra başlayan yeni dönemde etkin bir faaliyet içine girer ve asrın sonlarına doğru vilayetlerdeki toplam sayısının yüzleri bulduğu ve yalnızca İstanbul’da 54 büyük matbaanın faaliyet gösterdiği önemli bir gelişme gösterir. Bu dönemde matbaa, imparatorlukta temsil edilen ulusların yalnızca fikrî uyanış ve çağdaş eğitim sahalarında büyük hizmet vermekle kalmaz, aynı zamanda imparatorluğun sonunda cereyan eden siyasi mücadelelerin en etkili silahı olarak kullanılır.
Bilindiği gibi ilk Türk matbaası; Erdelli bir mühtedi olan İbrahim Müteferrika (ö. 1745) ve Said Efendi (ö. 1761) tarafından kurulmuş (1727) ve Müteferrika’nın ölümüne kadar (1746)15 ayakta kalmıştır. Burada 1729-1742 arasında 22 cilt hâlinde 17 kalem eser basılmış olup16 bunların toplam cilt sayısı 12.500 adettir.
Müteferrika’nın vefatından sonra tanzim edilen terekesinden, alt katını matbaa olarak kullandığı evinin İstanbul’un Yavuzselim semtinde Mismarcı Şüca Sokak’ta bulunduğu ve ayrıca civardaki Tophane olarak anılan mahalde bir de deposunun (oda) olduğu tespit edilmiştir.17
Müteferrika’nın vefatından sonra matbaa işletmesi bu işe talip olan Rumeli kadılarından İbrahim ve Ahmed efendilere havale edilmiş (1747), ancak bunlar Vankulu Lugatı’nın ikinci baskısını yapmak dışında başka bir etkinlik gösterememişler ve matbaa kısa bir süre içinde kapanmış ve basım işleri tamamen terk edilerek, unutulup gitmiştir. Basılan kitapların yeterli satış yapmaması, dolayısıyla geniş bir okur sayısına erişememiş olması, bu gelişmede önemli bir rol oynamıştır. Bu zafiyetin ise ilerideki denemeler için de söz konusu olduğu gözlenmektedir.
RAŞİD EFENDİ MATBAASI
1782’de Müteferrika bakiyyesi matbaa takımlarının Rumeli kadılarından İbrahim Efendi’nin vârisesinden Fransız elçiliği tarafından 4.000 kuruş teklifiyle satın alınmak istemesi matbaa işlerini tekrar gündeme getirmiştir. Uzun zamanlardan beri kullanılmadan kalan bu bakiyye, 1196 (1781-1782) tarihinde o sıralarda Beğlikçi olan Raşid Efendi tarafından satın alınmış, büyük emek ve masraflarla, eski dönemlerden kalan bazı uzman ustaların yardımıyla ama yine de büyük zorlukla ve yap-boz usulüyle eksiklikleri giderilerek, işletmeye açılmıştır. Matbaada basılan İzzî, Subhî ve İ‘râbü’l-Kâfiye için elli altmış kese masraf edilmiş, ancak eser satılamadığından zarar edilmiş ve bu sebepten başka bir kitap basılmamıştır. 1783-1785 yılları içinde bu basım faaliyetinden sonra masrafları devletçe karşılanmak üzere Vauban tercümeleri olarak bilinen, savaş teknolojisiyle ilgili üç eser daha basılmıştır. Bunlar Muhâsara-yı Kıla‘ (1792), Fenn-i Lağım (1793), Usûl-i Harbiyye (1794) isimli eserlerdir. Bunların da basımından sonra matbaa, faaliyetine son vermiştir.18 Raşid Efendi Matbaası’nın İstanbul’un neresinde faaliyet gösterdiği bilinmemektedir.
MÜHENDİSHANE MATBAASI
1795’te Mühendishane-i Berrî’nin Hasköy’de yeni inşa edilen Humbaracı ve Lağımcılar Kışlası yanında yapılan binada eğitime başlaması üzerine, Raşid Efendi’nin elindeki matbaa takımları devlet tarafından 7.500 kuruşa satın alınarak, Mühendishane binasının zemin katında ve mühendislik eğitimini tamamlayan bir unsur olarak çalışmaya başlamış ve riyasetine Mühendishane hocası Abdurrahman Efendi getirilmiştir (Şubat 1797).19 Burada, mühendislik eğitimi ile ilgili olarak ders kitapları, logaritma cetvelleri, Türkçe, Arapça ve Fransızca telif ve tercüme eserler, Fransızların Mısır’a saldırmaları münasebetiyle yine Türkçe, Arapça ve Fransızca olarak hazırlanan beyannameler20 basılmıştır. Bunların toplam sayısı 19 kalemi bulmaktadır.21 Nizam-ı Cedid hareketini tanıtma amacıyla 36 gravür içeren ve 200 adet olarak basılan Mahmud Raif Efendi’nin Tableau des Nouveaux Règlemens de l’Empire Ottoman unvanlı eseri, burada basılan eserlerin en değerlisidir.22
1802 senesi içinde Mühendishane binası içindeki yerinin darlığı sebebiyle matbaanın başka yere taşınması söz konusu olmuştur. Önce İstanbul’da, Sultanahmet’te Dârüssaâde Ağası Mehmed Ağa Medresesi’nin bulunduğu Kapalı Fırın semtinde (Sultanahmet’teki eski Osmanlı Arşiv Binası’nın bulunduğu semt) bir mahalle taşınmış, ancak buranın da yeterli genişliğe sahip olmadığı görüldüğünden, daha işletmeye geçmeden, tekrar taşınması kaçınılmaz olmuştur.
ÜSKÜDAR MATBAASI
Matbaanın yeni yeri, Harem İskelesi arkasında, inşaatı henüz bitmiş olan Selimiye Kışlası, Camii ve Hamamı civarında, yalnızca bu iş için yapılmış müstakil ve büyük bir binadır. Devrin kaynaklarında bu bina ve yeni oluşturulan Selimiye semti ile ilgili değerli kayıtlar mevcuttur: Mühendishane’nin genç mühendislerinden Seyyid Mustafa burasını şöyle tarif eder:
Topkapusu’nda vâkî sarây-ı hümâyûnlarına karşı mahmiyye-i Üsküdar’da Kavak Sarâyı demekle ârif ki, Kalçedonya dedikleri şehr-i atîkin bakıyye-i civârına yakındır. Makam-ı mezkûr hevâ vü mevki’ cihetiyle lâ-nazir, eslâf pâdişâhların Anadolu yakasında sarây-ı be-nâmları idi. Anda fenn-i mi’mârî-i hendese üzere bir kıt’a mükemmel kışlak ve pîşgâhında evsâ’ ta’lîm meydânı ve bir câmi’-i şerîf ve hamâm ve büyût ve dekâkîn ve cümle levâzımı ile hemân bir şehr-i cedîd binâ ve cemî’i ma’arif ü sanâyi’e dâ’ir ve envâ’ı kütüb ü haritalar tab’ olunmak içün kebîr bir Tab’hâne dahi inşâ ederek, sekiz-on kîse sarfıyla erbâb-ı ulûm ü fünûn teksîrine ve mu’allem asker tevfîrine dâ’ir bâkı ve an-be-an müterâkki vü müzdâd olan rağbetlerin cümleye müceddeden beyân ü inhâ ve nakş-ârâ-yı levh-i zamîri olan tevfîr-i miknet-i devleti işbu kubbe-i ra’nâ ile temhîr eyledi.23
Matbaa binasının müstakil ve gösterişli, “âlî” bir bina olduğu Behic Efendi tarafından da çağdaş bir kayıt olarak vurgulanmıştır.24 Aynî Efendi de matbaa binasını tavsif ederken, bunun padişahın şahsiyeti gibi büyük olduğunu ifade eder: “Tabi’atince mu’allâ basmahâne eyledi icâd.”25 Devri özel olarak kaydeden Câbî Ömer Efendi ise, Selimiye Kışlası, matbaa ve burada basılan eserler hakkında bilgi verir: “Üsküdar’da vâkî Kavak Sarayı ve kışla yanında… bir câmi’i şerîf binâsı… bir hammâm… ve kütüb-ı tevârîh ve sâ’ir harita basmaya etrâfıyla bir mükemmel kütübhâne binâsı dahi inşâ”.26 Câbî’nin kütübhâne dediği matbaa binasıdır. Yine bir başka yerde:
Üsküdar’da Selimiye câmi’-i şerîfi kurbunda mu’anven kitâb ve sâ’ir basmahânesi binâ ve içine mürettibler ve mubassırlar, mahiyeler ta’yin ve Hadice Sultan tarafından bin Birgivî risâlesi ve bin Van Kulu ve Küçük Tezkîreci Muhib Efendi’nin pederinin şerh eylediği Âmentü Şerhi basılup, Atlas-ı Cedîd’ler basılup ve Harem iskelesine bir kârgîr iskele binâ…”27
Selimiye Kışlası’nın deniz tarafındaki ahırların bulunduğu yerde olduğu ifade edilen matbaa binasının, bu ahırların yapımı esnasında (1843) yıkıldığı ayrıca belirtilmektedir.28
Mühendishane Matbaası’nın bütün alet ve edevatıyla Üsküdar’a taşınması akabinde, buradaki faaliyetiyle ilgili olmak üzere yeni bir düzenlemeye gidilmiştir Buna göre, matbaanın eski hâlinde olduğu gibi devlet tarafından (cânib-i mîrî) değil de, belirli şartlar dâhilinde işletmeye devredilmesi (maktû’an idâresi) cihetine gidilmiştir. Dolayısıyla, bir sermaye tahsis olunmasına, kâr ve zarar hesabıyla çalışacak bir kurum hâline dönüştürülmesine karar verilmiştir. Bu amaçla mevcut mal varlığına ilaveten 25.000 kuruş sermaye tahsis edilmiştir. Matbaanın Selimiyye Vakf-ı Hümayunu arazisi üzerinde olması ve bu vakfın müsakkafatı olarak görülmesi sebebiyle, bu vakfa ayda 100 kuruştan senelik 1.200 kuruş kira ödemesi öngörülmüştür. Matbaanın idaresi Mühendishane Matbaası’nı da idare etmiş olan müderris Abdurrahman Efendi’ye havale edilerek, bununla ilgili olarak kendisine yeni bir berat verilmiştir (Aralık 1802). Matbaanın o ana kadar İrad-ı Cedid hazinesinden aynen devir ve teslim olunan kitaplar, basma tezgâhları, hurufat vesair alet ve edevat bedeli olarak şimdiye kadar sarf edilen meblağ 66.425 kuruşu bulmaktaydı. Bu paranın 18.301 kuruşu mevcut alet ve edevat değeri olarak belirlenmiş ve demirbaş olarak Abdurrahman Efendi’nin zimmetine geçirilmiştir. Bu meblağın 25.000 kuruşu sermaye, bakiyyesi olan 22.825 kuruşun da, işletmenin kâra geçmesiyle tedricen ödenmesi gereken miktar olarak tespit edilmiştir. Maaşlar yeni işletme tarafından ödenecek, teslim edilen demirbaş devlet malı sayılacak, bunların bakımı ve korunması sağlanacak ve vakfa verilmesi gereken kira bedeli düzgün olarak ödenecektir. İşletmenin büyük gelir sağlaması hâlinde, bu her türlü ödeme ve masraflar düşüldükten sonra İrad-ı Cedid hazinesine intikal ettirilecekti. Yeni berat şartları cümlesinden olmak üzere, yeni bir idari yapıya ve “sivil” bir kimliğe kavuşturulan, ancak bir kamu işletmesi olma özelliğini de kaybetmeyen Üsküdar Matbaası’nda, Mühendishane Matbaası olarak faaliyet gösterdiği zamanlarda mevcut olmayan bir imtiyaz olmak üzere, o zamana kadar basılması söz konusu olmayan tefsir ve hadis gibi dinî kitapların basılmasına29 ve piyasa ihtiyacına da cevap vermek üzere dışardan her türlü basım işlerinin kabul edilmesine izin verilmiş ve matbaanın iş hacmini sağlamak amacıyla da başka basımevlerinin faaliyette bulunmasına yasak getirilmiştir. Bu çerçeve içine gayrimüslimlerin bastırmak istedikleri dinî eserler de girmekteydi. Bu gibi eserlerin basıldığına dair beyanlar mevcut olmakla beraber,30 bunları örneklemek şu ana kadar mümkün olamamıştır.
Üsküdar Matbaası bu düzen dâhilinde çalışmalarını dört-beş sene kadar düzgün bir şekilde yürütmüş ve aşağıda verilen listede görüleceği üzere değerli eserler basmıştır. Ancak, 1807 senesine gelindiğinde faaliyetini durdurduğu ve âdeta kapalı gibi kaldığı ve kitap basma işlerine son verdiği anlaşılmaktadır. Bu gelişmede, III. Selim saltanatının son döneminde (1789-1807) yaşanan büyük iç ve dış krizlerin başlıca etken olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Üsküdar Matbaası’nın içinde bulunduğu durumu takdim ettiği bir raporla dile getiren sabık defter emini vekili Salihzade Hüseyin Beyefendi, konulan sermayenin yetersizliği sebebiyle “menâfi’-i ammesi olan” matbaanın bu şekilde “metrûk ve mu’attal” kaldığını, oysa kitap ve risaleler basarak, “memâlik-i İslâmiyye’ye neşr” edilmesi gibi faydalı bir işin üstlenilmiş olması gerektiğini ifade etmekte ve matbaa riyasetine talip olduğunu bildirmekteydi. Durum, matbaa riyasetinden sorumlu olan Abdurrahman Efendi’yle de tartışılmıştır. Abdurrahman Efendi de matbaanın kapanma raddesine gelmiş olduğunu kabul etmekte ve bunu, içine düştüğü mali krize bağlamaktaydı. Böyle bir gelişmenin sebebi olarak da basılan kitapların satılamamasını ve elde kalmasını göstermekteydi. Kitapların İstanbul dışında pazarlanması da gerçekleştirilememiştir ve elde mevcut olanların satılıp yatırılan paranın geri dönmesi için senelerin geçmesi gerekmektedir. Dolayısıyla basım ve işletme masrafları karşılanamadığından, matbaanın faaliyeti gerçekten de durma noktasına gelmiştir.
Durumun tahkiki ve bir karara varılması kendisine havale edilen reisülküttap Galib Efendi, tercihini matbaa idaresine Hüseyin Beyefendi’nin getirilmesi yönünde kullanır. Kendisine, selefi için öngörülen aynı şartlar dâhilinde bir berat tanzim edilerek, resmen atanması sağlanır (Aralık 1807). Burada ayrıca, Türkçe, Arapça, Farsça ve Rumca kitap ve risalelerin başka yerlerde basılmaması ve basan olursa önlenmesi, dolayısıyla matbaanın tekel imtiyazı tekrar vurgulanır. Hüseyin Beyefendi’nin riyaseti ancak bir yıl kadar sürmüş ve Nizam-ı Cedid aleyhtarı gelişmeler, Kabakçı İsyanı, III. Selim’in tahttan indirilmesi, IV. Mustafa’nın tahta çıkması (29 Mayıs 1807) gibi büyük olaylar sebebiyle herhangi bir iş yapmaya fırsat bulamadan ayrılmak zorunda kalmıştır.
Temmuz 1808’de matbaa işleri yeniden ele alınır ve idaresi aynı berat şartları dâhilinde olmak üzere, bu işe talip olan Hacegândan Maraşlı Alî Efendi ile Üsküdar Doğancılar Camii imamı Hafız Mehmed Emin Efendi’ye müştereken tevcih edilir. Devir ve teslim aldıkları alet ve edevat ve mevcut kitap ve haritalara 33.382 kuruş değer biçilir ve bu meblağ karşılığı hazineye tedricen ödenmek kaydıyla kendilerinden borç senedi alınır.31
Bu arada İstanbul’da önemli gelişmeler cereyan etmekte, II. Mahmud (1808-1839), Alemdar Mustafa Paşa’nın askerî müdahalesi neticesinde tahta çıkartılmaktaydı (6 Temmuz 1808). Alemdar’a karşı duyulan tepki ise kısa zamanda kendini gösterir. Kasım ayında patlak veren ve kanlı olaylara yol açan ayaklanma, Alemdar’ın ölümüyle sonuçlanmakla kalmaz, tepkiler sarayı da tehdit edecek boyutlara bürünür. Yeniçeriler, Nizam-ı Cedid’in ihyasını amaçlamak üzere kısa bir zaman önce kurulmuş olan Sekban-ı Cedid ordusuna karşı duydukları infiali, bu askerlerin barındıkları Levent ve Selimiye kışlalarına hücum edip kışlaları yakarak gözler önüne sererler (17 Kasım 1808). Yeniçerilerin özellikle Selimiye Kışlası’na saldırmaları, burasını maiyetindeki sekban askerleriyle savunan Binbaşı Arnavut Mustafa’yı öldürmeleri ve kışlayı ateşe vermeleri, bütün yakın çevrenin de isyan ve yangın ateşiyle kavrulup tahrip olmasına sebep olur. Çevrede subayların oturdukları evler yanında, sade vatandaşların ikametgâhları ve dükkânlar da yağma edilir ve ateşe verilir. III. Selim’in tahttan indirilmesi ve Nizam-ı Cedid askerinin ortadan kaldırılması ile kışlanın ve dolayısıyla çevredeki Selimiye Vakfı müsakkafatından olan mütemmim bina ve işletmelerin metruk bir hâle gelmeleri, bu gelişmeler sebebiyle zaten söz konusu olmuş bulunuyordu. Hatta o zaman, kışla ve çevre binalarda alakası bulunan çok sayıdaki dokumacı (sandalcı) esnafı, bir müddet sonra yeni padişah IV. Mustafa’ya müracaatla, alacakları olan 61.000 kuruşu talep etmişlerdi. Neticede bu meblağın Selimiye Vakfı’ndan dört taksit hâlinde ödenmesi karar altına alınmıştı. Bu ödemeyi karşılayabilmek ve gelir temini amacıyla kışlanın bir han hâline dönüştürülmesi ve odalarının kiraya verilmesi planlanmış ve bu iş için binaya bir mütevelli atanması cihetine gidilmişti. II. Mahmud’un tahta çıkması üzerine kışlanın bu şekilde amaç dışı kullanımına bir son verilmek istenmiş ve esnafın uğradığı zarar-ziyan karşılığı olarak talep edilen meblağ devletçe üstlenilerek, binanın tamirine karar verilmişti. Böylece bina, yeni kurulan Sekban-ı Cedid askerine tahsis edilmiş olarak tekrar kışla olarak kullanılmaya başlanır. Ancak 17 Kasım 1808’de isyancılar tarafından tamamen yakılır ve 1826’da yeniçerilerin ortadan kaldırılmasına kadar bu enkaz hâliyle kalır.
Selimiye Kışlası ve çevresindeki binaların uğradığı yangın ve yağma felaketinden geriye kısmen yanmış olarak Selimiye Camii’nden başka bir şey kalmamıştır. Harem İskelesi arkasında ve yakınında yer alan matbaanın da bu felaketten nasibini aldığı anlaşılmaktadır. Riyasetini üstlenmiş olan Doğancılar imamı Mehmed Emin Efendi’nin beyanına göre, matbaada mevcut bulunan ciltli ve ciltsiz pek çok kitap, alet ve edevat ve basım tezgâhları ve diğer şeyler tahrip ve yağma edilmiş, bir kısmı ise yangında helak olmuştur. Böylece 1730 Patrona İsyanı’nın bütün yakıp yıkmalarına rağmen zarar görmemiş olduğu bilinen Müteferrika Matbaası’nın aksine, bu seferki yeniçeri isyanında, Nizam-ı Cedid düzeninin önemli ve mütemmim bir kurumu olarak algılanan matbaa, yine sair Nizam-ı Cedid müesseseleri meyanında olmak üzere önemli bir şekilde hasara uğramış oluyordu.
Matbaayı içinde bulunduğu bu duruma rağmen işletmeye devam eden Mehmed Emin ve Alî efendiler, bir taraftan alet ve edevatın tanzimine çalışmışlar, diğer taraftan da masrafların üstesinden gelmeye ve kira bedelinin ödenmesine gayret etmişlerdir. Bu arada başka yerlerde basım faaliyetinde bulunulmaması için matbaaya tanınmış olan tekel imtiyazının işlerliğinin sağlanması için tekrar müracaatta bulunmuşlar ve İstanbul ve Bilâd-ı Selâse kadılarına hitaben bu anlamda bir hüküm çıkartılmasında başarılı olmuşlardır (Şubat 1809). Mehmed Emin ve Alî efendiler arasındaki ortaklık uzun zaman uyum içinde devam etmemiştir. Matbaanın geçirdiği sıkıntılar ve mali durumundaki zafiyet, muhtemelen bu gelişmede etken olmuştur. Neticede Alî Efendi (ö. 1814-1817?), senelik 500 kuruşluk bir gelir payı karşılığında işleri ortağına devretmiştir. Öte yandan imam Mehmed Emin Efendi’nin de işlerin üstesinden gelemediği, matbaanın 1807 senesindeki ihmalinin ve 1808’deki tahribatının sıkıntılarını gideremediği anlaşılmaktadır. Faaliyetini zorlukla sürdürmekte, bastıklarını satamamakta, işletmenin kâra geçmesi söz konusu olamamakta, devamlı zarar etmekte, ödemelerini yapamamakta ve sürekli borçlanmaktadır. Nitekim Eylül 1814’te Asım Efendi’nin (ö. 1820) Kâmûs Tercümesi’nin basımı kararlaştırıldığında, matbaanın alet ve edevatının yetersiz ve kötü durumda, işçilerinin ise dağılmış olduğu ortaya çıkmıştır. Bu durumda matbaanın tekrar İstanbul tarafına taşınması düşünülmüş ve Tersane’de Büyük Havuz’un yanındaki Talimhane’ye nakli söz konusu edilmiştir. Ancak, bu binanın Tersane’ye lazım olduğu tahkik edildiğinden, matbaanın taşınmasından vazgeçilerek, Kâmûs’un basımı için gerekli düzenlemelerin ve ihtiyacının giderilmesine karar verilmiştir.
Üsküdar Matbaası Yöneticileri
Mühendishane-i Berrî hocası, Müderris Abdurrahman Efendi, Aralık 1802 - Aralık 1807
Sabık Defteremini vekili, Salihzade Seyyid Hüseyin Beyefendi, 2 Aralık 1807 - 19 Kasım 1808
Hacegândan Maraşlı Ali ve Doğancılar Camii imamı, Hafız Mehmed Emin Efendi, 19 Kasım 1808 - 26 Kasım 1817
Abdürrahim Muhib Efendi, 26 Kasım 1817 - 1818 Ağustos 1821
Hâcegândan Cebehâne Nâzırı, İbrahim Sâib Efendi, 1821-1824/-1832
Üsküdarlı Matbaacı Bir İmam
1817 senesinde matbaanın idaresinde değişiklik yapılmış ve bu arada vefat etmiş olan matbaanın eski ortağı Alî Efendi’nin mirasçısı ile Mehmed Emin Efendi’nin elinde bulunan yarımşar hisseleri devlet tarafından zaptedilerek, matbaa mukataası Rûznâmçe-i evvel Abdurrahim Muhib Efendi (ö. 1821) uhdesine tevcih edi lmiştir (Kasım 1817). Matbaanın hesapları çıkartıldığında, işletmenin zararda ve Mehmed Emin Efendi’nin de toplam 17.768 kuruş gibi büyük bir borç yükü altına girmiş olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca zimmetinde olan bazı alet ve edevat ve kitapların mevcut olmadığı görülmüş ve bunların kendisinden tahsili cihetine gidilmek istenmiştir. Mehmed Emin Efendi, hesabını vermek üzere sorgulandığında, önce noksan görünen çeşitli alet ve kitapların bedeli olan 17.768 kuruşluk borca itiraz etmiş ve bu meblağın içinde görünen bazı alet ve kitapların Kasım 1808’deki olaylarda yağma ve tahrip edildiğini bazılarının ise yangında yok olduğunu ileri sürmüştür. Mehmed Emin Efendi, kendi beyanına göre o sıralarda 80 yaşını aşmıştır ve borçlarına mahsuben satılmasını teklif ettiği ve değeri en çok 1.000 kuruş eden başını soktuğu bir evden başka da serveti yoktur. Bu durumda borçlarını ödeyebilmek için vazifesine devam etmekten başka çaresi olmadığını ifade etmektedir. Neticede, matbaa riyaseti uhdesine bırakılsa, işleri idare edemeyeceği açık olarak görülmekte olduğundan, ihtiyarlığına ve zaruret hâline merhameten borçlarının silinmesine ve matbaanın kamu hizmeti gören bir kurum (menâfi‘-i ammesi) olmasından ötürü, bu borçların devlet tarafından üstlenilmesine karar verilmiştir.
Matbaanın idaresi 18 Ağustos 1821 tarihindeki vefatına kadar Abdurrahman Muhib Efendi’nin elinde kalmıştır. Muhib Efendi’nin matbaa işleriyle ilgilenmesi 1813’te başlamış, özellikle 1814’te Kâmûs Tercümesi’nin basımına karar verilmesiyle daha belirgin bir hâle gelmiş, Kâmûs basımının riyaset sebebiyle Mehmed Emin Efendi’ye bırakılması icap ederken Muhib Efendi’ye havale edilmiştir. Bunda selefinin gösterdiği aczin önemli bir etken olduğu açıktır. Muhib Efendi’nin dört sene süren riyaseti esnasında da matbaanın içinde bulunduğu kötü mali durumda herhangi bir düzelme görülmemiştir. O da selefi gibi dönemini zararla kapatmıştır. Ayrıca, Arapoğlu Bogos tarafından imal edilen 1.200 adet hurufatın masrafı olarak 33.950 kuruşluk yeni bir borç oluşmuştur. Borçlu olarak ölen Muhib Efendi’nin devraldığı ve zamanında oluşan yeni borçları da devlet tarafından karşılanmak üzere zimmetinden silinmiştir. Bunun genel toplamı 99.106 kuruş olarak hesaplanmış bulunuyordu. II. Mahmud, elde mevcut kitapların on sene geçse bile satılamayacağını, dolayısıyla basımları için sarf edilen paranın geriye gelmeyeceğini şikâyeten dile getirmekte ve bu durumu matbaa idaresinin ehline havale edilmemesinde görmekteydi. Bununla beraber, basılan kitapların istenildiği gibi satılamaması ve yatırılan sermayenin geri dönmemesinin, matbaanın ehil ellere teslim edilmemiş olması dışında daha başka sebeplerden kaynaklanmış olduğu açıktır.
İSTANBUL MATBAASI
Muhib Efendi’nin vefatı üzerine matbaa riyaseti, yine aynı berat şartları doğrultusunda Hacegândan Cebehâne-i Âmire Nazırı İbrahim Sâib Efendi’ye tevcih edilmiştir. Kendisinin verdiği Eylül 1823 tarihli bir rapor, matbaanın durumuna ışık tutmaktadır: 1821’de başlayan Rum ayaklanması sebebiyle İstanbul’da alınan güvenlik tedbirlerinden olmak üzere önemli bazı kurumlardaki Rumların tasfiyesi gerekli görülmüş bulunuyordu. Bu meyanda, matbaada çalışmakta olan Rumların işten çıkartılmaları kaçınılmaz olmuş ve yerlerine Müslüman işçilerin konulmasına çalışılmıştır. Ancak, Üsküdar ahalisinin çoğu, bağ ve bahçe işleriyle uğraşmakta olduklarından, bunlardan matbaada çalışabilecek işçilerin istenilen ölçüde tedariki mümkün olamamaktaydı. Sâib Efendi’nin ifadesiyle ancak bir basım tezgâhına yetecek kadar işçi yetiştirilmiştir. Dolayısıyla matbaa Üsküdar’da kaldığı müddetçe, özellikle işletmenin en önemli elemanlarından olan musahhihlerin, mürettip ve diğer işçilerin temin ve yetiştirilmelerinde devamlı zorluklarla karşılaşılacaktır. Şehirden fazla uzaklık ve sapa bir mevkide bulunması hâli, ulaşım zorlukları gibi unsurların da önemli bir etken olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda matbaanın İstanbul içinde uygun bir mahalle taşınması kaçınılmazdır. Sâib Efendi’ye göre bu uygun mahal, Süleymaniye civarında uzun bir zamandır boş durmakta olan Kapudan İbrahim Paşa Hamamı’dır. Taşınma teklifi II. Mahmud’a sunularak, onayı alınmıştır. Böylece Kaptan Paşa Hamamı, 20.000 kuruşa satın alınmış ve bu meblağ iki senede iki taksit hâlinde geri ödenmek üzere İbrahim Sâib Efendi’ye borç olarak kaydedilmiştir (Eylül 1823). Aradan altı ay kadar bir zaman geçtikten sonra yeni mahallin taşınmak üzere hazır hâle getirilmiş olduğu anlaşılmaktadır (Nisan 1824). Bu amaçla, daha önce Üsküdar Matbaası’nda mevcut olan alet ve edevatın ve kitapların dökümü çıkartılmıştır (Aralık 1823). Bunlardan yeni matbaa mahalline nakledilecek, kullanılır vaziyetteki malzemeler ayrı bir döküm hâlinde tanzim edilmiş ve taşınmaya değer bulunmayanlar ve işe yaramayan alet ve edevat ayrıca tespit edilmiştir. Üsküdar Matbaası’nın taşınma işi 7 Haziran 1824’te tamamlanmıştır.32
Matbaanın (Dârü’t-tıbâati’l-âmire) yeni mekânında bastığı ilk eser Şeyhizade Abdurrahman b. Şeyh Mehmed b. Süleymân tarafından hazırlanan İbrahim Halebî’nin (ö. 1549) maruf fıkıh kitabı Mecmau’l-enhur fî şerhi’l-Mülteka’l-ebhur olmuştur. Eser iki cilt hâlinde Kasım 1824 ve Nisan 1825 (1240, 1242) tarihlerinde basılmıştır. Burada basılan ikinci eser İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’den (ö. 805) Ayntâbî es-Seyyid Mehmed Münib Efendi’nin 1796-1798 arasında tercüme ettiği Siyer-i Kebîr Tercümesi’dir. İki cilt hâlinde ve 15 Eylül 1825 tarihinde 1.000 adet olarak basılmıştır.
Matbaa civarında (İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Okulu olarak kullanılan binanın bulunduğu yerde), Bursa mütesellimi sabık Dergâh-ı âlî kapucubaşılarından Musa Ağa’nın konağı 100.000 kuruşa satın alınarak (15 Ağustos 1831). Gazetehane hâline getirilmiş ve burada bilindiği gibi 1 Kasım 1831’de Takvîm-i Vekâyi‘ adıyla ilk Türkçe gazete neşredilmiştir.33 Matbaa ile birlikte buranın da idaresi Takvîm-i Vekâyi-hâne-i Âmire ve Tab‘hâne-i Ma‘mûre Nazırı unvanıyla Vakanüvis Esad Efendi’ye (ö. 1848) havale edilmiştir (1832). Türkçe nüshanın intişarından dört gün sonra Le Moniteur Ottoman adıyla aynı gazetenin bir de Fransızca nüshası çıkmıştır ve Haziran 1836’ya kadar aralıksız yayımlanmıştır. Takvîm-i Vekâyi‘in Rumca, Ermenice, Arapça ve Farsça sayıları da Ocak 1832’den itibaren neşir hayatına katılmışlardır.34 İstanbul Matbaası’nda 1824-1840 arasında geçen on altı sene içinde 143 cilt içinde 117 eser basılmıştır. Bunlar ilmihal, fıkıh, hadis, kelam, akaid, dil, belagat, sözlük, mantık, tasavvuf, edebiyat, askerlik, fen bilimleri, kanunname, tıp, tarih ve coğrafya ağırlıklıdır.35
Yabancı dillerdeki yayınların II. Mahmud’un ölümünden (1839) sonra daha da düzenli olarak devam ettiği ve matbaa, kitap ve gazete basımlarıyla ilgili ilk zamanlardaki zafiyetin süratle giderilmeye başlandığı ve Tanzimat ile başlayan yeni dönemde bu gibi sıkıntıların artık söz konusu edilmediği bilinmektedir.
Dizgi suretiyle kitap basılması işine büyük kolaylık sağlayacak ve özellikle her türlü şekil, resim ve el yazılarının da aynen basılmasına olanak verecek bir icat bu sefer ihtirasından çok kısa bir zaman sonra İstanbul’da yeni bir basım dönemi başlattı. Yeni teknik, taşbasması veya litografi denilen usuldü ve 1831’de 26 yaşındayken İstanbul’a gelen ve burada yerleşmeye karar veren Henry Coral (ö. 1865) tarafından tanıtıldı. Coral’ın becerisi Harbiye Nezareti tarafından desteklendi ve Coral, kendisine bağlanan 500 kuruş maaşla devlet hizmetine geçti. Nezaretçe tahsis edilen bir mahalde açtığı atölyede taşbasması tekniğiyle yeni ordu için ihtiyaç duyulan askerî konulu eserlerin basımına girişti. Burada ilk hamlede Nuhbetü’t-ta‘lîm 1247 (1831), Nefer Talimi 1248 (1832), Top Alayı Talimi 1250 (1834) Talim-i Asâkir-i Piyâdegân maa Topçuyân 1250 (1835), Müzekkere-i Zâbitân 1251 (1836), Top Bölüğü Talimi 1252 (1837) gibi asker eğitiminde kullanılacak kitaplar basılmıştır. Bunların içinde çeşitli resimler yer almaktadır. Bu kitapların hazırlanma ve basılmaları işinin dönemin güçlü seraskeri Hüsrev Paşa’ya havale edilmiş olduğu eserlerin önsözlerinde açıkça dile getirilmektedir. Ancak kendisinin sözü edilen eserlerin yazarı olarak takdimi sorgulanmaya muhtaçtır.36 Henry Coral 1836’da Galata Mevlevîhanesi yakınlarında kendi matbaasını kurdu. Burada özellikle Fransızca sözlük ve dilbilgisi kitapları bastı. Yazma eserlerin basımı imtiyazını aldı. 1865’te koleradan ölümünden sonra da çocukları atölyeyi geliştirerek, ayakta tuttular. Ancak artık eski gibi rakipsiz değillerdir, 1850’den itibaren pek çok girişimci sayesinde İstanbul’da litografya basım yapan matbaaların sayısı otuzu aşmış, kısa zaman içinde de Anadolu ve Rumeli vilayetlerinin çoğu, bu tür basım yapan matbaalarla donanmıştır.37
KAYNAKLAR
Adıvar, Abdülhak Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul 1982, s. 159 vd.
Ersoy, Osman, Türkiye’ye Matbaanın Girişi ve İlk Basılan Eserler, Ankara 1959, tür. yer.
Hitzel, Frédéric, “Manuscrits, Livres et Culture Livresque á Istanbul”, Revue du Monde Musulman et de la Méditerranée, 1999, sy. 87-88, s. 19-37.
Kreiser, Klaus, Causes of the Decrease of Ignorance? Remarks on the Printing of Books in the Otoman Empire”, The Beginnings of Printing in the Near and Middle East: Jews, Christians and Muslims, Wiesbaden 2001, s. 13-16.
Layton, Evro, “Nikodemos Metaxas the First Grek printer in the Eastern word”, Harvard Library Bulletin, 1967, c. 15. sy. 2, s. 140-168.
Peyfuss, M. D., “Die Druckerei von Moschopolis, 1731-1769”, Buchdruck und Heiligenverehrung im Erzbistum Achrida, Wien 1966, tür. yer.
Selim Nüzhet, Türk Matbaacılığı, İstanbul 1928, tür. yer.
Strauss, Johann, “Le livre Français d’Istanbul (1730-1908)”, Revue du Monde Musulman et de la Méditerranée, 1999, sy. 87-88, s. 277-301.
Tamari, Ittai Joseph, “Jewish Printing and Publishing Activities in the Otoman Cities of Constantinople and Saloniki at the Dawn of Early Modern Europa”, The Beginnings of Printing in the Near and Middle East: Jews, Christians and Muslims, Wiesbaden 2001, s. 9-10.
Toderini, Giambattista, Letteratura Turchesca, Venedik 1787, c.1, tür. yer.
Tuğlacı, Pars, “Osmanlı Türkiyesi’nde Ermeni Matbaacılığı ve Ermenilerin Türk Matbaacılığına Katkısı”, TT, 1991, c. 15, sy. 86, s. 58-56.
Weil, Gotthold, “Die Ersten Drucke der Türkei”, Zentralblatt für Bibliothekswesen, 1907, c. 24, s. 49-61.
Yaari, Abraham, Hebrew Printing in Constantinople. Its History and Bibliography, Jerusalem 1967, tür. yer (İbranice).
DİPNOTLAR
1 Moshe Sevilla-Sharon, Türkiye Yahudileri Tarihsel Bakış. Jerusalem 1982, s. 90.
2 Stephan Gerlach, Türkiye Günlüğü 1577-1578, ed. Kemal Beydilli, çev. T. Noyan, İstanbul 2007, c. 2, s. 525.
3 Vağarşag Seropyan, “Ermeni Basımevleri”, İst.A, III, 182.
4 Kemal Beydilli, Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishâne, Mühendishâne Matbaası ve Kütüphanesi (1770-1826), İstanbul 1995, s. 321.
5 Franz Babinger, Stambuler Buchwesen im 18. Jahrhundert. Leipzig 1919, s. 8.
6 Marsigli’den (Stato Militare, 1732, I, 40) naklen N. Jorga, Geschichte des Osmanischen Reiches, Gotha 1911, c. 4, s. 362. Keza, Marsigli’yi kaynak göstererek sayıyı 90.000 olarak veren İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1972, c. 4, s. 16. Jale Baysal ise bunu yalnızca İstanbul’da çalışan müstensihlerin sayısı olarak verirken herhalde hataya düşer: Müteferrika’dan Birinci Meşrutiyete Kadar Osmanlı Türklerinin Bastıkları Kitaplar, İstanbul 1968, s. 9. Keza aynı şekilde, G. Oman, “Matbaa”, EI2, VI, 795.
7 Bkz. Beydilli, Mühendishâne, s. 213 vd.
8 Babinger, Buchwesen, s. 8.
9 Viyana’daki faaliyetleri ve akıbeti hakkında bk. Heidrun Wurm, “Entstehung und Aufhebung des osmanischen Generalkonsulat zu Wien, 1726-1732”, Mitteilungen des österreichischen Staatsarchives, 1992, sy. 42, s. 152-187.
10 Babinger, Buchwesen, s. 11.
11 François Baron de Tott, Mémoire sur les Turcs et les Tartares, Amsterdam 1884, s. 15.
12 Ferdinando Marsigli, Stato Militare dell’Impero Ottomano, Haag, Amsterdam 1732, s. 138.
13 Babinger, Buchwesen, s. 19.
14 Bkz. Beydilli, Mühendishâne, s. 139-140, 150.
15 Müteferrika’nın ölüm tarihi tartışmalıdır. Genel olarak kabul edilmiş olan tarih 1745 olmakla beraber (T. Halasi Kun, “İbrahim Müteferrika”, İA, V/2, s. 897), son zamanlarda ölümünden sonra tanzim edilen tereke tarihinden (20 RA. 1160 /1 Nisan 1747, bkz. Orlin Sabev, İbrahim Müteferrika ya da İlk Osmanlı Matbaa Serüveni: 1726-1746, İstanbul 2006, s. 75) veya ölümünden sonra ulufe kaydının terkîni kaydından (25 Muharrem 1160/6 Şubat 1747, bkz. Erhan Afyoncu, “İbrahim Müteferrika”, DİA, XXI, 324-327) hareketle, vefatının özellikle bu son tarihten önce olması gerektiği ileri sürülmüştür. Dolayısıyla tereke tanzim ve ulufe terkîn tarihleri kesin olmakla beraber, ölüm tarihiyle ilgili beyanlar tamamen varsayıma dayandırılmaktadır. Biz burada, Avusturya’nın İstanbul elçisi Penkler’in Bonneval’in ölümünden (24 Mayıs 1747) bahsederken, Müteferrika’nın da bundan bir sene önce vefat etmiş olduğunu belirten Haziran 1746 tarihli raporundaki beyanını esas aldık. Bkz. J. von Hammer, Geschichte des Osmanischen Reiches, Pesth 1832, c. 8, s. 87; a.g.e., Pesh 1835, c. 4, s. 423.
16 Râşid ve kronolojik devamı olan Küçükçelebizâde tarihleri müstakil sayılmıştır.
17 Sabev, İbrahim Müteferrika, s. 350, 360.
18 Bkz. Beydilli, Mühendishâne, s. 104.
19 Bütün bu gelişmeler için bkz. Beydilli, Mühendishane, s. 99 vd.
20 İlk defa yayımlanan bu beyannameler için bk. Kemal Beydilli, Mühendishâne ve Üsküdar Matbaalarında Basılan Kitapların Listesi ve Bir Katalog, İstanbul 1997, s. 33-35.
21 Bkz. Beydilli, Mühendishâne, s. 254-255; Beydilli, Katalog, s. 15-17.
22 Bu eserin tıpkıbasımı ve Türkçe özgün metninin yayımı için bkz. Kemal Beydilli, İlhan Şahin, Mahmud Raif Efendi ve Nizâm-ı Cedîd’e Dair Eseri, Ankara 2001.
23 Bkz. Kemal Beydilli, “İlk Mühendislerimizden Seyyid Mustafa ve Nizâm-ı Cedîd’e Dair Risâlesi”, TED, 1987, c. 12, s. 436-437.
24 Mehmed Emin Behic, Sevânihü’l-Levâyih, haz. Ali Osman Çınar, yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 1992, vr. 70a.
25 Aynî Dîvanı, İstanbul 1258, s. 283.
26 Câbî Ömer Efendi, Târihi, haz. Mehmet Ali Beyhan, Ankara 2003, c. 1, s. 38.
27 Câbî, Târih, c. 1, s. 90.
28 İsmail Hakkı Konyalı, Üsküdar Tarihi, İstanbul 1977, c. 2, s. 528, 531.
29 Devrin önde gelen simalarından olan Behic Efendi, müslüman halkın cehaletten kurtarılması için dinî eserlerin de matbaada basılması gerektiği fikrini savunur ve bunların basım yoluyla daha ucuz olarak sağlanabileceğini ileri sürer. Günlük iaşesine takadı olmayan ve en az 500 kuruşluk kitaba ihtiyacı olan talebe-i ulûmun, böylece 150 veya 200 kuruşluk bir masrafla kitap ihtiyacını matbu olarak karşılayabileceğini ifade eder. Böylece matbaaanın iş sıkıntısı da çekmemesine katkıda bulunulacağına dikkat çeker. Bkz. Sevânihü’l-Levâyih, vr. 126.
30 Beydilli, Mühendishâne, s. 137, 140.
31 Kemal Beydilli, “Nizâm-ı Cedîd Şehri Üsküdar’da Matbaacı Bir İmam: Doğancılar İmamı Hâfız Mehmed Emin Efendi”, Üsküdar Sempozyumu IV: 3-5 Kasım 2006: Bildiriler, ed. Coşkun Yılmaz, İstanbul 2007, c. 2, s. 555-568.
32 Bu gelişmelerle ilgili olarak bkz. Beydilli, Mühendishâne, s. 144-150.
33 Nesimi Yazıcı, Takvim-i Vekayi: Belgeler, Ankara 1983, s. 18. Mısır’da Türkçe ve Arapça olarak 20 Kasım 1828’de çıkan Vekâyiu’l-Mısriyye, daha sonraları yalnızca Arapça neşredilmiştir. Buna rağmen bu gazetenin Osmanlı sınırları içinde çıkan ilk Müslüman gazetesi olarak zikredilmesi her halde yanlış olmaz.
34 Ayrıntı için bkz. Nesimi Yazıcı, Takvim-i Vekayi,, s. 56-57, 60-61, 64-65.
35 Burada basılan eserler için bkz. Necdet Öz, “Tabhane ile Takvimhane’nin Birleşmesi ve Basılan Eserler (1824-1840)”, yüksek lisan tezi, Marmara Üniversitesi, 2012.
36 Selim Nüzhet Gerçek, Türk Taş Basmacılığı, İstanbul 1939, s. 13; Yüksel Çelik, “Hüsrev Mehmet Paşa: Siyasi Hayatı ve Askeri Faaliyetleri (1756-1855)”, İstanbul Üniversitesi, 2005, s. 355-357.
37 Âlim Kahraman, “Taş Basması”, DİA, 40, 144-145.