İlk Çağ, Antik Çağ, Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlendirmelerine tâbi tutulan bu kadim şehir, mimarlık alanındaki dinamizmiyle XXI. yüzyılda da dünyanın en önemli şehirlerinden biri olma niteliğini devam ettirmektedir. Şüphesiz, kadim zamanların şehrinden dünya küresinin metropollüğüne uzanan İstanbul’un mimari hikâyesi kapsamlı bir değerlendirmeyi ve ciltler dolusu yazılmayı bekleyen bir hikâyeydi. Bu tarih yazımında esâtîr-i evvelîn (ilklerin hikâyeleri), mitoloji, resmî kayıtlar ve tarihsel kitabi anlatılardan beslenen modern araştırmaların belki de en değerli malzemelerini şehrin bizatihi görünen yüzü olan mimari eserler teşkil etmektedir. Peki, İstanbul tarihi umranının içinde mimarlık tarihi bahsi ya da malzemesi nasıl konumlanır ya da konumlandırılmalıdır? Şehrin Byzantium, Konstantinopolis, İstanbul dönemlerinin ve dönüşüm süreçlerinin tarihî; dinî, siyasi, sosyal ve ekonomik yönlerden ve gündelik hayatın birçok farklı veçhesinden, çok çeşitli modelle ortaya konmuş ve konmaya devam edilmektir. Üslup, yöntem ve içerik açılarından çoklu bir görünüm sergileyen İstanbul mimarlık tarihi yazımı literatürünün ise yukarıda zikredilen tarih alanlarının hemen hepsiyle irtibat kurması zorunludur. Çünkü mimari eserler ya da şehrin genel anlamıyla yapılması/yapılaşması siyasetin, toplumsal olanın, ekonominin ve gündelik hayatın en gözle görünür dışa vurumudur. En azından, mimarlık tarihi bağlamında cari olan en muteber yaklaşımın bu olduğu söylenmelidir. Diğer taraftan, şüphesiz, sanat ve mimarlık disiplinlerinin kendi “özerk” dili ya da farklı kavram tercihleri olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Asıl olan, disiplinlerin ya da anlatı biçimlerinin modern zamanlardaki parçalayıp derinleşen araştırma tavrını da, disiplinleri birleştiren yaklaşımlarını da ıskalamamaktır. İstanbul’un mimari tarihi de, bu minvalde, genel tarih kurgusu içinde müstakil bir yeri olan, ayrıca şehrin tarihini oluşturan diğer tüm alanların da iç içe olduğu ortak bir zemin olarak düşünülmelidir.
Bu bölümde, İstanbul’un mimari serüveninin dönemlendirmesi, daha kolay kavranabilir olması için, siyasi tarihin en genel çerçevesi ödünç alınarak oluşturulmuştur. Bu dönemlerin alt dönemlendirmeleri ise mimari hususiyetler dikkate alınarak oluşturulmuştur. Kabaca Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet şeklinde üçe indirgenebilecek bu dönemler mimarlık tarihi bağlamında bölümlenerek altı dönem olarak 27 müstakil yazıyla ortaya konmaya çalışılmıştır. Yazıların altısı ana makale hüviyetinde diğerleri de konu olarak onları destekleyici ve/veya üslup, yöntem ve kuramsal çerçeve bakımından farklılık getirici niteliktedir. Bizans döneminden 2014’e kadar olan sürecin genel çerçevesi, söz konusu altı ana metin üzerinden çizilmektedir. Bu bağlamda altı ana metin: 1) İstanbul’un Bizans Dönemi Mimarisi, 2) İstanbul Erken Dönem Osmanlı Mimarisi, 3) XVI-XVII. Yüzyıl İstanbul Mimarisi, 4) İstanbul Mimarisinde Radikal Değişim Evresi: XVIII ve XIX. Yüzyıllar, 5) Geç Osmanlı Döneminden Cumhuriyet’e Çağdaş Şehir Düşüncesi ve İstanbul’un Planlaması, 6) Cumhuriyet Dönemi’nde İstanbul’da Mimarlık, başlıklarını taşımaktadır. Her ana metin de kendi kurgusu özelinde ve mimarlık tarihi ölçütleri dikkate alınarak alt dönemlendirmeler önermektedir.
İstanbul’un ilk devir mimari mirasına, Byzantium’un kurucu mitlerinden İlk Çağ yerleşimlerine ve daha birçok döneme, bizzat Bizans devri anlatılarak işaret edilebilmektedir. 330’dan evvel olan dönem arkeolojik verilerle aydınlatılabilmekte ve mimarlıkla arkeoloji aynı tarihsel araştırma malzemeleriyle iş görmektedir. Eski devirler bu kitabın çeşitli bölümlerinde yer alan arkeoloji yazılarıyla ortaya konulmuştur. Özellikle Geç Antik Çağ ve Roma döneminin izlerinin, kabaca 330 yılından 726 yılına kadar olan dönemde, önceki dönemlerden intikal eden mirasın, kentin yerleşim karakterine ve anıtsal yapılarının biçimlenişine etkisi büyüktür. 330’dan itibaren şehir bu miras üzerine inşa edilmiş, zamanla o mirasla olan dinî-siyasi-mimari alışverişler yeni durumlar meydana getirmiştir. Nihayetinde şehir özgün bir Bizans mimarisi üretmiştir. Bizans sanatı ve mimarisinin alt dönemleri kabaca beşe ayrılmaktadır: 1) Erken dönem (330-726); 2) Tasvir kırıcılık-ikonaklazma dönemi (726-843); 3) Orta dönem (843-1204); 4) IV. Haçlı Seferi dönemi-I. Latin Krallığı dönemi (1204-1261); 5) Son dönem-Palaiologos Hanedanı dönemi (1261-1453).
Osmanlı dönemi, gerek arşiv kaynakları, tarih metinleri, seyahatnameler gibi yazılı kaynaklar, gerekse mimari eserler gibi yapılı çevre kaynakları açısından mümbit bir araştırma malzemesi çeşitliliğine sahiptir. Bu bağlamda Osmanlı dönemi mimarlık tarihinin kritik eşikleri dikkate alınarak Osmanlı İstanbul’unun mimarlık tarihini kabaca üç döneme ayırmak anlamlı görünmektedir: Erken dönem, XVI-XVII. yüzyıllar, XVIII-XIX. yüzyıllar. Osmanlı fethiyle birlikte tedricî olarak bir İslam şehrine dönüştürülmeye başlanan İstanbul’un Fatih, II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim hükümranlığında geçen yaklaşık 70 yıllık tarih aralığı erken dönem olarak tavsif edilebilir. Bu süre, Cumhuriyet’in ilanına kadar olan 470 yıllık Osmanlı saltanatında kemiyet olarak bir asır bile etmezken, keyfiyet bakımından kabaca üçe ayrılan Osmanlı İstanbul’u mimari dönemlerin diğer ikisi kadar önemlidir. Mimari nirengi noktaları bağlamında erken dönem tanımlaması Ayasofya’nın camiye çevrilmesinden (1453) Yavuz Sultan Selim Külliyesi’ne (1520) kadar olan süreci tanımlamaktadır. İstanbul’un ikinci Osmanlı mimarlık tarihi dönemi 1520’lerden 1700’lere uzanan, siyasi tarih dönemlendirmeleri uyarınca epeyce eskimiş ve esrimiş tasnifler olan klasik ve duraklama dönemlerini kapsamaktadır. Bu süreç kabaca 200 yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Üçüncü dönem ise XVIII-XIX. yüzyılı içine alan ve Cumhuriyet’in ilanına kadar (1923) uzatılabilecek olan çok çeşitli üslup tanımlamaları uyarınca “barok”, “revivalist/canlandırmacı”, “Batılılaşmacı”, “modern”, “erken modern”, “millî” vb. gibi tavsifleri içine alan dönemdir. Bu tanımlamalardan da anlaşılacağı üzere son derece karmaşık bir döneme gelinmiş bulunulmakta ve tek bir kavrama referansla ifade edilemeyecek bir mimari pratikler âlemine dâhil olunmaktadır. Dolayısıyla bu karmaşık yapıyı ifade etmede en tarafsız ve en az indirgeme imasında olan tanımlama “XVIII-XIX. yüzyıllar” başlığı olmaktadır.
XIX. yüzyıldan XX. yüzyıla geçiş o kadar hayati ve karmaşık bir dönemdir ki, şehrin bu yüzyıllarının mimarlık tarihini ve mimari karakterini daha iyi kavrayabilmek için farklı bakış açılarına ve odak noktalarına ihtiyaç vardır. Başka bir deyişle, kronolojik olarak bir önceki dönem olan Osmanlı İstanbul’unun XVIII-XIX. yüzyılı ile bir sonraki Cumhuriyet dönemi arasındaki ilişki ağlarının çeşitli kuramsal çerçeveler ve konular aracılığıyla çözümlenmesi gereklidir. Özellikle, Batı’da ve Osmanlı’da modern anlamda planlamanın ortaya çıkmaya başladığı XIX. yüzyıl ve profesyonelleştiği XX. yüzyıl İstanbul’unda uygulamaya konulan ya da tartışılan planlama ve imar çabaları, makro planda, şehrin fiziki form olarak dönüşümünün anlaşılmasında son derece önemlidir. Bizans ve Osmanlı bakiyesi fiziksel çevre ve varlıklar XIX-XX. yüzyılın modern planlama girişimleriyle anlam değişimine uğramaktadır. Şehir yeniden kurgulanmakta, ahali yeni algı biçimleri edinmekte, bu algıları fiziki varlıklar olarak yeniden ve yeni biçimlerde şehre yansıtmaktadır. XXI. yüzyılın mimarlık tarihinin temel ilgi alanları mimari eserler de artık bu makro formun ve algı biçimlerinin içerisinde ve de modern planlama araçlarıyla hazırlanan kentsel altlıkta anlam kazanmaktadır. Özetle, Osmanlı ve Cumhuriyet arasındaki bağ defalarca dokunmalıdır. Bu bölümde kronolojik olarak çakışma, kuramsal çerçeve anlamında çeşitlilik hedeflenmiştir.
Cumhuriyet’in ilanına ve XX. yüzyıla gelindiğinde İstanbul mimarisini anlama güzergâhları olabildiğince çeşitlenmekte ve bu dönemin mimarlık tarihini yazmak da bir o kadar zorlu bir hâl almaktadır. Siyasi tarih uyarınca 1923’te ilan edilen Cumhuriyet’in mimarlık tarihini buradan başlatmak anlamlı gözükse de, şüphesiz mimarlık gibi toplumsallığı hat safhada olan bir konuda keskin bir dönemlendirme olanaksız gibidir. Böyle bir tasnifte yalnızca iktidarın talep ve uygulamalarının dönüşümünden bahsedilebilir. Geç XIX. yüzyıl ve erken XX. yüzyıla atıf yapılmadan Cumhuriyet dönemi İstanbul’u mimarlık tarihini anlatabilmek neredeyse imkânsızdır. Yukarıdaki paragrafta zikredilen Osmanlı-Cumhuriyet dönemi arası dokumalar bu noktada işlev görmektedir. Yeni yönetim modelinin uygulamaya koyduğu yaklaşımların ifadesi bundan sonra mümkün olmaktadır. Bu kritik noktalar göz önünde bulundurulduktan sonra Cumhuriyet dönemi İstanbul mimarlığını 1923’ten başlatmak ve 2014’e gelinceye kadar bir panoramasını ortaya koymak anlamlıdır.
Kabul etmek gerekir ki, her dönemlendirme çabası kaçınılmaz olarak indirgemelerle maluldür. Fakat, yukarıda ölçütleri ifade edilen altı bölümlü bir dönemlendirme, İstanbul’un mimarisini/mimarlık tarihini kavramaya ve anlamaya matuf bir genel çerçeve sunma potansiyelini haizdir.
İstanbul’un Bizans dönemi mimarisi denildiğinde, kabaca beş alt devire ayrılabilen dönemde; Kara surları, Haliç surları ve Marmara surları tarafından korunan ve ahalinin yerleşimi için deyim yerindeyse bir kap oluşturulan Bizans şehrinin, kentin iktidarının ve toplumunun ortak sembolik merkezi olan Hipodrom’la ve saray yapılarıyla kent mekânının temel, kurucu belirleyicilerine sahip olduğu söylenebilir. Meydanlar ve dikilitaşlar bu karakteri tahkim etmektedir. Şehrin iaşesi için limanlar, su tedariki için çeşitli su yapıları ve belki de şehir mimarisinin en önemli unsurları olan dinî yapılarla Bizans İstanbul’u tedricî olarak özgün karakterini kazanmakta ve çeşitlenmektedir.
Şehrin ve de dünyanın tarih boyunca en eski ve önemli anıtı olan Ayasofya müstakil olarak zikredilmeden ve mimari olarak tavsif edilmeden İstanbul mimarlık tarihinin büyük bir eksikle malul olacağı muhakkaktır. Ayasofya, deyim yerindeyse, İstanbul mimarlık tarihinin ete kemiğe bürünmüş ve de bugüne ulaşmış kurucu atasıdır. Kadim olanın en nadide temsilidir. Hem Bizans’ın hem de Osmanlı’nın mimarlık tarihi boyunca bir referans ve kıyas noktası olarak şehrin mimari tekamülünü belirlemiş ve her dönemin yeni aktörleri eliyle her dem yeniden biçimlenmiştir. Ayasofya yukarıdaki mülahazalar uyarınca biricik, tekil bir örnektir. Fakat tıpkı Ayasofya gibi Osmanlı’ya miras kalan manastır kiliseleri içinde öyleleri vardır ki, birini anlatmak hepsini anlatmak gibidir. Kariye, Zeyrek kilise/camileri gibi Meryem Ana (Theotokos) Konstantinos Lips Manastırı Kilisesi (Fenarî İsa Camii) de bunlardan yalnızca biridir. II. Andronikos döneminde Bizans İstanbul’unun faal olan yaklaşık kırk manastırından bir tanesidir. Osmanlı döneminde camiye dönüştürülen “manastır mahallesindeki cami”, Bizans şehrinin Osmanlı şehrine dönüşümünün de sessiz bir tanığı hüviyetindedir.
İstanbul erken dönem Osmanlı mimarisi, İstanbul’un bir Osmanlı şehri olarak görünürlük kazanmasındaki başlatıcı temel referans olan 1453’teki Osmanlı fethiyle ve Fatih Sultan Mehmed’in iktidarıyla başlamaktadır. Haçlı seferleriyle ve iktidarın el değiştirmeleriyle Bizans şehrinin çalkantılı yüzyılları olan XIII ve XIV. yüzyılları, aynı zamanda Osmanlı’ya devredilecek olan mimari mirasın netleştiği yüzyıllardır. Yıkıntı hâlinde olan Hipodrom ve Büyük Saray ile Ayasofya, Aya İrini, Aziz Havariler Kilisesi Osmanlı’ya intikal eden en önemli anıtlardır. Bunların yanı sıra, belki de en önemli miras, Bizans’ın son dönemi olan Palailogos Hanedanı döneminde, yaklaşık iki asırda yapılan yapılardır. Şehrin yeni sahipleri olan Osmanlılar ise beraberlerinde İslam ve beylikler mirasını tevarüs ettikleri ve uyguladıkları eski başkentler olan Bursa ve Edirne’nin mimari havsalasını getirmişlerdir. Anıtsal yapılardan başka, şehrin erken dönem Osmanlı mimarisinin önemli bir kesimi olan fetih sonrasında İstanbul’da barınma kültürü erken devir mimarisinin en zor ve çetrefilli konularından biridir. Erken devir evlerinin fiziksel varlık olarak bugüne ulaşmayışı ve sonraki beş asır boyunca büyük dönüşümler geçirmesi söz konusu zorluğun temel sebepleri arasındadır. Fakat, bir kayıt medeniyeti olan Osmanlı’nın vakıf tahrir defterleri ile o devirlerde yerli ve yabancı bazı kişilerin oluşturdukları görsel malzemeler bazı ipuçları barındırmaktadır.
XVI-XVII. yüzyıl İstanbul mimarisi, şehrin fethinden sonra İslam-Osmanlı kimliğinin artık belirginleştiği ve yeni terkiplerin özgün bir karaktere ulaştığı dönemdir. XVI. yüzyılın ikinci çeyreğinde siyasi olarak Kanunî Sultan Süleyman’ın hükümranlık dönemi başlamakta ve mimari eylem olarak da, önceki padişah olan Yavuz Sultan Selim’in külliyesi inşa olunmaktadır. 1520’lerden başlayarak 1700’lere kadar Osmanlı İstanbul’u dönemin bani, mimar, yazılı metinler, yapı ilişkileri üzerinden değerlendirilebilmektedir. XVI. yüzyıl boyunca hanedan üyelerinin (padişah, saraylı kadınlar) ve yüksek rütbeli çoğu devlet adamının banisi olduğu külliyeler ve yapılarla karşılaşılmaktadır. Mimarlık pratiğinin başında olan mimarbaşılar bu devirde sahneye çıkmakta ve bunların mimari alanda oynadığı roller dikkatlere gelmektedir. Bunlar, Acem Ali, Mimar Sinan, Davud Ağa, Dalgıç Ahmed Ağa ve Sedefkâr Mehmed Ağa’dır (mimarbaşı olması 1606). Vakfiyeler, kitabeler, siciller, fermanlar, tarih metinleri gibi çeşitli yazılı kaynaklar ve İstanbul’un tarih sahnesindeki bugüne ulaşabilmiş başat yapıları dönemi anlamlandırmada oldukça mümbit ve değerli kaynaklar olmaktadır. XVI-XVII. yüzyıl İstanbul evlerine dair söylenebileceklerin en önemli kaynakları da yazılı metinler olan şer’iye (kadı) sicilleridir. Bu kaynaklar aracılığıyla evlerin yerleşim düzenlerine, yakın çevrelerine, bahçe-avlu ve diğer dış birimlerine, ev, beyt, hane, oda, sofa, haremlik, selamlık gibi ev ve ev içi mekânların tanımlarına dair çıkarımlarda bulunulabilmektedir. Hem erken XVII. yüzyılda bir İstanbul evinin keşfinden yani boyutları ve maliyetinden; hem de XVII. yüzyıl sonu İstanbul’undan bir menzil/konak iki evden kadı sicilleri vesilesiyle haberdar olunabilmektedir.
Mimar Sinan, Süleymaniye Külliyesi ve Topkapı Sarayı dönemin en belirgin mimari hususiyetlerini temsil etmektedir. 1539 ile 1588 yılları arasında yaklaşık elli sene mimarbaşılık görevinde bulunmuş İstanbul’un mimarı Sinan’ın hayat hikâyesi, mimarlık yaklaşımının köşe taşları ve XVI. yüzyıl İstanbul’unu tezyin eden mimari eserlerine müstakil olarak odaklanmak gerekir. Hakkında yazılmış tezkirelere göre 300’ün üzerinde yapı faaliyetinde rolü olan bir mimar, dönemlendirme açısından Sinan dönemi İstanbul yapıları biçiminde bir tavsifi hak etmektedir. Onun İstanbul’daki, türbesinin de bulunduğu en nadide eseri olan Süleymaniye Camii ve Külliyesi’ndeki estetik tercihleri ile dünyadaki diğer Süleyman mabetleriyle kurulabilecek anlamsal ilişkiler ve topyekûn mimari hususiyetler eşsizdir. Sultanahmet Camii ve Külliyesi’nin açılış merasimi ve bu vesile ile Haremeyn-i Şerifeyn’e gönderilen hediyeler Osmanlı dönemi İstanbul mimarisi aktörlerinin motivasyonunun önemli bir kesitini göstermesi açısından manidardır. Biçimsel tercihler kadar bu tür durumlar da mimari tarihinden ayrı düşünülemeyecek konulardır. XV. yüzyıldan XIX. yüzyıl sonuna kadar biteviye eklenerek oluşan bir yapı grubu olan Topkapı Sarayı Osmanlı’nın mimari özeti niteliğindedir. Fatih döneminde yapımına başlanan saray, XVI ve XVII. yüzyılın da başat mimari-kentsel sahnesidir. Bütün bu sahnenin İstanbul yapı teknolojisi bağlamında irdelenmesi ve özetlenmesi ise başlı başına bir mimarlık tarihi güzergâhıdır.
XVII. yüzyıldan sonra İstanbul mimarisinde radikal değişim evresi, XVIII ve XIX. yüzyıllara girilmektedir. Bu yüzyıllar, bugüne kadar İstanbul mimarlık tarihi yazımında alışık olunmayan yeni bir değerlendirme çerçevesi sunabilmektedir. Toplumsal ve mimari ilişkilerin daha da karmaşıklaştığı bu yüzyıllar çok farklı okuma biçimleri için elverişli dönemlerdir. Bu noktada XVIII. yüzyıl başından 1920’lere kadar olan dönemi “erken modern metropolde mimarlık” olarak, 1820’lerden 1920’lere kadar dönemi ise “kapitalist sisteme eklemlenen metropolün mimarlığı” şeklinde ikiye ayırmak mümkün gözükmektedir. Payitahtta vücut bulan yeni mimari tercihlerin ilk büyük örneği olan Nuruosmaniye Külliyesi ve Laleli Külliyesi gibi diğer külliyeler, müstakil yapılar olarak İstanbul mimarlığında yeni görünmeye başlanan kitaplıklar, şehir mekânının ziynetleri olan anıtsal çeşmeler XVII. yüzyılın başat gösterenleri iken; köşkler, yalılar, sıra konutlar, yeni saraylar, kışlalar, sahil camileri ve modern zamanların idari-iktisadi-eğitim kurumlarının yeni binaları olan seraskerlik binası, elçilikler, okullar, hastaneler, posta-telgraf nezareti gibi yapılar da XIX. yüzyılda İstanbul mimari mirasına eklenen unsurlardır. Nüfusun çoğunluğunun ikametgâhları olan XVIII. yüzyıl İstanbul evlerinin mimari hususiyetlerinin, XVIII. yüzyılın ortalarındaki ahkâm defterlerinde yer alan istibdal kayıtlarından çıkarılması mümkündür. Diğer taraftan, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından XIX. yüzyılın sonlarına kadar olan dönemde İstanbul evlerinin içleri hakkındaki bilgiler, mahkemelerde tanzim edilen, her türlü mal, eşya ve diğer şahsi servet kaynaklarının kaydedildiği çok sayıdaki tereke defterlerinden çıkarılabilmektedir. Böylelikle, XIX. yüzyıldaki değişim, evlerdeki eşyalar ve bunların kullanım biçimlerinden de okunabilir hâle gelmektedir. Çoğunluk halkın ikametgâhı olan evlerin aksine padişahın ikametgâhı olarak kabul edilebilecek, XIX. yüzyılın en kapsamlı ve belirgin yapı gruplarını oluşturan saraylardan Dolmabahçe ve Yıldız sarayları XIX. yüzyıl İstanbul’unda iki saraydır. İmparatorluğun ve İstanbul’un dünya ölçeğinde yeni temsil biçimlerinin, padişahın tercihlerinin, yeni şartların getirdiği yeni işlevlerin hemen tamamı XIX. yüzyıl sarayları üzerinden okunabilmektedir. Ayrıca, dönemin mimarlık tarihi literatürü bağlamında bir üslup olarak çokça zikredilen barok, İstanbul baroğu başlığı altında hususi bir sorgulamaya tâbi tutulmalıdır.
Yukarıda zikredilen konular ve içeriklerin yanında, Bizans’tan Cumhuriyet devrine kadar geçen sürede İstanbul’a miras kalmış mimarlık birikiminin değerlendirilmesi, yukarıdaki değerlendirme çerçevelerini tamamlamak için, yapı türleri üzerinden de yapılabilir. Bu bağlamda İstanbul türbeleri, İstanbul tekkeleri, İstanbul hamamları ve mimarisi, İstanbul çeşme ve sebilleri müstakil değerlendirme çerçeveleri olarak zikredilebilir.
İstanbul tamirat ve restorasyon tarihi ise kadim bir kavram olan tamir ile modern bir kavram olan restorasyonun örnekler üzerinden açımlandığı bir mimarlık tarihi güzergâhıdır. Bu güzergâh bir taraftan, kadim ve yaşlı bir şehir İstanbul’un, mimari eser mirasının ister istemez geçirdiği dönüşümleri, değişimlere temas ederken, diğer taraftan modern zamanların koruma ve restorasyon mantığı ile kurulacak ilişkiyi irdelemek için son derece manidardır. Başka bir deyişle, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin ve 2014’e kadar uzatılabilecek sürecin bağının bu güzergâhtan kurulabilme imkânı vardır.
İstanbul’un Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecini yorumlayabilmek için diğer iki güzergâh çağdaş şehir düşüncesi ve planlamadır. Bu bağlamda, Geç Osmanlı döneminden Cumhuriyet’e çağdaş şehir düşüncesi ve İstanbul’un planlaması, XX ve XXI. yüzyıla altlık oluşturan XIX. yüzyıl imar faaliyetleri ile XX. yüzyıl ve/veya Cumhuriyet dönemi planlama ve imar hareketlerinin birlikte değerlendirmesi zaruridir. Şehrin yeni oluşturulmaya başlanan görünümünün bir sembolü olarak nizamnameler çağı olarak tanımlanabilecek XIX. yüzyılın mutedil ve mütereddit tavrı nizamnamelerde, yeni oluşturulan komisyonlar ve belediyelerin kararlarında dile gelmektedir. Bu gelişmelerden sonra, en önemli nirengi noktası olarak kabul edilebilecek, Fransız şehirci Henri Prost’un 1936 yılında hazırlamaya başladığı İstanbul planının ise şehrin bugünkü karakterinin oluşumundaki rolü büyüktür. Prost sonrasındaki gelişmelerin, melez çözümlerin ve şehrin planlaması hakkında siyasi karar mekanizmalarının en önemli durağı başbakan Adnan Menderes dönemi İstanbul’unda imar hareketleri ve arka planıdır. Tıpkı XIX. yüzyıl gibi Menderes dönemi de farklı ve çeşitli kuramsal çerçevelere göre yapılan değerlendirme ve yorumlara açık, oldukça yoğun imar hareketliliklerinin yaşandığı dönemdir. Deyim yerindeyse, İstanbul’un 2014’teki planlama meselelerinin en bariz altlığı Menderes dönemidir. Bütün bunlardan sonra ise İstanbul’un imar planlamaları bağlamında defalarca bölge planları, metropoliten planlama önerileri, nazım plan çalışmaları vb. çalışmaların yapıldığı son derece karmaşık bir döneme girilmektedir.
XIX. yüzyıldan XX. yüzyılın sonlarına kadar İstanbul’un kent mekânının belirleyici unsurlarını içeren planlama çalışmaları ve imar meseleleri özetlendikten sonra, Cumhuriyet döneminde İstanbul’da mimarlı/k/ğı konuşmak daha anlamlı ve oturaklı hâle gelmektedir. Çünkü bu kritik planlama kararları, Cumhuriyet dönemindeki mimari eserlerin, mimari üretim biçimlerinin ve karmaşık politik konumlanışların altlığıdır. 1920’lerden 1940’lara kadar olan süreçte Cumhuriyet’in yönetim kadrosunun yaklaşımları doğrultusunda açılan bulvarlar, meydanlar ve parklar kentsel sahnenin politik ve mimari sahnesini sunarlar. Yine bu doğrultuda beliren ve de mimarlık tarih yazımının genel yazım alışkanlıkları bağlamında literatüre kazınmış olan eğlence, kültür ve eğitim yapıları sahnenin tebellür etmesinde başlıca duraklardır. Bunların yanında dünyayla kurulan yeni yönetim ve iktisadi ilişkiler sonucu ortaya çıkan sanayi, ticaret ve kamu yapıları; konut ihtiyacına verilen mimari yanıtlar yirmi yıllık sürecin köşe taşlarıdır. 1950’lerden 1970’lere kadar olan dönemde İstanbul iyiden iyiye büyümekte ve çok daha yeni ve karmaşıklığı bir kat daha artmış durumlarla yüzleşmektedir. Mimari faaliyet bu minvalde devam etmektedir. 1980’ler ila 2010’lar arası kurulan iktisadi ve siyasi ilişkiler tekrar değişmeye başlamış, şehrin mimari yüzü bir kez daha dönüşmeye başlamıştır. İstanbul artık dünyayla entegre, küresel bir metropol olmanın yeni adıdır. İş merkezleri, alışveriş merkezleri şehrin yeni imajı ve yüzü olmaktadır. Bir taraftan siteler ve lüks konutlar inşa edilmekte, diğer taraftan Türkiye İstatistik Kurumu’nun son verilerine göre nüfusu 14.160.467 kişi olan İstanbul’da yeni konut ihtiyacına türlü türlü cevaplar verilmektedir. Bu cevaplar, özetle, en büyük konut üreticisi olan TOKİ, post-kapitalist sistemin Türkiye’deki vazgeçilmesi olan inşaat şirketleri, küçük inşaat yatırımcıları olan müteahhitler ve kentsel dönüşüm projeleri aracılığıyla üretilmektedir. İstanbul’un yakın tarihinde, son 30 yılda mimari bir arayış olarak göze çarpan, analizi kolay görünmeyen ve karmaşık bir durum olan gelenekle bağ kurma arayışlarını, mimari çoğulluk ortamında çok çeşitli görünümleriyle bir veya birkaç toparlayıcı alt başlığa indirgemek kolay görünmemektedir. Meselenin değerlendirilmesinde tek bağlayıcı olan ve meseleyi anlaşılır kılan kriter, konuyu yazan olarak müellifin tavrı ve tarzıdır.
Kadim bir şehir ve metropol olan İstanbul’un mimarisinin temas edilmesi gereken daha birçok yönünün olduğu şüphesizdir. Eksikleri ve fazlalıklarıyla bu kitapta yer alan metinler, kubbeleriyle meşhur olan İstanbul’un o mezkûr kubbelerinde bir hoş sada bırakmak kabilinde değerlendirilmelidir.