KONSTANTİNOPOLİS’İN SON DÖNEMİNDE KENT VE MİMARİ
1204 Haçlı Seferi sonrasında Latinlerin eline geçen 1261’de tekrar Bizans İmparatorluğu’nun başkenti olarak yapılanan Konstantinopolis, kentsel ölçek, doku ve anıtsal yapılar anlamında bir Orta Çağ kentine dönüşmüştür. Ona diğer Akdeniz kentlerinden farklılığını veren, Geç Antik dönemle kesintisiz ve bütünleşmiş kadim bir yerleşme olma özelliğini yitirmiş; kısmen eski görkemini koruyan antik kalıntılar arasında parçalanmış bir kent dokusuna, kimi yerlerinde bir kır-kent görüntüsüne sahip olmuştur. 1420’lerde yapılan Cristoforo Buondelmonti (d. 1385- ö. 1430) haritasının verdiği bilgiye göre kentte Roma imparatorlarının anıtsal kolonları yerlerindedir ancak kentin forumları ve onları birleştiren revaklı yollarından ne kadarının ayakta olduğu belirsizdir. Hipodrom ve yanındaki Büyük Saray yıkıntı hâlindedir; sürekli savunma ihtiyacına paralel olarak saray, kara surlarının Haliç köşesinde Blakhernai Kalesi ve çevresindedir. VI. yüzyılın büyük kiliseleri Ayasofya ve Aya İrini patriklik makamı olmayı sürdürmektedir. İmparatorların mozolesi olma işlevini artık yitirmiş olan Hagioi Apostoloi (Aziz Havariler) Kilisesi de ayakta olan diğer bir kadim anıttır. Son dönem Bizans mimarisinin yani Palaiologoslar çağının mimari kimliği manastırlar ve kiliselerde ortaya çıkar. Birçoğu dönüşmüş hâlleriyle korunan bu kiliselerde mekân boyutlarının küçülmüş olduğu görülür; küçük ölçekli tonoz ve kubbelerle örtülüdür, yapı malzemesi tuğladır ve daha önceki dönemlerden farklı olarak, kaplama malzemeleri kullanılmadan kısmen tuğla bezemeli olarak yapılanları vardır. Kilise iç mekânları mozaik ve freskolarla kaplıdır; Palaiologos döneminin en önemli sanatsal değeri belki de dinî temsilde yaşanan bu rönesanstır.
Eski hâlinden eser olmayan bu şehrin, doğal liman Haliç’e dönük yamaçlarında kent dokusu daha yoğundur; Konstantinopolis, XV. yüzyıl başında kent tarihçisi Stefanos Yerasimos’un tabiri ile “büzüşmüş bir liman kenti”dir.1 İmparatorluğunu kaybetmiş olan başkentin, Boğaziçi’nde hatta Haliç’te bile yetkisi sınırlıdır. Latin dönemi sonrasında Cenevizlere imtiyaz alanı olarak verilen Galata, zaman içinde kendi surları içinde başlı başına bir ticaret kolonisine dönüşmüştür. Bizans’ın son iki yüzyılının en çarpıcı kentsel oluşumu belki de İtalyan kent devletlerinin kentselliğinin ve mimarlığının Haliç’e ithal edilmesidir. Aynı tür bir kent mimarlığı Konstantinopolis’in Haliç kıyısındaki Perama Venedik imtiyaz alanında konutlarla karışmış yoğun bir ticaret dokusu olarak görülür. XIV. yüzyıl sonunda Asya yakasındaki liman kasabası Skutarion (Üsküdar) da Osmanlıların kontrolüne geçer. Haliç’e yönelik ve onun Boğaz girişini kapsayan bu üçlü kent yapısı Konstantinopolis’in son dönemine aittir ve Osmanlı dönemi için kent yapısı açısından en hakiki mirastır.
FATİH KENTİNİN KÖKENLERİ: YENİDEN KURULAN BİR BAŞKENTİN MİMARİSİ
Konstantinopolis’in fethedilmesinin getirdiği saygınlık ne kadar büyük olursa olsun bir harabe ve anı olarak antik kent, olduğu gibi başkent yapılmak için uygun durumda değildir. Osmanlı İstanbul’unun kurulması ilk yıllarında parçacı, daha sonraki yıllarda kent bütününe yayılan büyük projelerle, nüfuslandırma ve şenlendirme politikaları ile gerçekleşmiştir. Dönem tarihçisi Kritovulos’un anlatımıyla Fatih Sultan Mehmed, “bu şehri, eskiden olduğu gibi her alanda; güç, zenginlik, şöhret, bilim, sanat, bütün diğer meslekler ve güzel şeylerde, kamuya ait ve özel binalarla anıtsal eserlerde kendine yeterli ve güçlü kılmak”2 istiyordu.
Osmanlı İstanbul’unun kuruluşu bir imparatorluk projesidir; kadim başkent alınınca imparatorluk olmaya adım atılmış, imparatorluk büyüdükçe yeni bir başkent, eskisinin üzerinde anıtsal bir biçimde kurulmuştur.
Fatih’in yeniden kurduğu İstanbul’un kökeninde farklı kentsel ve mimari gelenekler vardır. Bunlardan bir kısmı kentin yeni sahipleri tarafından getirilen değerler, diğerleri ise kentin kültürel bağlamında sürdürülenlerdir. Osmanlıların İstanbul’a getirdiği Orta Doğu İslam ve beylikler dönemi kent şemasıdır. Bu şemada genelde varolan kente eklemlenen yeni bir merkez oluşturulur ve yerleşimin gelecekteki yayılımını belirleyen bir çeper olarak külliyeler kurulur. Kentin yeni merkezini belirleyen üç ana işlev vardır: Çarşı, saray ve ulu cami. Saray, eski yerleşimin bir kale-saraya dönüştürülmesi ya da eski yerleşimin uzağında yeni bir sarayın kurulmasıyla oluşturulabilir. Kale sarayın altında ya da eski yerleşim ile saray arasında hanlar, arastalar, kervansaraylarla çarşı bölgesi oluşturulur; bu bölgeye genelde sarayla ilişkisi açısından tahte’l-kal‘a (kalenin altı) denir. Çarşı bölgesinde gevşek bir ızgara plan, uzun çarşı sokakları ve bedestenler çevresinde oluşur. Ulu cami, çarşının içinde sarayla ilişkili bir konumdadır; genellikle çok ayaklı ve kubbeli geniş bir mekândır. Çeper külliyeler zaviyeli imaret modelinde çok amaçlı bir dinî yapı (dervişlerin konaklamasını, ibadet etmesini sağlayan ve bir mescit içeren) yanında kurucunun türbesi, medrese, hamam ve tabhaneden oluşur. Planlama modeli, yapıların tek tek arazinin doğal kotlarına göre konumlanarak belirli bir hiyerarşi içinde yerleştirildikleri serbest bir düzendedir.
Konstantinopolis’in kendi tarihi bağlamından, özellikle Geç Antikite’den gelen ve başkent olmakla ilgili büyük kentsel alanların Geç Bizans kültürü için bile silik bir hafızaya dönüşmüş hâldeki varlığı, Fatih döneminin yeniden yapılanmasında da uzak bir kaynaktır. Bu anlamda Roma kenti, hakiki bir model olmasa da gerek fiziki gerekse de efsanevi varlığıyla önemli bir veridir. Kentin su sistemleri, ana caddeleri, tepe noktalarında bulunan meydanlar ve dinî binalar gibi anıtsal yapıları, sadece altyapı olarak bile bir sürekliliği teşvik eder. Ancak Fatih dönemi için mekânın tarihsel olarak okunmasının salt bir altyapı konusu olmadığı Konstantinopolis’in efsanevi imgesinin yanında ve karşısında müdahalelerin bilinçli bir şekilde yapıldığı görülür. Kadim kent, bir ganimet olarak vardır; eserleri ya da parçaları gerek kendi özgün bağlamlarında gerekse de tamamen yeniden kurgulanmıştır. Aynı zamanda Konstantinopolis, Osmanlı’nın yeni imparatorluğunun kendini devlet gelenekleri içinde yerleştirmesi gereken bir öncül, bir ölçektir.
Fethedilen kent, Geç Antik başkentten çok farklı bir yapıya sahiptir. Ağırlıklı olarak Haliç’e ve Boğaz girişine odaklıdır; bu anlamda Galata ve Üsküdar’la oluşan deniz üzerinden kurulmuş üçlü kent yapısı kentin efsaneler dışındaki hakiki mekân şeması olarak önemlidir. Osmanlı döneminde deniz üzerinden sürdürülmüş bu üçlü yapı; Haliç’in sonundaki Eyüp’ün de katılması ile İstanbul ve üç kadılığı yani Bilad-ı Selase (Eyüp, Galata, Üsküdar) hâlinde genişleyerek sürecektir.
Fatih devri İstanbul mimarlığının öncülü ve karşılaştırılmalı ölçeğinin Ayasofya, diğer Bizans yapıları, Timur mimarisi, İtalyan mimarisi ya da erken dönem Osmanlı yapıları mı olduğu tartışmaları çokça yapılmaktadır; kökenleri daha çok Doğu’da mı yoksa Batı’da mıdır? Bu tartışma Fatih’in kendi sultan kimliği üzerinden yapıldığı gibi devrin mimarisi üzerinden de yürütülmektedir; erken dönem İstanbul mimarlık tarihi yazımı politik olmaktan, banisinin politik kimliği anlamında, uzaklaşamamaktadır. Son yıllarda, Fatih dönemi yapılarında görülen çoğulluğun sultanın imparatorluk kurgusu ile paralel bir kapsayıcılığa dayandığı ve bunun başlı başına bir özgün planlama ve estetik olduğu konusunda kuvvetli yorumlar vardır: Buna göre; devrin mimarisini seçici tercümede, bağlamsal dönüşümlerde aramak gerekir. İstanbul’un bir Osmanlı kenti olarak kuruluşunun erken dönemleri olarak Fatih mimarlığının hep karşılaştırılmak durumunda bırakıldığı bir ölçek daha vardır: Osmanlı klasik mimarisi. Bu tür bir, tek çizgisel tarih anlayışı ve sonrakini baştan oluşmuş görmek isteği, Fatih devrinin mimarisinin çok farklı alanlarda yenilikçiliğine ve farklı kent mimarlıklarını bir arada gerçekleştirerek oluşturduğu karmaşık yapıyı kavramayı önleyebilmektedir.
İstanbul’un yeniden kuruluşunun yakın geçmişinde Osmanlı mimarlığının belirli bir eşiğe gelmiş olduğunu da belirtmek gerekir. II. Murad döneminde başlanan ve Fatih devrinde tamamlanan Edirne Yeni Sarayı ve Üç Şerefeli Cami, daha sonra İstanbul’u da etkileyecek bir mimari birikimin ilk eserleridir. Özellikle Üç Şerefeli Cami, medrese işlevi olmadan, kendi başına bir mekân olarak yapılmış son cemaat avlusu, mekân içinde bölüntüler olmadan tek hacim biçiminde harimi, cephede farklı renkte taşların kullanılması ve 24 m’lik çapıyla büyük bir kubbenin inşasıyla tekil ve öncül bir yapıttır.
KENTİN KENARININ MİMARİSİ: KUŞATMA, SAVUNMA VE KENT DIŞI
Kuşatmanın Mimarisi
Boğaz’ın Asya yakasının Yıldırım Bayezid tarafından ele geçirilmesinin ardından Konstantinopolis, Osmanlı Devleti’nin gerçek anlamda görsel alanına girer. Osmanlılar, Bizans başkentini yarım yüzyıl süresince, kendi sularında bir ada gibi cephesinden ve çeperinden algılamışlardır. Kısmi hâkimiyetlerinde olan Boğaz coğrafyasında bu dönemdeki inşaat faaliyetleri genelde askerî odaklıdır; esas olan kuşatmanın mimarisidir. Yıldırım Bayezid, Anadolu’nun tatlı sularının Boğaz’a döküldüğü noktada Akçahisar, Güzelcehisar veya Yenicehisar adında bir burgaz yaptırmıştır. Kuzey yönde kare planlı büyük bir kuleden ve onun eteğinde beş adet burçla tahkim edilmiş 9,5 m yüksekliğinde surlardan oluşan bir askerî yapıdır. Özgün hâline dair restitüsyonlarda büyük kulenin içinde üç ahşap kat bulunduğu ve üzerinin çatkısı ahşap kurşun levha kaplı sivri bir piramit çatıyla örtüldüğü kabul edilmektedir.3 Güzelce Hisar’ın barutlu topçu sınıfı bir yapıya dönüştürülmesi, Sultan II. Mehmed’in kuşatma öncesi Boğaz’ı tahkim ederek Bizans’ın ikmalini kesme çalışmaları sırasında olmuştur. Yeni adıyla Anadoluhisarı, bir kısım dolgu alan üzerine kaba taşlardan nispeten alçak duvarlarla genişletilmiş, kuzeybatı yönünde üç dairesel planlı kule eklenmiştir. Ön sıra alçak surların üzerinde büyük topların sığabileceği genişlikte kemerli ağızlar açılmıştır. Ayrıca yapılış tarihi bilinmese de Fatih Vakfiyesi’nde kayıtlı bir Anadoluhisarı Camii vardır; günümüze ulaşmamıştır.
Boğaz’ı dar yerinden kuşatmak için Anadoluhisarı’nın karşı yakasında Sultan II. Mehmed’in yaptırdığı asıl hisarın inşası 1451-1452 kışında kıyı tahkimatlarından başlamıştır. Fatih Vakfiyesi’ndeki adıyla Kulle-i Cedide (daha sonra Yenicehisar, Yenihisar, Boğazkesen ve Rumelihisarı) mimari özende ve anıtsallıkta inşa edilmiştir. Projenin mimarının Edirne Üç Şerefeli’nin de mimarı olan Usta Muslihuddin olduğu rivayet edilse de bu konuda kesin kaynak yoktur; Sultan II. Mehmed’in nezaretinde yapıldığı bilinmektedir. Hisarın, deniz kıyı cephesini dar tutan, kara cephesini kendisine yönelik akınları engellemek yönünde güçlü bir biçimde tahkim eden ve yan cephelerinde doğal topoğrafyayla bütünleşerek kamufle olan bir kitle tasarımı vardır. Tursun Bey’in tanımıyla:
Vaktâ ki ol mevzı‘-i matlûbı hıyâm-ı devlet ile muhayyem ve kudûm-i mübârek ile mükerrem kıldı, meher-i mühendisîn ve kümmel-i müneccimîn müşâveresi ile mahall ü sâ‘at ihtiyâr olunup, kal‘a bünyâdın urdılar. Bu vaz‘ üzre, meselâ akar deryânın kenârında, hatt-ı müstakîm şeklinde bir bâru çekildi –ki müntehâ-yı bünyâdı merkez-i kürre-i arzdur– ve şerefât-ı bürûcından menâzil-i kamer seyr olunmak mümkin iki başında iki kulle –ki her biri rif‘atte kille-i simâke müvâzidür– refi‘-i metîni asl-ı bünyân ittiler. Ve bu iki kulleden kuru tarafına iki tâğ gibi depelere iki bâru çektiler, ve yukaru mültekâsında bir muhkem firengî kulle yaptılar... Ve deniz kenârındaki bârûya, leb-i deryâya muttasıl bir hisâr-beççe yapıldı; denize açılur yiğirmi kapu konuldı, ve her bir kapudan içeri bir ejdarhâ-yı âteş-bâr şeklinde toplar konuldı.4
Hisarın üç köşesinde, her birisi burgaz kadar büyük silindirik kuleler yapılmıştır; bunların yapımı Sultan II. Mehmed’in vezirleri tarafından üstlenilmiştir. Güneydoğudaki en yüksek seviyedeki kulenin Zağanos Paşa tarafından yapıldığı kitabesiyle bellidir; deniz kıyısındaki Çandarlı Halil Paşa’ya, kuzeydoğu köşedeki ise Saruca Paşa’ya atfedilmiştir. Duvar kalınlıkları 5,5 ila 7 m’yi bulan kulelerin belli bir seviyesinde kesitte geriye çekilme yapılarak iki kademeli bir seğirdim yolu sistemi oluşturulmuştur. Kulelerin özgün hâlinde ahşap iç katları ve kurşun kaplı ahşap çatkılı konik çatıları vardır. Büyük kulelerin arasında hisarın bulunduğu konumun kesitine uyumlu bir şekilde yükselen sur duvarları ve bunların arasında farklı planlı burçlar yer alır; özellikle güneydoğu deniz köşesi, yüksek sekizgen kuleyle tahkim edilmiştir. Çandarlı Kulesi eteğinde kıyı kapısını koruyan ikinci bir hisarpeçeyle berkitilmiştir. Hisar Camii adıyla Sultan II. Mehmed tarafından vakfedilen, kendi Kaleiçi Mahallesi de olan yapıdan günümüze sadece caminin minaresi kalmıştır.
Konstantinopolis’in Osmanlılarca fethedilmesinde büyük barutlu silah teknolojisinin önemli bir payı vardır; bunların yol açtığı tahribatın izlerinin fetih sonrasında silinerek, kentin olası dış saldırılara karşı güvenilir kılınması da yine padişahın yeni kentindeki ilk buyruklarından birisi olmuştur. Kadı Hızır Bey’in yönetiminde surlar tamir edilmiştir. Kente gelen yollarda olduğu gibi sur kapılarına giden hendek köprülerinde de bazı onarımlar yapıldığı düşünülebilir. Kuşatma sırasında öncelikli hedef olarak kapılar, fetihten sonra buralarda belirli kahramanlıklar gösteren Horoz Baba gibi (Unkapanı) kişilerin adları ve mezarlarıyla özdeşleşmiştir; kapılar yine erken dönem İslam kuşatmalarında şehit olduğuna inanılan, Baba Cafer (Zindankapı) gibi, efsanevi kişilerin tarihî mekânına dönüşecektir. Bizans döneminde kent kapılarının ve yolların geldiği yer, işlev ve tarihsel-dinî olaylarla ilintili olarak birden fazla ismi olabiliyordu. Bu çoklu isimlerden bir kısmı kullanıma da bağlı olarak varlığını korumuş (Balat, Petri ve Balıkpazarı kapıları); birçoğunun ismi değişmiştir (Bahçekapı, Unkapanı Kapısı ve Ahırkapı gibi). Fatih devri kaynakları kentin kapı isimlerinin Bizans’tan Osmanlı’ya dönüşümünü kayda geçirmek açısından da önemlidir.
Yedikule: Erken Dönem Barutlu Topçu Sınıfı Sur Mimarisine Osmanlı’nın Katkısı
Kentin surlu cephesinde en önemli değişiklik ve Fatih Sultan Mehmed’in kenti aldıktan sonra yaptırdığı ilk projelerden birisi Yedikule’dir. Tursun Bey’in anlatımıyla: “Sultan: Ve denize ve kuruya hükm ider bir kûşede bir ahmedek yapıtı, muhken burgâzlar ile kurşun örtülü. İrtifâ‘ı bir mertebededür ki, iki günlük yoldan görünür.”5
Yedikule, Konstantinopolis’in en önemli törensel imparatorluk kapılarından biri olan Altınkapı’nın iç yüzünde, varolan üç sur kulesinden başka, Rumelihisarı’ndaki büyük kulelere benzer üç özdeş silindirik kule ve sekizgen bir burç eklenerek oluşturulmuş bir tahkimatlı mekândır. Altınkapı’nın kapatılmasının sembolik öneminin yanında, bu nokta denizden kaynaklanabilecek saldırılara ve kent içinden ayaklanmalara karşı savunmanın güçlendirilmesi açısından önemlidir. Yedikule bazı kaynaklarda kentin merkezinde yapılan sarayın yanında ikinci bir kale-saray olarak nitelendirilmiş olsa da, Fatih Sultan Mehmed’in Yedikule’de Bizans’ın Haliç köşesindeki geç dönem kale-sarayı Blakernai’ya benzer bir ikametgâh kullanımı olmamıştır. Hisar özellikle fetih sonunda ele geçen ganimetleri depolamak için bir hazine, gereğinde bir hapishane yanında bir kale mahallesi olarak da yapılanmıştır. XVI. yüzyıldan kalan iki anonim İtalyan görünüşünde hisarın, Fatih vakfı olan camisinin çevresinde oluşmuş, yoğun mahalle dokusu gösterilmiştir.6 Yedikule’nin mimarisinin en çarpıcı özelliği planıdır: Altınkapı çevresindeki yapılar dâhil edilerek yapılan hisar, büyük kuleler arasında içe doğru kırılarak ayrı birleşim noktaları oluşturan, bu kesişim noktasını da dışa doğru çıkıntı yapan üçgen planlı burçlarla tahkim eden sur hatlarıyla yıldızımsı bir şekildedir. Rönesans döneminde ideal kentler ve kaleler için de bir model olan yıldız biçimli tahkimatların bir diğer ismi “İtalyan planı”dır (trace İtalienne). Bu tür bir savunma yapısı Fatih döneminde, gerek kuram gerekse pratik olarak yeni ortaya çıkıyordu.7 Yedikule, inşa edilmiş ilk yıldız planlı kalelerden birisidir. Yıldız planın Yedikule’de ortaya çıkışı Fatih döneminin kaynakları kesin olarak açıklanamayan mimari muammalarından birisidir.
Tophane ve Baruthaneler: Osmanlı’nın Barutlu Topçu Silahlarına Katkısı
Kentin savunmasındaki mimari güçlendirmelerin ve yeni yapıların yanında, top dökümü önemli bir savunma endüstrisi olarak kurulmuş ve Tophane-i Âmire, Galata’nın kuzeybatısında surların dışında inşa edilmiştir. Fatih dönemi Tophane’si daha sonraları yenilendiği için ilk hâli kaynaklardan gözlemlenebilir. Evliya Çelebi şöyle der: “... Önce Fatih ağaçlık içinde bir derli toplu tophane inşa etti. Sonra Bayezid-i Veli de genişletip odalar yaptı.”8 Evliya, deniz kıyısındaki topçu kışlasının da aynı şekilde Fatih ve II. Bayezid döneminde yapıldığını nakleder. Tophane’nin bu dönemden iki adet temsili vardır. Birincisi, Buondelmonti haritasının Düsseldorf kopyasında yan yana iki adet kırma çatılı büyük mahzeni gösteren çizim; haritada yapılar belli bir detayda ve sembolik ölçekte verilmekle beraber, bu iki yapının büyük mahzenler olduğu, hem dar hem de yan cephelerinde kapıları bulunduğu, birden fazla kattan oluştuğu, bacası ve su değirmeni betimlenmiştir. Üretimin kıyıya kadar yayıldığı ve büyük ahşap iskelenin topları yüklemek için kullanıldığı görülür. İkinci temsil Vavassore haritasında benzer detaylar (büyük iskele, kırma çatılı bir bina, alanda toplar) görünür, özellikle bir tatlı su kaynağı, kuyu şeklinde gösterilmiştir.9
Savunma sanayisinin Tophane’den başka diğer kolu olan baruthaneler de, kent içinde ilk olarak Fatih döneminde konumlandırılır. Kritovulos’un belirttiği üzere sultan, “... silah, top ve benzeri malzemenin depolanması için büyük ve sağlam binaların inşa edilmesini emretti.”.10 Atmeydanı yakınında daha sonra Aslanhane adını alan eski bir saray girişi/kilise yapısının yanındaki yapılar dönüştürülerek baruthane imalathanesi ve deposu yapılmıştır. Bizans döneminde kullanılan Haliç zincirinin bağlandığı ve Tophane’ye çok yakın bir yerdeki Galata Hisarı da II. Bayezid dönemine kadar bir barut deposu olarak kullanılmıştır (Fatih vakıf defterine “mahzen” olarak kaydedilmiş olan yapı, daha sonranın Kurşunlu Mahzeni’dir).
Limanın Ağzının Törenselliği: Kız Kulesi, Galata Mahzeni ve Topkapı
Fatih devri savunma mimarisinin devamında Haliç ve Boğaz girişinden özellikle bahsetmek gerekir. Tursun Bey’in anlatımı ile: “Ve İstanbûl lîmûnı ağzına mukâbil, Anatolı yakasında, deniz içinde dökündi taş arasında bir muhkem kal‘a yapturdı, ve toplar vaz´ eyledi ki, atıldukça lîmûn içinde gemi turgurmaz.”11
Kız Kulesi’nin de bu dönemde yalısında bir çerçeve duvar içine açılan top ağızları ile tahkim edildiğini anlıyoruz; aynı mevki Vavassore haritasında “Türklerin geçişi muhafaza ettiği yer” olarak not edilmiştir. Buondelmonti’nin Düsseldorf kopyası, limanın girişinin kontrolünü top atılırken gösterir: Galata’da Tophane ve mahzendekiler ve Kız Kulesi’ndekiler dışında sultanın Yeni Saray’ının burnunda da toplar konumlanır. Söz konusu tahkimat, düğünler, bayramlar, donanmanın ayrılması gibi belirli günlerde de atışlar yapılarak kentin törenselliğinin XIX. yüzyıla kadar önemli bir parçası hâline gelmiştir; Sarayburnu’nda topların arkasındaki çift kuleli kapı da adını Topkapı olarak daha sonra Fatih’in Yeni Saray’ına verecektir.
Fetih sonrasında Çanakkale Boğazı’nda Kilitbahir ve Sultaniye kaleleri adıyla iki kale yapılmıştır. Tursun Bey, “Çün iki tarafdan düşman gelecek yol komadı, İstanbûl dârü’l-emân oldı.” der.12 Rumelihisarı’ndan, Yedikule’ye ve Çanakkale’ye kadar İstanbul’un Fatih devri savunma yapıları Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçiş döneminin önemli yapılarıdır. Gabor Agoston gibi araştırmacıların barutlu silahlar konusunda Fatih döneminin katkısını belirtmesine benzer bir şekilde barutlu topçu sınıfı savunma yapılarının ortaya çıkışına da katkısından bahsetmek mümkündür.13 Top teknolojisindeki katkı ve etkileşim sürerken, belki de dârü’l-aman olmaktan dolayı Osmanlı’nın savunma yapılarının gelişimine katkısı, en azından İstanbul için iki yüz elli yıl kadar Fatih dönemiyle sınırlı kalacaktır.
Başkentin Çeperi: Talim Meydanları, Avlaklar, Geçitler, Köyler, Bostanlar
Kentin yeniden imarındaki önemli konulardan birisi de çeperin kentin uzantısı olarak kurgulanmasıdır. Bursa ve Edirne’de surlu kentin dışına yayılan Osmanlılar için, zamanında varolan en geniş surlu kent alanına sahip yerlerden birisi ve boşalmış bir yerleşim olan İstanbul’da “kentin içi ve dışı” kavramları da farklıdır (Bursa’da surdışı yayılımı tarifleyen Murat Hüdavendigâr Külliyesi ve Yıldırım Beyazıt Külliyesi arasındaki 5,5 km’lik mesafe İstanbul’da suriçi alanının boyuna eşittir; Edirne’de surlu kentin güney ucundan surdışı Yeni Saray’a alanın boyu 3 km’dir). Askerî olarak geçitlerin tutulması ve kontrolü yanında, kentin yakın çevresinde günübirlik iaşe malzemelerinin sağlanması için tarım alanları oluşturulması, askerlerin talim yapmaları için “meydanlar”ın kurulması, sultanın yine bu anlamda avlanması için alanların tanımlanması, sarayın ve ordunun atlarının salınması için otlakların oluşturulması, kentin su kaynaklarının koruma altına alınması, çeperin devlet tarafından kurulmasının eylemleridir. Kuşatma sırasında tahrip olan çevre kırsal alana Fatih’in yeni aldığı topraklardan iskân ettiği köylüler yerleştirilmiş; Belgrat Köyü, Arnavutköy gibi kurulan yerleşimlerde avlakları ve tarım alanlarını korumakla görevlendirilmiştir.14 Kritovulos şu şekilde aktarır: “... Diğerlerini şehrin dışındaki köylere yerleştirdi, toprağı işleyerek ve çiftçilikle uğraşarak şimdilik kendilerine yeterli olmaları için onlara buğday, öküz ve ihtiyaç duydukları başka şeyler verdi.”15
Modern öncesi dönemde, kentin taze meyve ve sebze ihtiyacı kentin çeperinden sağlanmak zorundadır. İstanbul’da da kente, saraya ve orduya taze sebze ve meyve sağlamak için mirî bostanlar oluşturulmuştur. Fatih’in seferler dışında kentin geniş çeperindeki ve buraların peyzajındaki varlığının bir örneği de Beykoz’da avda iken Tokat’ın alındığı haberi verildiği yerde Tokat Bahçesi’nin yaptırılması hikâyesidir.
Fatih’in kuşatma sırasında Haliç’teki çatışmaları yönettiği ordugâhın bulunduğu Galata’nın batısındaki tepe sırtı, sultanın vakfetmesiyle Okmeydanı adıyla bir talim alanı olarak kurulmuştur. Kuşatma sırasında ordunun ilk namaz kıldığı yerlerden birisi olarak anılan Okmeydanı’nda XV. yüzyılın sonuna atfedilen bir namazgâh bulunur. Kentte bilinen en eski namazgâh olan yapı, iki sıra taş üzerinde setlenmiş bir alandan ve kapılı bir taş minberden oluşmaktaydı (yakın zamanda harap olmuştur). Bu mevkide seferlere çıkmadan önce namaz kılınması âdetini XVII. yüzyıl yazarı Eremya Çelebi de nakleder.16 Fatih döneminde Rumeli seferlerinin sahrası Edirne’dir. Kendisi sefere gitmeyen bir padişah olarak, II. Bayezid döneminde İstanbul’da Sadrazam Davud Paşa’nın yaptırdığı kasır ile padişahın ordusunu uğurlayacağı bir sahranın oluşturulması anlamlıdır.
Haliç ve Kadırga Tersaneleri
İdris Bostan’ın aktardığına göre Haliç’te bir askerî tersane kurulması da fethi takip eden yıllarda 1455’te olmuştur.17 Kasımpaşa Deresi’nin Hasköy kısmında tersane inşaatı için Kaptanıderya Hamza Paşa görevlendirilmiştir; birkaç adet gemi inşaat gözü, bir cami ve bir divanhane yapılmıştır. Bu konuyu dönemin görsel kaynaklarında teyit etmek olasıdır. Vavassore haritasında Galata’nın batısındaki düz alan kadırgaların çekildiği bir yerdir ve bunun kenarında Galata köşesinde divanhane, sembolik olarak resmedilmiştir. Tersanenin büyütülmesi Sultan II. Bayezid zamanındadır; ilk gemi gözleri ise Matrakçı Nasûh’un minyatüründe görülür.18 İlk divanhanenin, yenisinin şimdiki Deniz Komutanlığı noktasında yapılmasının ardından varlığını koruduğu, çok şematik olarak XVII. yüzyıl tasvirlerinden de takip edilebilmektedir. Matrakçı Nasûh’un minyatüründe tersane gözlerinin batısında görülen servili bahçe de –Hasköy tersane bahçesi– Fatih’e atfedilir. Evliya Çelebi, sultanın burada, “satranç nakşı on iki bin servi ağacı” diktirdiğini anlatır.19
Fatih döneminde Marmara kıyısında surların içinde Bizans döneminde Iulianos ya da Sofia Limanı olarak bilinen mendirekli kapalı liman onarılarak 1462’den itibaren Osmanlı kadırgaları için tersane olarak kullanılmıştır. Kadırga Limanı adlı bu yerde, Osmanlı öncesi dönemden kalan deniz kapısının arkasındaki tersanede bir dizi kapalı gemi gözü bulunduğu Buondelmonti, Vavassore ve Matrakçı görünüşlerinden bilinmektedir. Kadırga Limanı, Hartmann Schedel’in İstanbul görünüşünde kısmen resmedilmiştir; burada özellikle Topkapı Sarayı dışında avlulu bir yapıdaki ahırlarla ilişkili gösterilmiştir. Bu bölge, limanın doğusundaki Iustinianos dönemi kilisesinin Sultan II. Bayezid döneminde Küçük Ayasofya adıyla camiye çevrilmesi ve medresesinin yapılmasıyla yeniden imar edilmiş olsa da Haliç Tersanesi’nin büyümesi ile beraber, küçük gemilere ayrılmış ve XVI. yüzyılın ortalarında liman toprakla dolmuştur.
Suyollarının Yeniden Kurulması: Kırkçeşme
Konstantinopolis’in çeperinin kuşatma alanı olmaktan çıkmasının önemli sonuçlarından birisi; kentin çevresindeki su kaynaklarının tekrardan kullanılabilir hâle gelmesidir. Orta Bizans döneminden itibaren kuşatmalarda, kaynakların zehirlenebilmesi sebebiyle Geç Roma döneminden kalan suyolları değil de kent içi sarnıç sistemleri tercih edilmeye başlanılmıştır. Fetihten sonra antik suyollarının ihya edilmesi konusu kent içindeki belirli yerleşim kararlarını anlamak açısından da önemlidir. Tursun Bey’e göre:
Meğer İstanbûl’un ma‘mûrlığı hâlinde, altı yidi günlik yoldan su gelmiş. Eski kâh-rîzler bulundı ki tağlar çiğerlerin delüp geçürmişler, ve ka‘r-ı zemîne müvâzî derelerden, tâk-ber-tâk, kemer-ber-kemer yonma ruhâm-ı hâm ile tarsîf idüp, üzerinden bir nehri akıtmışlar. Ammâ havâdis-i rûzgâr ve savârif-i leyl ü nehâr ile harâb ü yebâb olmış. Ana merhere-i mühendisîn getürdüp, kal‘ olmış tâklarını ve hasf olmış yirlerini meremmet ü tecdîd, belki tarsîs ü te’kdi ittiler. Ve bu kâh-rîzün etrâfında niçe sular bulunup, asla ilhâk idüp, bir nehr-i gazîr kamu yaylak suyını getürüp şehre akıttı... Bunun gibi suyı sarây-ı firdevs-âsâsına ve hammâmâta vü mahallâta taksîm itti. Ve mir mülâyim yirde, bir kemerde kırk çeşme itti. 20
Kazım Çeçen’e göre Fatih döneminde yeniden kullanıma sunulan en önemli su tesisi Kırkçeşme’dir. Cebeciköy tarafından gelen isale hattı kent içinde eski Valens Kemeri’nin tamir edilmesiyle (Bozdoğan Kemeri) üçüncü tepeye ulaştırılmıştır. Burada Unkapanı’na doğru eğimin altında eski taksimlerden birisi de Kırkçeşme adı ile yenilenmiştir.21 Su yapısının üzerinde Bizans döneminden kalan zarif su kuşu kabartmaları mevcuttu; XIX. yüzyılın fotoğraflarında görülen çeşme, yol genişletme çalışmalarında ortadan kalkmıştır.
KENTİN EN ORTA NOKTASI: KALE/SARAY/KIŞLA/DARPHANE/ÇARŞI
Bir Ulu Cami Olarak Ayasofya
Konstantinopolis’i çeperinden elli sene boyunca gözleyen Osmanlılar için, anıtsal surların ardında en büyük çekim noktası Ayasofya Kilisesi olmuş olmalıdır. İmparator Iustinianos döneminde İslam’ın gelmesinden önce yapılmış bir yapı olarak Ayasofya, İslam geleneğinde bir mucize olarak değerlendirilmiş; mimari kurgusunun uhrevi olduğuna inanılmıştır.22 Fethin ertesinde, kentin yapılarının ve arazisinin kendi payı olduğunu bildirmiş olan Sultan II. Mehmed, gaza hakkı olarak askerlerin kendi taşınabilir paylarını almalarının ardından, ilk olarak en önemli ganimeti olan Ayasofya’yı ziyaret eder; kilise camiye dönüştürülür. Fetih geleneğinde kentin en önemli dinî yapısının bir ulu camiye çevrilmesi olsa da, Doğu Hristiyanlığının başyapıtı Ayasofya’nın camiye çevrilmesi özellikle çığır açıcı bir olaydır. Ayasofya ismiyle bakidir ve belki bu yüzden fetih sonrası ismi değiştirilmemiştir. Dönüşümün manevi ağırlığı yanında dönüştürmenin mekândaki izleri belki de kadim yapının kutsallığına atfen mütevazıdır. Kilisenin kutsal eşyaları ve Hristiyan ibadetinin yapısal ögeleri kaldırılmış; kıble yönüne mihrap ve minber eklenmiştir. Mihrabın yanına Hz. Muhammed’in emaneti olan bir seccade ve fethi kutsayan yazılar asılmıştır.23 Özgün mihrap bilinmemektedir; yerindeki mihrap Sultan Abdülmecid dönemi restorasyonuna aittir. Bugün görülen mermer minber de XVI. yüzyılın nadide bir eseridir. Bizans mozaiklerinin çoğuna, mihrap duvarında namaz esnasında göze görünenlerin üstünün sıvayla örtülmesi dışında dokunulmamıştır. Batı cephesinde, tam girişin ortasında konumlanmış olan çan kulesinin çanı indirilmiş ancak kuleye dokunulmamıştır; yapıyı XVII. yüzyıla kadar görsel kaynaklarda takip etmek mümkündür. Kubbenin tepesindeki haç kaldırılmış yerine hilal konulmuştur. Fatih döneminin ilk minaresi Ayasofya’nın batı yarım kubbesinin güney köşesindeki bir payandanın üzerine ahşap olarak yapılmıştır. Sultan II. Mehmed’in yeni camisi iki minareli olarak yapıldıktan sonra Ayasofya’ya da güneydoğu yönünde mihrap duvarının köşesinde ikinci bir minare eklenmiştir; bu tuğla minare günümüzde mevcuttur. Her iki minarenin II. Selim zamanında Mimar Sinan tarafından yapılan kapsamlı yenileme öncesindeki hâlleri Hartmann Schedel’in şematik kent görünümünde (burada minarelerin yerleri ters olmalıdır) Matrakçı Nasûh’un minyatüründe (minyatürde Ayasofya, güney cephesinden çizilmiştir) ve Melchior Lorichs’in panoramasında görünmektedir.24Ayasofya, Yeni Cami (Fatih Camii) yapılana kadar kentin tek cuma camisi olarak sultanın bütün mülkünün vakfedildiği dinî bir yapıdır; Yeni Cami’den sonra da çok sayıda mülkü olan zengin bir vakıftır. Bu durumda Edirne’de Üç Şerefeli’ye ismini vermiş olan eser seviyesinde minarelerin yapıldığı Fatih döneminde Ayasofya’nın minarelerinin mimari ve tezyinat anlamında iddiasızlığı dikkate değerdir.
Ayasofya’nın güneybatı yönündeki yan kapısı tarafında duvara yapışık bir ahşap revak altında abdest muslukları yapılmıştır; III. Mustafa Şadırvan’ı inşa edilene kadar kullanılan bu abdesthane XVII. yüzyıl Guillaume-Joseph Grelot çiziminde görülebilir. Caminin ilk yıllarında eski papaz okulu medrese olarak kullanılmış; sonra kuzey yönünde bir medrese yapılmıştır. Fatih Camii medreseleri yapılana kadar işleyen medrese, II. Bayezid döneminde tekrar kullanılmış; XVI. yüzyıl sonunda baştan yapılmıştır. Günümüzde temel kalıntıları mevcuttur. Fatih döneminde Ayasofya’nın medresesinde ünlü âlim Ali Kuşçu’nun müderris olarak görev yaptığı bilinmektedir; şadırvan karşısında bahçede bulunan güneş saatinin de onun eseri olduğu düşünülmektedir. Kuşçu, Ayasofya’nın kubbe alemine göre İstanbul’un enlem ve boylamını hesaplamıştır (ilginçtir ki kentin ilk bilimsel planı olan 1776 tarihli Kauffer planında da Ayasofya’nın kubbesi İstanbul’un koordinat noktası olarak kullanılmıştır). Ayasofya uhrevi ve ideal bir yapı olarak Osmanlı mimarisi için aşılması gereken bir ölçek olmanın ötesinde tekrar edilebilirliği olan kanonik bir esere dönüşmüştür. Ayasofya, Fatih döneminde tarihî yarımada içinde camiye çevrilen tek kilisedir; Ayasofya’nın vakfiyesinde adı geçen dört kiliseden Galata’daki Arap Camii (eskiden bir cami olduğu varsayımı üzerine) dönüştürülmüş diğerleri (Zeyrek, Eski İmaret, Kalenderhane) başka kullanımlara verilmiştir.
Eski Saray: İstanbul’un Yasak Şehri
Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin ardından ikinci önemli imar kararı kentin geometrik merkezinde bulunan ve kısmen eski Theodosios Forumu’na denk gelen büyük bir bölgenin sultan sarayının yapımına tahsis edilmesidir; söz konusu yer, bugün İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü’nü ve Beyazıt Meydan’ını kapsamaktadır. Haliç’te üçüncü tepenin sırtlarından kentin ana caddesine kuzey-güney yönünde uzanan yaklaşık 400 m’ye 840 m’lik ince bir dikdörtgen biçimindeki saray arazisi burçları olmayan yüksek duvarlarla çevrilmiştir ve dört kapısı vardır. Tarihçi Edirneli Ruhî’ye göre, mimarı Edirne’deki Üç Şerefeli Cami ile Edirne Yeni Saray’ının da mimarı olan Usta Muslihuddin olmalıdır.25 Arazide varolan yapıların yıkımına yeniçerilerce hemen fetih ertesinde başlanılmış, Fatih, 1455 kışında ilk defa bu sarayda ikamet edebilmiş, inşaat 1458’e kadar devam etmiştir. Sarayın kuzey cephesi kentin o zaman için gerçek anlamda yoğun olan liman alanına hâkimdi; bu sınırın bir kısmı Süleymaniye yapılırken daraltılmıştır. Doğu cephesi limana inen daha sonraları Uzun Çarşı adını alan Bizans’ın Makros Embolos’u arasında belirli bir ticaret dokusuna olanak verecek kadar bir uzaklıkta paralel uzanıyordu. Sarayın bu cephesinde ve yine Fatih döneminde sarayın yapımına koşut olarak yapılan bedesten çevresindeki çarşının merkezine açılacak şekilde büyük bir kapısı vardı (Mercan Çarşısı Kapısı, 1812-1813 tarihli suyolu haritasında büyük ve süslü kapı olarak tasvir edilmiştir26). Batı yönünde sınır, Bozdoğan Kemeri’nin ulaştığı noktada başlıyordu; sarayın bu yönde de bir kapısı vardı. Güney cephesi ana caddeye varıyor ve burada Geç Roma döneminin tasvirli imparatorluk sütunlarına örnek Theodosios Sütunu’nu da içine alıyordu; yine bu alanda ana kapısı vardı. Fatih’in 1481’deki cenazesini tasvir eden bir kaynağın anlatımına göre, sultanın naaşı törenle Yeni Cami’ye (Fatih) götürülürken sarayın önündeki meydana getirilir ve burada set üstünde yas tutan harem halkı tarafından gözden kaybolana kadar izlenir.27 Bu tasvirdeki kapının daha sonra Topkapı Sarayı’nda yapılana benzer bir çeşit kasırlı Bâb-ı Hümayun olması ve meydanında Topkapı’daki birinci avlu hükmünde bir yer olması mümkündür.
Ne var ki sarayın cadde üzerindeki kapısı ve meydanı, saray arazisi II. Bayezid döneminde padişahın külliyesine yer oluşturmak için kuzeye doğru çekilerek daraltıldığında yıkılmıştır; daha kuzeyde yeni bir kapı yapılmıştır. Fatih’in kentin deniz köşesinde eski Bizantion kenti arazisinde yeni bir saray yaptırma kararından sonra Saray-ı Atîk adını alan ve ağırlıklı olarak hareme kalan Eski Saray, Osmanlı İstanbul’unun âdeta “yasak şehri”dir. II. Mahmud zamanına kadar varlığını sürdüren sarayın, surların içindeki yapısı hakkındaki bilgiler çok genel ve sınırlıdır. Fatih devrinin tarihçisi Tursun Bey, burada büyük bahçeler ve av alanları içinde korunaklı bir harem dairesi, padişah köşkleri, içoğlan koğuşları tarifler. Fatih’in yaşamının son yıllarında burada bulunan Giovanni Maria Angiolello, saray bahçesinde bir göl çevresinde egzotik hayvanların gezdiğini anlatır. II. Bayezid döneminde sarayda içoğlanı olan Giovantonio Menavino da burada yirmi beş adet yapı sayar. Vavassore haritasındaki temsilde dış surların içinde ikinci bir duvarla tariflenmiş alanda merkezî bir ana yapının yanında çeşitli yapılar görünür; dış bahçede gösterilen kubbeli yapı, eski bir Bizans yapısı ya da hamam olabilir. Ayda Arel, Edirne Cihannüma Kasrı üzerine yaptığı çalışmalarında Vavassore’de görünen “masif bir kasır görünümünde”ki yapıya dikkat çekerek bunun da bir çeşit cihannüma kasrı olabileceğini işaret etmiştir.28 Lorichs panoramasında Sultan Süleyman Türbesi’nin hemen üzerinde büyük kurşun çatılı bir bina, sözü geçen tür bir kasır olabilir. Topkapı Sarayı’ndaki üçlü avlu düzenini çok detaylı bir şekilde göstermiş olan Matrakçı’nın minyatüründe Eski Saray’ın dış avlusunun içindeki yapılar neredeyse tek bir yapı hâlinde ifade edilen bir sıkışıklıkta, ortada yüksek bir bina kütlesi çevresinde parçalar olarak gösterilmiştir. Daha sonraki yüzyıllarda defalarca yandığı ve en sonunda 1826’da yıkıldığı için hakkında kısıtlı bilgi bulunan bu sarayın dört kapısının bulunması Edirne Sarayı’ndakine benzer işlevlere göre ayrışmış yan yana büyük avlulardan oluşan bir şemayı düşündürse de, bu yönde bir ilişkiye dair tek temsil dış surlara kadar uzanan ara duvarların göründüğü Lorichs panoramasıdır. Lorichs’te eğimin büyük kısmını kaplayan bir bahçenin (en alt kotunda kubbeli bir yapı görünür) üzerinde kısmen yapılardan oluşan bir iç duvar ve setlerle ayrılmış bir bina grubu temsil edilmiştir. Tepede bu alanın batısında ise kendi içinde avlulu bir yapı grubu gösterilmiştir; iç yapı grubundan ayrı duran bu avlulu yapının içoğlanların koğuşları veya ahırlar olduğu düşünülebilir. Eski Saray’ın içi, gözlerden uzak olsa da kendisi kentin tam ortasında özel bir alan işgal etmiş, İstanbul’un kentsel ilişkileri bağlamında belirleyici olmuştur. Her ne kadar tahkimatı sur kuleleri olmadan yapılmış olsa da Eski Saray; Orta Doğu ve Anadolu İslam kentlerinde görülen tahkim edilmiş yönetici merkezi anlamında bir “kal‘a”dır.
Darphane-i Âmire/Simkeşhane
Eski Saray’ın bir yönetim merkezi olarak konumunu belirlediği önemli bir işlev, İstanbul Darphane-i Âmire’sidir. Fatih döneminde Osmanlı ekonomik gücünün yayılması yönünde çok sayıda kentte para basımı yapılmış olsa da, ilk Osmanlı altınının basıldığı merkez darphane İstanbul’dadır. Eski başkent Edirne’de darphane, Eski Saray’ın karşısında konumlanmaktaydı; benzer bir şekilde İstanbul’un merkez darphanesi de kentin ana yolu üzerinde sarayın güneybatı köşesinin karşısındadır. Yapıya ait eski bir kitabede yapılış tarihi 1463 olarak nakledilmiştir;29 ilk Osmanlı altını da 1467’de burada basılmıştır. Söz konusu tarihte Fatih’in Yeni Saray’ının inşaatı başlamıştır; yine de merkez darphane, Eski Saray’ın yanında yapılmıştır. Beyazıt Külliyesi’nin yapılması ile beraber yeni konumu Beyazıt Medresesi’nin karşısında olacaktır. Darphane-i Âmire, Fatih döneminde kentteki tek darphane değildir; Sultan II. Mehmed vakfı kayıtlarına göre, Çemberlitaş yakınlarında Irgat Pazarı’nda bir pul para darphanesi bulunuyordu. Söz konusu yapının XVII. yüzyılda Evliya Çelebi’nin bahsettiği sırmakeşhane olması mümkündür. Sırmakeşhane, XVIII. yüzyılda Beyazıt’taki darphanenin Topkapı Sarayı’na taşınması ile birlikte, onun yerine taşınmış ve simkeşhane adıyla üst yapısı yeniden inşa edilmiştir. 1957-1958 yılında Divanyolu’nu genişletme çalışmaları sırasında simkeşhanenin güney kanadı hariç tümü yıkılmıştır; ancak yıkım öncesi hâlinin fotoğrafları ve planları mevcuttur. Fatih Darphanesi’nin özgün hâline dair tasvirler Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi’nde yer alır:
İstanbul içre birdir ki Sultan Bayezid yakınında bir darphanedir. Kefere asrında kimya sahibi bir papazın evi idi. Daha sonra kimya malı ile büyük bir kilise yaptı. Sultan Mehmed Han, kilise ve evi yıktırıp darphane etti. Hâlâ kilisesinin kalıntıları bellidir. Hala dört tarafı kale gibidir. Emini bazı zaman kubbe vezirleri olur, zira o yerde cülus olup sikke ayarı düzeltildiği zaman günlük on kantar gümüş ve bir kantar altın işlenip sikke yapılıp altınına şerefi altını derler.30
Evliya Çelebi’nin tarif ettiği yapı belki de Matrakçı Nasûh minyatüründe Beyazıt Camii’nin hemen sağında gösterilen alt katı kapalı duvarlarla, üst katı da kırık çatı altında pencereli ve direkli kısımlardan oluşan yapıdır; Matrakçı aynı tipi, altı dükkânlarla dolu olarak Mahmutpaşa’da Kürkçü Han için kullanmıştır. Ekrem Hakkı Ayverdi, darphanenin avlusu içinde bir de medrese olduğunu belirtir.31 XVIII. yüzyılda kısmen eski darphanenin temelleri üzerine yapılan simkeşhanenin içinde konumlanan İmparator Theodosios Anıtsal Kemeri, Evliya’nın bahsettiği “kâfir” yapısı olmalıdır; Geç Roma dönemi eseri yol genişletme çalışmaları sırasında han yıkılırken ortaya çıkarılmıştır. Simkeşhanenin güney kısmının da Theodosios Forumu’nun güney sınırına denk geldiği kazı izlerinden söylenebilmektedir.32 XVIII. yüzyıl yapısının 50’ye 50 m’lik bir sınır içinde koridorların iki yanında sıra odalardan oluşan kendi dönemi için çok da tipik olmayan bir şeması vardır. Avlu ortasında da aynı şemada Theodosios Kemeri üzerine denk gelen bir kol daha yer alır. Hadîkatü’l-cevâmi‘de simkeşhanede fevkani olarak yapılmış olan yeni binanın banisi Başkadın Emetullah’ın yaptırdığı mescitten bahsedilirken onun tahtında ondan eski Fatih Sultan Mehmed hayratı bir diğer mescidin bulunduğu nakledilir; bu mescidin “vazifesi Ayasofya’ya mülhâkdır. Mahallesi yokdur.”33
Eski Odalar: Yeniçerilerin Kışlası
Eski Saray’ın çevresinde şekillenen yerlerden birisi de yeniçerilerin kışlasıdır. Rivayete göre fetih sırasında kente giren askerlerin bu noktaya bayrak dikmelerinin hatırasına aynı mevkide yapılmıştır. Aslında Edirne’de bulunan yeniçerilerin kışlalarının İstanbul’a taşınması 1462’de başlamıştır. Daha sonraları Etmeydanı’nda yeni bir kışlanın kurulması sebebiyle Eski Odalar adını alacak olan yer, bugün Şehzadebaşı Camii ve Damat İbrahim Paşa Medresesi karşısında, eski Direklerarası’nın güneyinde Edirnekapı’ya uzanan yol üzerinde konumlanıyordu. Sultan II. Mahmud döneminde yeniçeriliğin kaldırılması ile kışla da yıkılmış; Eski Odalar’ın izdüşümü, alandaki yapı adalarında takip edilebilirken, yapı olarak sadece bir otelin bünyesine alınmış, Acemoğlu Hamamı kalmıştır. Fatih dönemi Eski Odalar’ına dair en eski tasvirlerden birisi olan Vavassore haritasında “Ahırlar ve Yeniçerilerin Kışlaları” başlığıyla gösterilmiş; bir kolu açılı yamuk dikdörtgen planlı ve avlulu bir yapı olarak resmedilmiştir. Aynı döneme ait Buondelmonti haritasının Düsseldorf nüshasında ise yeniçeri kışlaları düzgün büyük bir dikdörtgen avlu çevresinde sürekli kırma çatılı bir yapı dizisi biçiminde resmedilmiştir; avluya çok sayıda kemerli kapı açılır, çatı üzerinde yine çok sayıda baca gösterilir. Bu kapı ve bacaların yeniçeri ocaklarına denk olduğu düşünülebilir; burada avlu içinde atlarıyla talim yapan yeniçeriler gösterilmiştir. Odalar 1537’lerde yapılan Matrakçı minyatüründe ise Bozdoğan Kemeri’ne paralel iki yapı sırası hâlinde gösterilmiştir; burada da bir dizi kapı ve aynı sayıda baca çizilmiştir. İlk dönem kent tasvirlerinde bütüncül bir mimari altında gösterilen Eski Odalar’ın adları gereği çok sayıda yeniçeri odasından oluştuğu bilinmektedir; burada 26 ortanın kullanımı için daire olarak 47 ocaklı oda ile 55 kerevet, 21 çardak, 1 tekke ve 26 ahır sayılır. Şehzadebaşı Camii inşa edilirken en azından bir ocağın yıkıldığı bilinir. Odaların içinin tasvirlerinde süslü direklerden bahsedilmesinden dış duvarlarının üzerinde ahşap çatkılı bir taşıyıcı sistemin olduğu kabul edilebilir. Her odanın kendi mutfağı, kileri, sofası, çardağı vardır; koğuşlar ise peykeli ve sedirlidir. XVIII. yüzyılın ikinci yarısından kaldığı düşünülen Topkapı Sarayı envanterindeki Eski Odalar, yenileme planındaki bilgilere göre, önceki tasvirlerdekinin aksine daha ziyade sıkışık bir düzende olan koğuşlardır.34 Çok dar ara sokaklardan oluşan bir labirent üzerinde tek katlı, her biri küçük avlulu, helalı ve önü sundurmalı çok sayıda birim görülür.
Eski Odalar, yenileme planının gösterdiği gibi birçok defa yenilemiştir; en son hâline dair en detaylı temsil 1813 tarihli II. Beyazıt Suyolu Haritası’ndadır. Batıdaki üçgen, doğudaki yamuk dikdörtgen, iki büyük avlu çevresinde her birisi kendi kırık çatısı altında çok sayıda oda, bir dizi hâlinde görülür. Avluların arasındaki iç sokağın iki başında birer anıtsal kapı vardır. Şehzadebaşı tarafına açılan Altmışbir ya da Birler Kapısı’dır; diğer uçtaki Kırkdört Kapısı’dır. İki kapı arasında iç sokağın genişlediği bir bahçelik de gösterilmiştir. Birler Kapısı, sultanların Edirnekapı’ya doğru gidişlerinde yeniçerilerle görüştükleri bir tören kapısıydı; geleneksel olarak Birinci Yeniçeri Ortası’na mensup olan padişahlar için burada kapı üzerinde bir hünkâr köşkü de yapılmıştır. Doğu avlusu Acemioğlanlar Kışlası’na aitti; bunun doğu cephesinde Ekrem Hakkı Ayverdi’ye göre Fatih döneminde yapılıp Kanunî döneminde yenilenen Acemoğlu Hamamı ve yanında bir avlu kapısı bulunuyordu. Fatih Vakfiyesi’nde “Acemioğlan Çarşısı” adıyla 10 adet dükkândan ibaret bir çarşı kaydedilmiştir; bu dükkânlar Direklerarası yapılmadan önce kışla tarafında konumlanmış olabileceği gibi Eski Odalar’ın diğer sınırlarında da olabilir. Batıdaki dik üçgen avlulu yapı grubu, Cemaat Ortaları’na ait Cemaat Kışlası olarak belirtilmiştir. Bu avlunun güneybatı yönünde Meyyit Kapısı adıyla bir avlu kapısı vardır. Yeniçerilerin Eski Odaları işlevsel olarak Fatih’in Yeni Cami’sinin doğu yönünde yine onun vakfı Saraçlar Çarşısı ve Atpazarı’yla da ile ilişkili olmalıdır; ahırların varlığında atların ve at takımlarının çarşıları yakındadır.
Osmanlı Hassa Mimarları Ocağı’nın İstanbul’da önemli mevkilerinden birisi Vefa’da mimarbaşının mekânıdır. Bu kurumun da Fatih döneminde Eski Saray çevresindeki inşaatların yürütülmesi için burada, sarayın yanında kurulduğu söylenmektedir.35 Mimarbaşının Vefa’daki yerinin Acemioğlanlar Kışlası ile de ilişkisi vardır. Hassa teşkilatının temelinde olan acemioğlanlar, İstanbul ağasının denetiminde eğitim alıyor ve başkentteki inşaatlarda çalıştırılıyorlardı. Mimar Sinan Yeniçeri Ocağı’nda neccarlık (marangozluk) eğitimi almıştır. Bu anlamda Eski Odalar, Fatih’ten II. Mahmud’a kadar İstanbul’un mimarlık teşkilatının temelinde yer alan bir mevkidir.
Bedesten Çarşısı
Yapımı Eski Saray’la zamansal ve mekânsal olarak doğrudan ilişkili olan bedesten ve çevresindeki çarşıdır. Bedestenler Orta Doğu İslam kent geleneğinde ızgara planlı küçük dükkânlardan oluşan merkez çarşı alanına verilen ad iken, Osmanlı kentleri bağlamında bedesten, Roma ve Bizans dönemlerinde caesaria veya basilike, Arap İslam geleneğinde kaysâriye, İran kentlerinde timçeh denilen; üstü kapalı, çarşı içinde en değerli malların depolandığı ve satışının yapıldığı büyük kapalı mekânların bir çeşididir. Fatih Bedesteni’nin 1455-1456 kışında yapımına başlandığı, 1460-1461 yıllarında da tamamlandığı bilgisi kaynaklarda yer alır. Cevahir Bedesteni ve Eski Bedesten adları ile de bilinen yapı, günümüzde mevcuttur ve benzer bir işlevi sürdürmektedir. Kentin ana caddesinden 200 m, denize inen büyük caddeden de (Uzun Çarşı) 50 m uzaklıkta yapılarak kendi çevresinde bir çarşının oluşumunu destekleyecek biçimde planlanmıştır; nitekim Fatih devri sonu itibariyle de çarşının büyük bir alana yayılması sağlanmıştır.36 Bedestenin iç mekânı, üç sıraya beş sıra olmak üzere büyük ayaklar üzerinde sekizgen kasnaklara oturan on beş eş kubbeyle örtülü, yaklaşık 1,500 m2’lik bir alandır. Mekânın aydınlatılması çeper duvarının üst kotlarında kubbelerle hizalı birer kemerli penceredendir. İstanbul öncesi Bursa ve Edirne bedestenlerinde eni iki sıra uzun kubbeli mekânlar biçiminde bedesten planlarına rastlanırken, Fatih Bedesteni’nin daha önce ulu camiler için kullanılan tipolojide çoklu sayıda kubbeyle örtülen bir mekân olması farklılıktır. Çiğdem Kafesçioğlu, bu yeni tip bedesteni, Batı Akdeniz’de görülen ticaret loncalarının çok kolonlu büyük haller şeklindeki mimarisinin devamı olarak değerlendirmiştir.37 XVI. yüzyılda Osmanlı kentine gelen Batılıların beğenisini toplayan bedesten, kimi zaman bir tapınağa benzetilir. Bedestenin iç mekânının duvarı boyunca üst pencerelerin altından başlayan dışa doğru uzanan bir kalınlık içinde değerli eşyaların saklanması için kasa odalar sıralanır, ortasında ise bugün olduğu gibi, tüccarlara ayrılmış ahşap dolap dükkânlar yer alır. İç bedesten dört yönde, üzerlerinde kubbe olan, geceleri demir kanatları kapatılan kapılarla çevre sokaklara açılır. Arastalı bedesten tipindeki binanın dış duvarı boyunca tonozlu dükkânlar sıralanır. Dükkânların açıldığı yan sokaklar, kolonlar üzerinde üç parçalı bir tonoz sistemiyle örtülü sokaklardır. Kenarlarda genişlikleri 7,60 ila 8,55 m arasında değişen sokaklar, çapraz tonozlu, ortadaki dar ve daha yüksek geçit ise düz tonozludur; ışıklıklar bu orta düz tonozun üzerindedir. Günümüzde, doğu yönünde bu kolonlu sistem mevcut değildir. Doğu tarafına açılan kapının kemeri üzerinde Bizans döneminden bir kartal kabartması yerleştirilmiştir. Bu rölyef, bedestenin Fatih döneminden önce de varolabileceği konusunda tartışmalara sebep olmuştur; gerçekte oraya devşirme olarak konulmuş bir eserdir. Kartal simgesinin çarşıya yerleştirilmesi konusu uluslararası ticaret açısından kentteki devlet sisteminin fetihten sonra da sürdürüleceği konusunda bir mesaj olarak algılanabilir. Bedesten, Fatih döneminden kalan özgün bir yapıdır; çevresindeki kolonlu ve revaklı sokakların mimarisi ise kentin Geç Roma’ya uzanan geçmişinde de vardı ve Bizans’ın kenarları örtülü sokaklarının bir kısmı Fatih döneminde kemer adı altında kayıtlara geçmiştir. Fatih dönemi Bedesten Çarşı’sının kapalı sokaklarının dört bir yanında birer sokak daha genişleyecek şekilde dükkânlarla çevrelendiği düşünülmektedir. Bedestenin içinde ve dışında bulunan 122 dükkân çevresindeki revaklı yoldakilerle beraber toplam 265 adettir. Fatih Vakfiyesi’ne göre, 1472’de yan yollardakilerle beraber kayıtlı 1.141 dükkân vardı.38 Bu rakamlara Fatih Sultan Mehmed vakfı dışındakiler de eklendiğinde kentin tepe noktasında sarayın önünde büyük bir çarşının oluşumunun sağlandığı görülür.
Ekrem Hakkı Ayverdi, XVI. yüzyıl başında yapılan Sandal Bedesteni’nin yerinde Mahmut Paşa Çarşısı’nın bulunduğunu belirtir. Bedestenin doğusunda Nuruosmaniye Camii’nin kısmen altında Fatih döneminden Bodrum Kervansarayı’nın yer aldığı düşünülmektedir. İki katlı 32 hücreli yapının etrafında 14 dükkân ve 9 hücresi olduğu bilgisi vakıf kayıtlarına dayanır. Buranın kuzeyinde Dâye Hatun Mahallesi’nde iki katlı 98 odalı ve 42 dükkânlı Sultan Hanı (daha sonraları Beylik Kervansarayı) yer alıyordu. Ayverdi bu hanın, Mahmut Paşa Camii’nin kuzeyinde ve Mahmut Paşa Hamamı karşısındaki alan üzerinde aranması gerektiğini belirtmiştir.39 Sultan Hanı ve Bodrum Kervansarayı’nın olduğu Çemberlitaş bölgesi, Mahmut Paşa Külliyesi’nden başlayarak Uzun Çarşı’ya paralel limana inen ikinci bir hat oluşturmuştur.
KALENİN ALTI VE LİMAN
Eski Saray çevresinde asker kışlaları, darphane ve bedesten çarşısıyla İslam kentine dair belirgin bir şema -yönetici kalesi, çarşı ve ulu cami- kısmi olarak varolan kent dokusunun üzerinde kurulurken, Haliç sırtlarında varlığı ile limana kadar uzanan hâlihazırdaki ticaret bölgesi de kalenin altı, tahte’l-kal‘a/tahtakale olarak yeniden tariflenmiştir. Bu bölge son dönem Bizans kentinin en yoğun yerleşim bölgesiydi, liman boyunca kentin deniz surlarının iç ve dışını kapsamaktaydı. Bedesten bölgesi limanla öncelikle Uzun Çarşı ile bağlanıyordu; bu arter, kentin eski bir caddesi olarak hattını belirlediği Eski Saray’ın duvarına paralel şekilde güneyden kuzeye uzanıyor, liman kapısına yakın düzlükte kırılarak deniz kıyısına ulaşıyordu. Bedestenden aşağıya Tahtakale’de başka türlü bir ticaret dokusu vardı; küçük parsellere ayrılmış kent dokusunun hemen bütününde alt katlarda dükkânlar, depolar, mahzenler; üst katlarda ise dinî yapılar ve evler konumlanıyordu. Çiğdem Kafesçioğlu, buradaki yolların Bizans dönemindeki gibi taş kaplanmış olduğunu, belgelerde iki tarafı dükkânlı olma vasfıyla ana yol (tarikü’l-âm/tarikü’l-has) yerine sokak (zukak) olarak anıldığına dikkat çeker. 1486 tarihli bir belgede, dört adet arterin kaplandığı görülür: Sırt Hamamı’nda Tahtakale Hamamı’na Uzun Çarşı; Odun ve Balıkpazarı Kapıları arasındaki sokak; Mehmet Paşa Hamamı ile Salto isimli birinin evi arasındaki belirlenemeyen yol ve kıyı surlarının önünde uzanan “sultanın bindiği yol”.40 Uzun Çarşı ve Tahtakale’nin buluştuğu noktada kentin iki önemli deniz kapısı yer alıyordu: İlk kayıtlarda Fesleğen, Vasiliko Kapısı daha sonraları Zindankapı ve Yemiş Kapısı olarak adlandırılan Bizans’ın eski Aziz John Carnibus Kapısı ve daha batıda sura paralel olarak uzanan ana arterin sonunda yer alan eski adıyla Drungarios veya Vigla, yeni adıyla Odunkapı. Bu alanda küçük ticaret yapıları dışında kayıtlı büyük hanlar da vardı: Odunkapı’da Eski Han; belki bu yapı ile aynı olan Odunkapı Hanı; yine aynı bölgede Timurtaş Mahallesi’nde Has Murat Paşa Hanı; Şeyh Davut Hanı ve Yemişkapanı Hanı. Yemişkapanı Hanı, Fatih Vakfı kayıtlarında süfli (aşağıda) 11 bab, 18 ulvi (yukarıda) 18 bab hücresi, 16 müştemil dükkânı ile bahsi geçer. Bu hanın daha sonra Balkapanı Hanı olarak bilinen ve Venedik kolonisi dönemine uzanan geçmişi konusunda bulguları ortaya konan bina ile aynı mevkide olup olmadığı kesin değildir.41
Tahtakale Çarşısı ve Tahtakale Hamamı
Tahtakale, Osmanlı kentleri bağlamında genel olarak büyük çarşı alanının bir parçasını oluşturan bir bölge olarak tarif edilirken (bu anlamda Fatih Bedesten Çarşısı da “tahtakale”dir) Kafesçioğlu’na göre, Fatih devri belgelerinde daha sonraki dönemden farklı olarak “Tahtakale” belirgin bir yerin adı olarak surun dışa doğru çıkıntı yaptığı Fesleğen Kapısı içinde kalan ve büyük bir düzlük, sahn olarak tanımlanan bir yarı açık pazar yerini tarif eder. Nitekim, 1559 tarihli ve kıyı hakkında detaylı ve güvenilir bilgi veren Lorichs panoramasında kapının hemen arkasındaki bu sahanın yerindeki pazar örtüleri göze çarpar. Kentin deniz kapılarından birisinin arkasındaki sahanlığın sınırlarını ve Uzun Çarşı’nın başını dönemde iki önemli yapı belirler: Fatih Vakfı olan Tahtakale Hamamı ve Hacı Halil Mescidi. Hacı Halil Mescidi XVI. yüzyılda inşa edilen Rüstem Paşa Camii yerinde konumlanıyordu ve büyük olasılıkla daha önceki bir Bizans yapısının üzerinde yapılmıştı. Halil Paşa Mescidi 861 (1456-1457) tarihinden önce yapılan vakfiyesi ile kentte bilinen ilk Osmanlı dinî yapısıdır; mescit yerinde durmasa da aynı bölgede geçirdiği değişimlere rağmen Fatih dönemi özellikleri hakkında fikir verebilecek olan Timurtaş Mescidi benzer bir örnek olarak verilebilir. Hacı Timurtaş Mescidi, alt katta sokağa açılan iki adet mahzen üzerinde kare planlı ve taş duvarlı bir dinî mekân olup çatısı kırma çatı ahşap çatkılıdır. Minaresi yapı duvarlarının bir köşesinden dışa çıkma yapacak biçimdedir. Üst kata ahşap çatkılı bir ekten ulaşılır.
Halil Paşa Mescidi’nin güneybatı yönünün karşı köşesinde bölge olarak Tahtakale ile Uzun Çarşı’nın tam kesişiminde ve deniz kapısının tam aksında Fatih Vakfı olan Tahtakale Hamamı yer alır (günümüzde çarşı işlevindedir). Hamam, eş büyüklükte olmayan erkek ve kadın bölümlerinden oluşur. Erkek kısmında çok büyük ve yüksek bir soğukluk kısmının ardından, doğrusal olarak ılıklık ve sıcaklık bölümleri sıralanır. Ilıklık ince mukarnas bordürlü tek kubbe altında genişçe bir mekândır. Sıcaklık kısmı yüksek kemerlerle tanımlanmış sekizgen taban üzerinde kubbelidir; çevresinde beş adet yıkanma nişi ve her iki kenarda üçer olmak üzere halvetler bulunur. Kadın kısmı daha küçük ölçeklidir ve kurgusu asimetrik olarak doğrusaldır. Tahtakale Hamamı, liman ve ticaret bölgesinde erkek ve kadınlara hizmet etmesi açısından dikkate değerdir; bu dönemde alandaki nüfusun gayrimüslim ağırlıklı olması böyle bir hizmeti anlamlı kılabilir. Osmanlı erken döneminde İznik I. Murat Hamamı’ndan itibaren çok büyük ölçekli anıtsal hamamlar inşa edilmesi geleneği İstanbul’da Fatih döneminde de sürmüştür. Kimi zaman vezir camilerinin kubbeleri ile yarışan, Tahtakale gibi yerlerde, anıtsal kubbenin görüldüğü tek yer olan hamamların ölçeğini kendi zamanının koşulları açısından değerlendirmek önemlidir. Bu bağlamda Çiğdem Kafesçioğlu, gayrimüslim nüfusun baskın olduğu bölgelerde ve mahallelerde gayrimüslim dinî yapı vakıfları üzerinden kendini gösteremeyecek olan devletin, hizmetini bu hamamlar vasıtasıyla gösterdiği tezini ortaya atar. Tahtakale Hamamı, Fatih döneminde bu okumanın en destekleyici örneklerinden birisidir.
Surönü ve Arkası: Un, Yağ, Yemiş ve Gümrük Kapanları
Sultan II. Mehmed’in saray yakınında ivedilikle yapılandırdığı çarşı bölgesi büyük bir alandır; bu alan kente yerleşimi teşvik edilen nüfusun iaşesiyle ilgilidir. Kentin artırılması hedeflenen nüfusunun beslenme ve ısınma, giyim gibi hayati ihtiyaçlarının karşılanması birincil önceliklidir. Bu nüfusun bir kısmı da doğrudan devlet hizmetindedir: Askerlerin seferi ve gündelik ihtiyaçları; saray halkının hayati ve ender bulunana dayalı gereksinimleri ve hatta askerler ve saray halkı, başkentin iaşesine dâhildir. Konstantinopolis’in son iki yüzyılında neredeyse bir uluslararası serbest liman hâline gelen Haliç’te, Osmanlı İstanbul’unun ilk yıllarında uluslararası ticaret genel anlamda Galata ile sınırlanırken, yarımadadaki eski ticaret bölgeleri ise başkentin iaşesine yönelik olarak dönüştürülmüştür. Kentin iaşesi kimi konularda yakınlık temeli –örneğin taze sebze meyvenin temini gibi– kurulurken; kimi konularda devletin vergi bölgelerinden gelecek kaynaklarının aktarımına yöneliktir. Bu anlamda Fatih döneminde Karadeniz, Marmara ve Ege denizlerini kapsayan bir iaşe alanının oluşturulmakta olduğu düşünülmelidir. Karşılığında başkentte takip eden dört yüz sene boyunca genel hatları ile aynı kalacak bir kent gümrüğü şeması oluşmuştur. Bu iaşe mekânlarının bir kısmının Bizans döneminin devamında oluştuğu 1455 tarihli tapu sayımında isimlerinin geçmesi ile bellidir.42 Öncelikle kent surları ve liman arasındaki surönü alanlar sultanın mülküdür; bu mülkün liman bölgesi üzerindeki kısmında farklı işlevler için farklı gümrük alanları oluşturulmuştur. Kentin ana gümrüğü, “Gümrük Kapanı” adı ile günümüzde Eminönü Meydanı olan yerde kurulmuştur. Fatih Vakfiyelerinde: “Haric-i kal‘a’da Gümrük Kapanı demekle maruf bir beyit. Dört tarafı tarik-i amla mahduttur.” biçiminde tarif edilmiştir. Belgenin devamında gümrüğün işlevi şu şekilde özetlenir: “Mahalle-i mezburu etraf ve aktardan Daru’s-saltanati’l-aliyyeye emtia ile gelen tüccardan, müslimînden rubu’ öşr ve ehl-i zimmetten nısf öşr ve harbiden uşur almak için vakıf buyurup şart buyurdular.”43Aynı mevkide sur duvarına bitişik olarak Gümrükönü adıyla mevcut bir mescit yapılmıştır; Hadika’ya göre: “Banisi Ebu’l-feth Sultan Mehmed Han hazretleridir. Vazifesini Ayasofya vakfından ta‘yin eylemişdir. Mahallesi yokdur. Der meydan-ı Gümrük.”44 Fatih, gümrük çevresinde bir kısım araziyi de Şeyh Mehmed-i Geylanî’ye devreder; burada Arpacılar Mescidi olarak da bilinen Bursa Tekkesi Camii yapılır. Bahçekapı’ya doğru, sura bitişik üç dükkân üstünde yükseltilmiş bir mescittir. Vavassore haritasında bu mevki Bursa İskelesi olarak not edilmiş ve kıyıda gümrük olması mümkün, kırık çatılı büyük bir bina resmedilmiştir. Gümrüğün daha kapsamlı bir tasviri Lorichs’tedir. Burada kapalı duvarlarla çevrili büyük bir kırma çatılı bina resmedilmiştir; çatının orta noktasında bir ışıklık ya da havalandırma feneri vardır. Söz konusu noktada büyük İstanbul gümrüğü uzun yıllar hizmet görmüş ve ana gümrük binasının çevresinde ek binalar ve devlet görevlilerinin işyerleri olarak ahşap konaklar yapılmıştır. Evliya Çelebi, XVII. yüzyıldaki hâlini şu şekilde nakleder: “Bu gümrükhane, İstanbul’da deniz kıyısında gümrük emini olan meşhur yerde deniz kıyısında kat kat yalılardır. Bir kârgir yapı büyük mahzeni vardır.”45 Fatih döneminde yapılan mahzenin izleri korunmuş ve en son görünüşü Robertson’un Galata Kulesi’nden 1854 tarihinde çektiği panoramik fotoğraftadır. Fatih dönemi kayıtlarında kullanılan Gümrük Kapanı tarifi önemlidir; zira İstanbul’da kapan adı ile anılan bütün mekânlar, erken dönem kaynaklıdır. Unkapanı, Yemişkapanı, Yağkapanı kapan adı altında Fatih devrinde isimlendirilmişlerdir. Kapan, Arapça kabban ve Farsça kepandan türetilen anlamıyla, “çok büyük tartı aleti, ağır yük tartan kantar” demektir. Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinden beri malları tartıp vergileri toplamak için bu tür tartı aletlerinin konduğu kervansaray veya çarşılar tariflenmektedir. Bu anlamda kapanlar ve emanetler, kentsel gümrüklerdir; resmî tartı ve dağıtım merkezlerdir.
Gümrük Kapanı’nı takiben Balıkpazarı ile Zindankapı arasında konumlanan ve yine dört tarafı caddeyle çevrili bir tuz ambarının kaydı vakfiyede geçer; daha sonraki dönemlerde Tuz Emaneti, surun kırıldığı yerde yüksekçe bir burç ve bunun önünde kıyıda bulunuyordu. Zindankapı’nın önünde Odunkapı’ya doğru liman bölgesinin önemli bir yapısı da Yoğurtçular Camii’dir (kaynaklarda Kanlı Fırın ve Ahî Çelebi adıyla da geçer). Yapı daha sonra Mimar Sinan tarafından yeniden yapılmıştır. 1537’lerde Matrakçı Nasûh minyatüründe kıyıda gözüken kırma çatılı ve minareli yapı olabilir. Unkapanı, Fatih devrinde bir mahalle ve 33 dükkânlık ve 7 hücrelik bir çarşı adı olarak geçse de kapanın kendisine dair bir bilgi yoktur. Ayasofya Vakfiyesi’nin 1489-1491 tarihli defterlerinde Unkapanı iki adet un deposu ile beraber not edilmiştir. Unkapanı’nın Mimar Sinan tarafından muhtemelen 1560’lardaki büyük yangın sonrası yeniden yapıldığı Sâî Mustafa Çelebi tarafından yazılmıştır. Bundan önce çizilen Lorichs panoramasında kıyıdaki gemi kalabalığı yüzünden yüksek çitli bir alan yanında o dönem kırma çatılı hâliyle Subaşı Süleyman Camii görünür. Bir ihtimal Unkapanı’nın Ayasofya defterinde belirtilen iki un deposu dışında açık bir depolama alanı olmasıdır; bu, bir yapı olarak ilk sayıma ve vakfiyelere girmemesini de anlamlı kılar. Mimar Sinan tarafından yangından sonra yapılan bina Fatih Gümrük Kapanı’na benzer bir şekilde taş duvar üzerine kırma çatılı büyük bir mahzendir; ilk görüntüsü 1590 tarihli anonim Venedik panoramasındadır. Unkapanı dışında Fatih Vakfı’na ait altı dükkânlık bir kirişhane vardır. Yine bu bölgede bir Debbağhane vardır ki “sahil-i bahra karibtir”. Daha sonra Tüfenkhane olarak bilinen Silahhane de yine Unkapanı’nın batısındadır. Unkapanı’nın kuzeybatısından itibaren kıyıda Fatih’in kendi pençikleri (fetih sonrası beşte bir esir hakkı) olanları yerleştirdiği yalılarda (35 adeti Fatih tarafından vakfedilmiştir) balıkçılık yapılır; buranın vergisi sultanındır. Bu sebeple olsa gerek Balıkhane, Unkapanı’nın hemen yan kıyısındaki yalılarda bulunuyordu: “Otuz bâb beyittir ki sahil-i bahirde bina olunmuştur, haric-i Kal‘adedir. Zikrolunan büyut Balıklığı demekle maruftur. Cebe Ali kapısına ve Gün [?] kapısına ve Küngüz kapılarına mukabildir. Mabeyn-i tarik-i am fasıldır.”46
Bir Mahzen Olarak Galata
1455 tarihli İstanbul yapıları sayımında Galata’da kıyıda kale kapısı önünde bir kapanın adı geçer, burası daha sonra Yağkapanı adıyla anılacak olan Ceneviz kentinin gümrüğü olmalıdır.47 Buondelmonti 1481 kopyasında kıyıda kırık çatılı bir bina olarak gösterilmiştir. Zindankapı önü gibi burası da kıyıyla surlar arasındaki yapılarla doluydu. Fatih Vakfiyesi’nde hücre ve mahzen olarak Galata’da geçen yapıların görece çokluğu da Cenevizlilerden kalma kentin yoğunluğunu ve yapı stoğunun kısmen kâgir olduğunu gösterir. Daha sonraları Fatih dönemine atfedilse de XVI. yüzyılın sonlarından itibaren Ayasofya Vakfı’na kayıtlı olarak belgelerde görülen Galata Bedesteni’nin kuruluş devrine ait olduğuna dair kesin bir bilgi yoktur. Fatih döneminin Galata’daki en önemli faaliyeti St. Paolo adındaki Dominiken Kilisesi’nin Arap Camii adıyla camiye dönüştürülmesidir. Galata kuşatmada teslim olduğu için en büyük kilisenin camiye dönüştürülmesi konusu daha önce cami olan bir yapının tekrar camiye çevrilmesi biçiminde kurgulanmıştır; çan kulesi de bir minareye çevrilmiştir.
BAŞKENTİN KUTSAL EMANETİ: EYYÛB el-ENSARÎ’NİN MEKÂNI
Ayasofya’nın ulu bir camiye dönüştürülmesinin ardından Fatih’in İstanbul’da vakfettiği ilk cami kentin surlu alanının dışında, Eyyûb el-Ensarî’nin naaşının bulunduğu yerde yaptırdığı türbenin önündeki Eyüp Sultan Camii’dir. Fetihten üç sene sonra 861’de (1456-1457) mezarın yeri bulunur ve önce türbe sonra da türbenin imareti olarak bir zayive cami, medrese, tabhane ve hamam yapılır; 1491’deki bir vakıf belgesinde, türbenin imareti imaret-i türbe-i mutahhara olarak kaydedilmiştir.48 Bu arazide fetih öncesi şifa verici özellikleri ile bilenen iki azize adanmış bir manastır (Aziz Kosmas ve Damianos) bulunuyor ve bu mahalle, Kosmidion olarak anılıyordu. Yer seçim sebebi farklı olsa da Eyüp İmareti, Osmanlıların Bursa ve Edirne’de yaptıkları gibi surdışına külliyeler kurma yöntemleriyle koşuttur; bu anlamda Sultan II. Mehmed’in İstanbul’daki ilk imareti surdışındadır.
Fatih döneminden sonra birçok ek yapılan Eyüp Sultan külliyesi, 1766 depremini takiben XVIII. yüzyıl sonunda neredeyse tamamen yeniden yapıldığı için eser hakkındaki bilgiler türbe dışında kaynak arkeolojisine dayalıdır. Bu konuda en önemli referanslardan birisi yapının XVII. yüzyıl ortasındaki hâlini tasvir eden Evliya Çelebi’dir:
Düz bir zeminde büyük bir camidir kubbedir. Mihrap tarafında yarım bir kubbe daha vardır. O kadar yüksek kubbeler ve cami içinde asla sütunlar yoktur. Orta kubbe etrafında sağlam kemerler vardır. Minberi ve mihrabı sanatlı değildir. İki kapısı vardır. Sağ tarafta yan kapı ve kıble kapısı... Bu caminin sağında ve solunda birer şerefeli iki yüksek minaresi var. Avlusunun üç tarafı medrese odaları ile süslenmiştir... Bu avlunun da iki kapısı vardır. Ancak batı tarafından dışarı büyük bir avlusu daha vardır.49
Buna göre caminin son cemaat cephesi ve iki tarafında medrese bir avlu oluşturuyor, türbe ise serbest bir biçimde kuzeybatıda konumlanıyordu. Medrese ve cami ilişkisi erken dönem zaviye-camilerinin şemasının devamındadır. Türbenin odak olması ve belirli bir otonomi ile mihrap duvarı arkasındaki hazirede konumlanmaması da yine erken dönem pratikleriyle ilişkili sayılabilir; bu anlamda Eyüp Sultan, İstanbul’da yapılacak bir dizi medrese ile bütünleşmiş caminin de öncüsüdür (Şeyh Vefa, Küçük Ayasofya Kadırga ve Sokullu Mehmet Paşa Camii medreseleri gibi). Eyüp Sultan Türbesi İstanbul’da özgün tasarımını koruyan en eski Osmanlı mezar anıtıdır. Sekizgen planlı ve kubbelidir; duvarları küfeki taşındandır. Türbenin avlu yönünde üç cephesi I. Ahmed döneminde yapılan ziyaret bölümünün içinde kalmaktadır. Diğer cephelerde özgün hâli gözlemlenebilir. Cephelerde dikey bir silme çerçeve içinde iki kat pencere vardır. Bunlardan üst kattakiler dikdörtgen silmeli bir alan içinde sivri kemerlidir; alttaki dikdörtgen pencerelerin üzerinde gömme taş kemerler vardır. Kurşun kaplı kubbe, doğrudan duvarların üzerine oturur. Türbenin iç tezyinatı zaman içinde değişmiş ve yoğunlaşmıştır. Kubbe merkezindeki madalyon dolduran ayetin Fatih döneminden olduğu düşünülmektedir. Eyüp Sultan Türbesi klasik dönem türbelerinin öncülüdür.
Eyüp Sultan Camii’nin Fatih dönemindeki restitüsyonu için ise üç ayrı görüş vardır. Ekrem Hakkı Ayverdi’nin restitüsyonuna göre, Fatih dönemi camisinin son cemaat duvarı şimdiki minareler hizasında daha gerideydi ve caminin 26x11 m’lik enine dikdörtgen bir planı vardı. Harimi on küsür metrelik bir kubbe ve iki yanlarda ise iki adet yarım kubbe taşıyordu. Mihrap küçük bir yarım kubbe altında dışa doğru dikdörtgen bir çıkıntı hâlindeydi.50 Bu restitüsyon kabul edildiğinde Eyüp Sultan Camii’nin yine Fatih dönemi eseri olan daha geç Şeyh Vefa Camii’ne benzer bir yapısı olduğu düşünülebilir. Aptullah Kuran’ın önerdiği bir diğer restitüsyona göre ise, ortada köşelikler üzerinde taşınan tam bir kubbe ve kıble duvarında küçük bir yarım kubbenin iki yanında tabhanelerden oluşan bir şeması vardır.51 Bu şemanın caminin iki yanında birer minaresi ve tabhanesi ile gösterildiği Matrakçı Nasûh minyatürünün bilgisiyle örtüştüğü düşünülebilir, ancak bu gösterimde yan kolların medreselerin kolları olması da mümkündür. Kuran tarafından olası görülen ve Kafesçioğlu tarafından desteklenen üçüncü görüşe göre ise, caminin mihrap yönünde bir yarım kubbesi vardır; bu anlamda Fatih Camii ve Rum Mehmet Paşa Camii ile benzer bir kurgudadır. Önce tek minareli olarak yapılan camiye ikinci minare Fatih Camii’nin inşaasından sonra eklenir.
Eyüp Külliyesi’nde Fatih döneminden caminin batısında bir hamam ve bir imaret vardır. Çifte hamam olan Eyüp Hamamı, özgün kullanımını sürdürmektedir. Baha Tanman’ın aktarımına göre; kubbe ile kare planlı örtülü bir soğukluk, kubbeli bir ılıklık ve kare planlı kubbeli bir sıcaklık ve bunun yanlarında yıldız tonozlu eyvanlardan oluşur.52 Üç adet tromplu kubbelerle kaplı kare mekân şeklinde halveti vardır. Yine Tanman’a göre; mutfak, mahzen, ekmek fırını, odun ambarı bölümlerini içeren kubbeli birimlerden meydana gelen imaret yapısı yok olmuştur. Fatih dönemi iskân politikaları gereği Bursa’dan bir nüfus, Eyüp Sultan çevresine yerleştirilmiştir; zamanla on mahallelik bir yerleşim olan Eyüp, kentin üç beldesinden (Galata ve Üsküdar ile birlikte) birisi oluşmuştur. Fatih döneminden itibaren kentin törenselliğinde önemli bir yeri olan Eyüp ziyaretlerinin karadan bir güzergâhı Divanyolu iken diğeri liman alanında surun önüne paralel uzanan caddenin en sonunda Ayvansaray’da kara surlarının bittiği yerde Eyüp Ensarî Kapısı denilen ahşap bir kapıdan ulaşılan yoldur.
BAŞKENTİN İMARI: İMARETLERİN MİMARİSİ
Osmanlı tarihçisi Enverî, Fatih Sultan Mehmed’in 1458 senesinde, seferden sonra Edirne yerine İstanbul’a döndüğünü ve orayı kendisine başkent yapmış olduğunu not eder.53 Bu tarih Fatih’in fethi takip eden yıllarda İstanbul’da ivedilikle yaptırdığı projelerden daha kapsamlı büyük projelere geçişin de tarihi kabul edilir. Sultanın kendisi büyük projelere girişirken vezirlerini ve devlet görevlilerini de başkenti yeni yapılarla şenlendirmeleri konusunda yüreklendirir; Kritovulos’un aktardığı üzere:
Daha sonra, zengin ve büyük mal varlığına sahip yüksek makam sahipleriyle yanında ayrıcalıklı konumda bulunanları huzuruna çağırarak, şehir içinde nerede isterlerse gösterişli konutlar inşa etmelerini emretti. Hamamlar, hanlar, çarşılar ve dükkânlar inşa etmelerini, camiler ve mescitler yaptırmalarını, zenginlik ve güçlerine göre hiçbir masraftan kaçınmadan bu tür yapılarla şehri süslemelerini istedi.54
Mahmut Paşa İmareti: İstanbul’daki Bursa
Fatih’in imar çağrısına en kapsamlı yanıtı veren şüphesiz Sadrazam Mahmud Paşa’dır (Angeloviç ve Palaiologos ailelerine mensup Enderun’da yetişmiş birisidir; Veli olarak da bilinir); 1456’da tam da Fatih’in İstanbul’da uzun süreli vakit geçirmeye başladığı zamanda veziriazam olan Mahmud Paşa, 1468 yılına kadar görev almış; kaptanıderyalığa getirilmiş ve 1472’den idam edildiği 1474’e kadar ikinci bir dönem daha sadrazam olmuştur.55 Mahmut Paşa Külliyesi’nin inşaatına (cami, türbe, medrese, imaret, hamam, sıbyan mektebi, han, mahkeme ve kendi sarayı) Fatih’in Yeni Saray’ına başlamasıyla aynı zamanda 1459’da başlamış ve 1463’te bir kısmını bitirmiştir. Kritovulos:
Bütün bunların yanında, devlet hiyerarşisinde sultandan hemen sonra yer alan, büyük imtiyaz sahibi ve devlet yönetiminden sorumlu olan... Mahmud da şehrin mutena bir bölgesinde muazzam büyüklükte çok güzel bir cami yaptırdı. Saydam taşları ve mermerleri parlıyor, sütunları boyut ve güzellikleriyle dikkat çekiyordu. Resim ve heykel sanatının en güzel örnekleriyle donatılmıştı. Yapımında kullanılan gümüş ve altınla ışıldıyordu, başka birçok güzel hediye ve adakla süslenmişti. Cami çevresinde yararlılık, güzellik ve büyüklükleriyle hayranlık uyandıran imaret, han ve hamamlar yaptırdı. Ayrıca kendisi için, etrafındaki insanları eğlendirmek, hoş tutmak ve mutlu etmek üzere her türden bitkiler ektirdiği bahçeler bulunan görkemli ve gösterişli saraylar yaptırdı. Şehre bol su getirdi ve buna benzer birçok şey yaparak hükümdarının emrini yerine getirdi. Elinden geldiğince kendi imkânlarıyla hayır kurumları yaptırarak şehri güzelleştirdi.56
Külliyeyi Fatih’in vakıflarıyla oluşturduğu bedestenden Tahtakale liman bölgesine uzanan birinci ticaret aksına paralel, kuzeyden güneye ikinci bir ticaret aksının kurulması olarak da belirtmek mümkündür; Mahmutpaşa, ticaret aksının limanda sonlandığı yer olan Balıkpazarı-Bahçekapı bölgesine Fatih’in Yeni Saray’ı yapıldıktan sonra kentin limandaki ilk kapısı olma vasfı ile yeni bir önem kazanmıştı. Yeni Saray’ın yerine karar verilmiş olması, Mahmud Paşa’nın vakıflarının batı-doğu doğrultusunda da bedestenden saraya uzanan bir alana yayılımını anlamak açısından da önemlidir. Mahmut Paşa Külliyesi yayılımı, planlama anlayışı ve mimarlığıyla, Doğan Kuban’ın tanımladığı üzere, âdeta en iyi örnekleri Bursa’da görülen erken dönem Osmanlı mimarlığının İstanbul’daki bir uzantısıdır.57 Külliyenin yapılarından bir kısmı zaman içinde varlığını yitirmiş ya da bozulmuştur; yine de, Mahmut Paşa Külliyesi’nin yapıları İstanbul’da Fatih döneminden özgünlüğünü bir yere kadar koruyabilmiş en önemli örneklerdir. Mahmut Paşa Camii çevresindeki külliyenin önemi, Buondelmonti haritası 1481 yılı kopyasında şehirde Fatih yapıları dışında gösterilen tek Osmanlı yapısının “Mahmud Paşa İmaret”i olmasından da anlaşılabilir.
Mahmut Paşa Camii’nin kitabesine göre, yapımı 1462’de tamamlanmıştır; surdışında yapılan Eyüp Sultan Camii’den sonra İstanbul’un ikinci, suriçinin birinci büyük camisidir. Eski bir kilisenin yerine yapıldığı Hadîkatü’l-cevâmi‘ ve Mahmud Paşa Menkıbesi’nden bilinir. Caminin önemli bir özelliği; yapının ana hatlarıyla paralel olan mihrap duvarının kıbleye tam oturmaması ve güneye doğru kayık olmasıdır. İlginçtir ki cami ile günümüzde tek bir odası dışında izleri yok olan medrese, Fatih Bedesten’i merkezinden yayılan dik açılı parselasyon sistemine oturmaktadır. İster arazisinde varolan Bizans yapılarının ister de Fatih Bedesteni’nin yönlendirmesiyle olsun, Mahmut Paşa Camii, limandan gelen caddeye hâkim bir noktaya konumlandırılmıştır. XIX. yüzyıl fotoğraflarında limandan yukarıya ana caddeden görüntüyü cami karşılar; yine Mahmud Paşa Vakfı olan Kürkçü Hanı’nın kuzeydoğu cephesinin oluşturduğu sokağın (Bizans döneminden bir izi takip ediyor olması mümkündür) caminin son cemaat revağını cepheden görmesi de rastlantı değilse bir planlama konusudur. Mahmut Paşa Külliyesi, caddeye ismini verse de yapıları arasındaki görsel etkiler kısmen günümüzde yoğun yapılaşma içinde yok olmuştur. XVI. yüzyıl ortasında limandan çizilen Lorichs panoramasında cami Çemberlitaş yanında çift ana kubbesi ve yan kubbeleriyle, alt kotunda devasa hamamı ve hanıyla gösterilmiştir.
Mahmut Paşa Camii zaviyeli cami denilen erken dönem Osmanlı imaret tipinin özgün bir yorumudur. İki eş kubbe altında tariflenen 25x12 m’lik uzunlamasına merkezî yüksek bir mekân, bunun iki yanında daha küçük kubbeli odalardan oluşur. Doğu ve batı yönündeki kubbeli odalar, tonozlu koridorlarla merkezden ayrışır. Orta büyük mekân Bursa zaviyeli camilerinde olduğu gibi iki yana evyanlar biçiminde açılmadığı gibi ön ve mihrap kubbesiyle tanımlanan mekânlar arasında da zeminde bir seviye farkı yoktur. Kubbeler arasındaki kemer de çok keskin bir mekânsal ayrım oluşturmayacak biçimde yapılmıştır; bunların duvarlara geçişi pandatiflerledir. Söz konusu mekânın günümüzdeki hâlinde özgün tezyinatına dair bir şey kalmamıştır. Caminin beş kubbeli bir son cemaat revağı vardır; son cemaat yerinden, camiye geçişteki mekân Bursa Yeşil Caminin girişini anımsatır. Dönem kaynaklarında caminin avludan kendi girişleri olan yan mekânlarının dervişlerin konaklamasına hizmet verdiği belirtilmişse de günümüzdeki hâlinde bu mekânların bacalarının olmaması konaklama işlevi konusunda şüphe uyandırır. Yeri tam olarak tespit edilemeyen Mahmut Paşa Mahkemesi’nin burada konumlanmış olabileceğine dair görüşler vardır. 1940’larda çizilen Pervititch haritalarında cami avlusunun doğu kapısından batı tarafına son cemaat mekânı önüne Mahmut Paşa Mahkemesi Sokağı denilmesi bu görüşü destekler.
Mahmut Paşa Camii’nin cephesinde taş ve kısmen beyaz mermer kullanılmıştır. Bu tek renkliliğin kırıldığı yer son cemaat mahalidir; XVI. yüzyıl ortalarında İstanbul’a gelen Pierre Gilles, Çemberlitaş’ta Atik Ali Paşa Camii’nin altında ikinci bir cami olduğunu ve bu caminin girişindeki revakta iki porfir, iki mavi çizgili beyaz ve iki beyaz lekeli yeşil sütun gördüğünü nakleder; bu sütunlar XVIII. yüzyılda yangınların ardından taşla kaplanmıştır.58
Caminin son cemaat yeri revağı dışındaki tek renkliliği ile tezat oluşturan esas yapı Mahmud Paşa’nın caminin tamamlanmasından on sene sonra ve idamından bir sene önce, 1473’te tamamlanan türbe yapısıdır. Caminin güneyine inşa edilen türbe; kitle, mimari oranlar ve bezeme açısından erken dönem ve klasik dönem arasında bir yerde konumlanır. Önceli olan Eyüp Sultan Türbesi’nin sekizgen planlı türbe oranlarının tekrarı yanında iki kat pencere arasında sürekli dikey bir çerçeve oluşturulmuş ve bu bölüntülerin içi birinci kat penceresi üzerinde çini bezemelerle kaplanmıştır. Çini bezemesi lacivert ve turkuaz renk kullanımı ve desen açısından erken dönemin devamındadır; çinili türbe geleneğinin son örneklerindendir. Çini bezemelerde hem geometrik çakışma noktalarında hem de üst kat pencere kemer alınlarında yıldız motifi baskın olarak tekrarlanmıştır. Türbe yapısı bedesten tarafından gelen sokağın tam görünüşüne göre konumlanmıştır.
Mahmut Paşa Camii’nin, bedesten çarşısı devamında belirlenen sokaklarla çizilmiş bir avlu hattı vardır; duvara eklemlenmiş yapılarla dokuya karışmış avlunun batıda Mahmut Paşa Türbesi hizasında, kuzeyinde tam son cemaat yeri ortasındaki kubbeye denk gelen ve kuzeydoğu köşesinde olmak üzere üç kapısı bulunur. Caminin dış avlusu, doğusunda kısmen üst kotta konumlanan ve günümüzde dersliği dışında yıkılmış olan medrese tarafından tanımlanıyordu (yıkılmadan önceki planı 1878-1882 tarihli Ayverdi haritası olarak bilinen belgede görülebilir59). Medrese, cami ve özellikle türbe tarafına açık U biçiminde bir avlu çevresinde odalardan oluşmaktadır; güneydoğu köşesinde dershanesi yer alır. Erken dönem Osmanlı mimarisinde bağımsız yapılar olan medreselerin, Fatih dönemi İstanbul’unda değişik biçimlerde camiye odaklı oldukları, onunla görsellik ve plan bazında tanımlı ilişkiler kurdukları görülür. Mahmut Paşa Camii avlusunun kuzeydoğu kapısında bir “meydan” çeşmesi yer alır. İstanbul çeşmeleri ve sebilleri üzerinde yapılan çalışmalarda belirtildiği gibi meydan çeşmesi XVIII. yüzyıldan önce sadece Fatih döneminde görülen bir kentsel elemandır; Mahmut Paşa Çeşmesi kübik ve tezyinatsız bir çeşme olup sivri kemerleri alnında beyitler yazılmıştır. Bu çeşme ve çevresi, erken dönem İstanbul kent mimarisinde kentsel mekân ve meydan kavramı açısından önemli bir örnektir.60
Mahmut Paşa Camii’nin son cemaat avlusu ve çeşmeden kuzeybatıdaki limana doğru uzanan yol ile bedestenden doğuya yönlenen bir sokağın kavşağında Mahmut Paşa Hamamı yer alır; açılışı 1466’dır. Mahmut Paşa Hamamı, Fatih dönemi hamamlarının birçoğunda olduğu gibi çifte hamamdır; ancak günümüze sadece erkekler kısmı ulaşmıştır. Bu erkekler kısmının gerek dikdörtgen bir plan çerçevesi içinde doğrusal soğukluk, ılıklık, sıcaklık şeması gerekse de esas soğukluk kubbesinin büyüklüğüyle Tahtakale Hamamı’nın bir benzeridir. Mahmut Paşa Hamamı’nın sivri kemer içinde mukarnaslı giriş kapısı ve soğukluk kubbesinin Osmanlı kenti ölçeğindeki anıtsallığını yansıtmak açısından XX. yüzyıl başında Gurlitt’in çalışması için çekilen fotoğraflar iyi bir belgedir.61
Hamamın girişinden kuzeye ve limana doğru inen yolun devamında solda XV. yüzyıldan kalma en büyük ticaret yapılarından Kürkçü Han konumlanır. Kürkçü Han, birisi kareye yakın diğeri yamuk iki avlu çevresinde oluşur. Hanın güneydeki düzgün avlulu kısmı, Bursa’da Mahmud Paşa’nın yaptırdığı Fidan Hanı’yla aynı boyutlardadır: Her katta 48’erden 96 oda vardır; bu aynılık, dönem içinde ticaret ağları kurulurken oluşturulan standartlar açısından çarpıdır. Hanın güney avlusunun ortasında dükkânlar üzerinde Hacı Küçük Camii yapılmıştır. Bu caminin kuzey avlusu çevresindeki kısmı bugün vasıflarını yitirmiştir. Kuzey kısmının daha eski bir yol sistemine oturtmak üzere yamuk biçimde inşa edildiği düşünülebilir. Gurlitt’in fotoğraflarında alt katın kapalı mahzenlerden oluştuğu ve üst kattan farklılaştığı görülür.
Mahmud Paşa Vakıflarının bir devamı da sadrazamın konağıdır. Bu konağın Yeni Saray’ın duvarlarına yakın bir noktada, daha sonraki dönemlerde Osmanlı’nın devlet merkezi olan Bâbıâli mevkiinde olduğu düşünülmektedir. Belli referanslarla sarayın alanını kabaca belirlemek olasıdır: Batı sınırı Servi Mescidi ve Mahmut Paşa Medresesi; güney sınırı Saray Hamamı ve Acem Ağa Camii’nden (Bizans dönemi Khalkoprateia Kilisesi apsisinden dönüştürülmüş) geçmekteydi. Mahmud Paşa Vakıfları bedestendeki Mahmut Paşa Çarşısı’ndan Yeni Saray’a çok büyük bir alanı kapsar. Liman eşiğinin hemen üstündeki bu alanın şenlendirilmesi konusu aynı zamanda kentteki müdahalelerin yaygınlığına da çarpıcı bir örnektir.
Üsküdar Rum Mehmet Paşa İmareti
Mahmud Paşa’nın birinci azlini takiben 1468 yılında üç seneliğine veziriazam olan, Bizans son dönem aristokrasisine mensup bir aileden gelen Rum Mehmed Paşa, Anadolu yakasındaki iskele noktası Üsküdar’ı imar eder. Üsküdar, Osmanlılar tarafından Yıldırım Bayezid döneminden itibaren kontrol edilse de fetih öncesi Osmanlı varlığına dair mimari kalıntılar mevcut değildir. Bu açıdan Rum Mehmed Paşa’nın Üsküdar külliyesi, Asya merkez iskelesini canlandırması açısından önemlidir. Boğaz’a ve Haliç’in girişine hâkim bir tepenin batı yamacına kurulmuş olan Rum Mehmet Paşa İmareti’nin, bir medresesi, hamamı ve çarşısı vardır; paşanın sarayının külliyesinden bağımsız olarak İstanbul’da Eski Saray’ın batısında Vefa’da olduğu düşünülmektedir. Rum Mehmet Paşa Camii, planda Bursa tipi kubbeli merkezî mekân ile mihrap mekânının ayrılması; zaviye odalarının doğrudan merkezî hacme açılması gibi özellikler gösterir. Fatih Camii’nin yapımına paralel bir zamanda inşa edilen cami, mihrap duvarında merkezî kubbenin yarıçapına eş, yarım kubbenin kullanımının kesinlikle belgelenebildiği ve günümüzde mevcut tek eserdir. Planda ve kesitte kısmen erken Osmanlı, kısmen Fatih dönemi yapısı olan camiyi ayrıştıran en önemli özellik kubbeyi taşıyan kemerlerin Ayasofya’daki gibi bir dış cephe elemanı olarak dışardan vurgulanması; üst yapıda sivri kemerin kullanılmaması; kemerlerde ve cephede tamamen tuğla kullanımıdır. Kubbenin pencerelerde kemerlenen eteği de Bizans etkisini çağrıştırır. Öndeki caminin aksine Rum Mehmet Paşa Türbesi, Eyüp Türbesi ile benzeşen klasik çizgideki sekizgen planlı yüksek bir yapı olmak kaydıyla salt Osmanlı özellikleri gösterir. Medrese caminin kuzey tarafında konumlanıyordu; daha XVII. yüzyılda bile harap duruma düşmüştü. Rum Mehmed Paşa’nın şimdiki Üsküdar Yeni Valide Camii’nin yerinde Bit Pazarı adı ile 50 dükkânlık bir çarşısı olduğu da vakıf kayıtlarından bilinmektedir.62
Aksaray Has Murat Paşa Külliyesi
Has Murad Paşa, soy olarak Bizans aristokrasisinden gelen ve Rumeli beylerbeyliği yapmış bir devlet adımıdır. Külliyesini Rum Mehmed Paşa ile benzer yıllarda yaptırmıştır. Has Murat Paşa Külliyesi gerçek anlamda çevresinde bir yerleşimin oluşumunu desteklemeye hizmet eden bir imarettir. İstanbul’un Marmara cephesine yakın bir yerde, Bayrampaşa Deresi üzerinde Bizans döneminin aynı bölgedeki forumlarının (Bovis ve Amastrianum) kalıntıları arasında kurulmuştur. Kafesçioğlu, forumların külliyelerin yapımı için kullanılmasının zaman içinde viraneye dönüşmüş bu yerlerin tekrar kamusal alanlar hâline getirilmesi yönünde bir çeşit şenlendirme olduğunu belirtir.63 Has Murat Külliyesi’nin olduğu bölge, Aksaray’dan İstanbul’a getirilen nüfusa referansla Aksaray olarak anılmaya başlanmıştır. Has Murat Paşa Camii erken dönem, Bursa tipi zaviyeli mescitlerin özelliklerinin büyük kısmını taşır. Beş kubbeli son cemaat revağının arkasında mihrap yönünde iki eş kubbeli ve yüksek ana mekân yer alır. Kubbeler derin bir sivri kemerle bölünmüş, mihrabın konumlandığı kubbeli mekân, yer seviyesinden dört basamakla yükseltilerek ayrıştırılmıştır. Birinci kubbenin duvarlara geçişi Türk üçgenleriyle, ikincisinin geçişi ise mukarnaslı pandantiflerledir. Birinci ana kubbenin iki yanında iki adet oda vardır; ikişer kubbeyle örtülen bu odaların dışardan girişleri de bulunur.
Caminin güneybatısında yer alan medrese, günümüzde mevcut değildir ancak plan izi eski haritalardan takip edilebilmektedir; Mahmut Paşa Medresesi’ne benzer, cami yönünde açılan U biçiminde avlulu bir plan tipi vardır. Doğuda konumlanan çifte hamam, caminin kendisi kadar bir alan kaplamaktaydı, soğukluk kubbeleri de caminin kubbeleriyle eş büyüklükteydi. Hamam asimetrik bir yerleşimde giriş kubbeleri farklı yönlerde, kadınlar mahalinin sıcaklığı diğeriyle bütünleşmiş olarak yapılmıştı; bu hamam 1950’lerde yol çalışmalarında yıkılmıştır.
Şeyh Vefa İmareti
Fatih Sultan Mehmed, Eski Saray yakınında iki adet yapıyı sufi tarikatlarına vakfeder. Bunlardan birincisi Eski Saray’ın güneybatısı ile Eski Odalar’ın kuzeydoğusu arasında kalan bir Bizans dönem kilisesidir (büyük olasılıkla Kyriotissa Manastır Kilisesi); Kalenderi tarikatına verilmiştir. Yine Eski Saray’ın batısında, büyük olasılıkla sarayın Bozdoğan Kemeri’nin vardığı yerdeki kapısından kuzeyde vezir konakları için tercih edilen bir alanda Şeyh Vefazade için bir imaret yaptırılmıştır. 1476’da tamamlanan Şeyh Vefa İmareti’nin üst örtü yapısı ortada yüksek bir kubbe ve iki yanında düz kemerle geçişi olan birer yarım kubbe biçiminde uzunlamasına bir planı vardır. Yarım kubbelerden yan duvarlara geçişler ise dışardan algılanmayan çeyrek kubbelerle sağlanmıştır. Mihrap dışarıya çıkıntı yapan yarı sekizgen bir planda ve yarım kubbelidir; buna bitişik olarak da şeyhin çilehanesi bulunur. Caminin kuzey yönünde aynı avluyu paylaşacak şekilde Fatih dönemi yapıları arasında kayıtlı olmayan bir medresesi vardır; bu anlamda gerek üst örtü gerekse de medrese-cami ilişkisi açısından Eyüp Külliyesi ile ilişkisi bulunabilir. İmarete para getirmesi için bir de hamam vakfedilmiş; şeyhin ölümünden sonra imaret, cuma camii olarak sultanın vakfına geçmiştir. İmaret, şeyhin adından bulunduğu alana ve bir meydana da ismini vermiştir. Vefa Meydanı’nın kuzeyinde yer alan imaretin batısında hamam konumlanıyordu. XIX. yüzyıl başı planlarında gözüken meydanın batısında Vefa Hanı adında avlulu bir yapı gösterilmiştir. Burası ya da meydanın kendisi Evliya Çelebi’nin Otluk Emaneti’nin Ahırkapı dışında ot deposunun olduğunu söylediği yerdir. Meydanın daha sonraki dönemlere izi taşınan büyüklüğü ve ot deposu olması, yakında bulunan Atpazarı, Eski Odalar ve Eski Saray bütününde düşünülmelidir.
Fatih’in vakfiyesinde yer alan kiliselerden Kalenderhane dışındakilerden Pantokrator Kilisesi önce Fatih’in Yeni Cami medreseleri yapılana kadar çalışmış, daha sonra Molla Zeyrek’e bir medrese olarak verilmiştir. Yüksek olasılıkla Pantepoptes Manastırı kilisesi olan yapı olarak önce bir imarete, daha sonra Eski İmaret adı ile mescide çevrilmiştir. Aristo Bimarhanesi olarak bilinen bir yapı da Fatih Külliyesi’ndeki yapılana kadar kentin tek hastanesi olarak işlev görmüştür.
FATİH KÜLLİYESİ: SALTANATIN MEYDANI- BAŞKENTİN KAPISI
Fethi takip eden beş sene, kentte güvenliğin ve dış tehditlere karşı savunmanın tesisi, Ayasofya’nın ulu camiye çevrilmesi ve bekası için büyük bir vakıf yoluyla akarının temini, nüfusun iaşesinin sağlanması için gereken altyapıların ve ticaret ağların yeniden kurulması, yeni yönetimin ikametgâhının oluşturulması, boşalmış bir kentin yeniden nüfuslandırılması yönünde çalışmalarla geçmiş ve bunlar ağırlıklı olarak geç dönem Konstantinopolis’inin yerleşim alanlarına yakın kentin merkeziyle kısıtlı kalmış müdahaleler olmuştur. Belki de bu sürecin en önemli çabası İstanbul’un yeni başkent olması için fethi gerçekleştiren dinî ve askerî çevrelerin ikna edilmesidir. Fatih Sultan Mehmed’in artık uzun sürelerle kentte kalmaya başlayıp yeni yönetim merkezinin burası olacağının işaretlerini vermesinin ardından 1459 yılı, başkentin yeniden bir bütün olarak ele alınmasının miladıdır. Fatih aynı sene içinde daha önce merkezinden dönüştürmeye başlanılan kenti bambaşka bir kentsel yapıya büründürecek iki büyük projeyi yürürlüğe geçirir. Kendi sultan imaretinin yapımı ve yarımadanın ucunda Antik dönem kenti Byzantion’a denk gelen bir mevkide Yeni Saray’ın tesis edilmesi. Her iki projenin de tamamlanmaları ölçeklerinin büyüklüğünden on yıllar almış; başkentin ve devletin yeni düzeninin mimarisinin kökeni buralarda oluşturulmuştur.
Fatih Külliyesi Planı: Model ve Mimar Tartışması
Fatih’in kendi sultanlık imareti için seçtiği alan; kenti Geç Antik dönemde başkent olarak dönüştüren Büyük Konstantinos’un yaptırıp İmparator Iustinianos’un yeniden inşa ettirdiği imparator mezarlarının konumlandığı Hagioi Apostoloi (Aziz Havariler) Kilisesi’dir. Kilisenin çevresinde Bizans’ın önemli yüksek eğitim kurumlarının konumlandığı bilinmektedir. Rumca kaynaklarda da doğrulandığı üzere, Sultan II. Mehmed, Aziz Havariler Kilisesi’ni, patriklik kilisesi Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin ardından kendisinin atadığı ilk Ortodoks Patriği Scholarios Gennadios’a verip yeni patrikhane olarak ihdas etmiştir. Eski Bursa Valisi Cübbe (Cebe) Ali Bey’e yaptırıldığı düşünülen 1455 yapılar sayımında Badrak (Patrik) Mahallesi adı altında bir yer tanımlanmış ve burada kullanılmayan bir kilise not edilmiştir; 12 adet evin Rumlarca meskûn olduğu başka mahallelere nazaran yoğun olmayan bu mevkinin Gennadios’a devredilen Aziz Havariler Kilisesi çevresinde oluştuğu söylenebilir.64 Kilise tam bu tarihlerde, rivayete göre çevresi ıssız olduğu için patrik tarafından güvensiz kabul edildiğinden ve bir yeniçerinin cesedinin içinde bulunmasının huzursuzluğa sebep olmasının ardından terk edilmiş; yerine Gennadios’a XVI. yüzyıl sonunda Fethiye Camii’ne çevrilecek olan Pammakaristos Manastırı verilmiştir.
1459’da Aziz Havariler Kilisesi’nin yerinde bir imaret yapılması kararı ile bütün arazi için uzun süren bir yıkım ve temel alanı açma süreci başlamıştır. Aziz Havariler Kilisesi ve Fatih’in Yeni Cami’nin konumlandırılması arasındaki ilişki çok tartışılmış; Wulzinger, günümüzde Ken Dark gibi, kilisenin doğrudan caminin altında olduğunu iddia edenler olmuştur. Son yıllarda Fatih Camii altında sismolojik katman analizi yapılmış ve Osmanlı dönemiyle beraber Bizans katmanları tespit edilmiştir, ancak bunlar belirli bir yapı planı ortaya koymamıştır.65 Cami avlusunun kuzeybatı cephesinde yer alan işlevi belirsiz kaideler, özellikle bu görüşü desteklerken; Fatih Camii’nin kıble yönünün bütün külliyenin de planını belirleyecek biçimde doğru olması sorgulamalı kılmaktadır. Meydanda Karadeniz Medreselerinin önünde bulunan ve Bozdoğan Kemeri’yle benzer bir yönelime sahip bir büyük sarnıç kalıntısına referansla Bizantolog Albrecht Berger, Aziz Havariler Kilisesi’nin doğrudan Fatih Külliyesi’nin merkezinde değil de doğu köşesinde konumlandırılması gerektiğini savunur.66 Buondelmonti haritası gibi kaynaklarda son dönemdeki hâli gözüken ve büyük bir yapı olan Havariler Kilisesi’nin yıkımı yeni yapıların yapımı kadar meşakkatli olmalıdır. Osmanlı dönemi kaynaklarında külliye yapıldıktan sonra da kilisenin kalıntılarının göründüğüne dair bazı bilgiler vardır: XVI. yüzyıl başında yazan İdris-i Bitlisî, yeri ve kalıntıları gördüğünü belirtir; 1510’lardan anonim bir Rum tarihinde de kilisenin kalıntılarının caminin güneyinde olduğu not edilir.67 Her nerede ve ne nispette çakışmış olursa olsun Fatih Sultan Mehmed’in sultan imaretinin Bizans döneminin ikinci büyük dinî yapısı ve imparatorluk cenaze ve mezar kilisesi üzerine yapılmış olmasının sembolik anlamı çok büyüktür. İstanbul’u yeniden kuran Fatih’in türbesi, Konstantinopolis’i kurarak ismini veren Konstantinos mezarının yerini alır. Eski yapıların sökümü sırasında birtakım büyük porfir lahitlerin bulunduğu ve bunların da sultanın hazinesine dâhil edilerek Topkapı’ya taşındığı bilinmektedir (şu anda da Arkeoloji Müzesi’ndedir).
Fatih Külliyesi baskın bir geometrik düzen içinde bir bütün olarak planlanmıştır. Külliye, erken Osmanlı külliyelerinin, ana yapıların arazinin doğal şekline göre bağımsız kitleler olarak konumlandırıldığı planlama anlayışını dönüştürmesi açısından yeni bir dönemin ilk eseridir. İmaret kendisinden sonra gelenler de dâhil Osmanlı İstanbul’unun en büyük külliyesidir; Fatih Vakfı olan Saraçhane gibi çevre çarşı alanları da dâhil edildiğinde külliyenin kent içinde etki alanı daha da genişler. Süleymaniye bile Fatih Külliyesi ölçeğinde bir planlama alanına ve geometrik keskinliğe sahip değildir.
Fatih Külliyesi’nde cami ve son cemaat avlusu, her biri kenarı 200 m’den fazla devasa bir meydanın tam ortasında konumlanır. Caminin meydanın giriş duvarlarına mesafesi 60 m’ye yakın; alanı doğu-batı yönünde tanımlayan medreselere 70’er m’dir. Meydanın her iki yanında dörder adet birbiriyle aynı ölçülerde ve plan tiplerinde temel medreseler konumlandırılmıştır; bunların alt kotlarında 7 m’lik bir sokakla ayrıldıkları hazırlık medreseleri yer alır. Meydana her dört yönden ikişer adet kapıdan ve yoldan ulaşılır. Batı yönünde okul ve kütüphane yapılarının yanından tam caminin yan cepheleri hizalarını karşılamak üzere iki kapı bulunur (Güneydeki Börekçi ve Kuzeydeki Boyacı Kapısı). Tam karşı yönde aynı hizada iki adet kapı vardır (Kuzeydeki Türbe ve güneydeki Çorbacı Kapısı). Her iki yönde aynı zamanda arazinin eğimine karşı teraslama vazifesi edinen medreselerin arasından da ikişer meydan kapısı vardır; medreselerin girişleri de bu kapılardan geçildikten sonra meydandadır. Meydanın içinde ağaçların yer aldığı bilinmekle beraber, bu peyzaj XX. yüzyılda yapılan akslara bölünmüş yeşil tarhlı alanlar biçimindeki düzenlemeden farklı olmalıdır. Medreselerin külliyeyle bütünlüğü açısından en önemli referans yapıların baş, baş çift, ayak çift, ayak olarak isimlendirilmeleridir.
Külliyenin güneydoğu tarafında 7 m’ye yakın bir sokakla meydandan ayrılmış ve kendi duvarlarıyla tanımlanmış her bir kenarı 100 m’ye yakın eş kare alanlar içinde darüşşifa ve diğerinde tabhane, imaret ve kervansaray yer alır. Darüşşifa ve tabhane arasında tam olarak caminin plan izinin devamında çok büyük bir bahçe yer alır. Çiğdem Kafesçioğlu, Fatih’in camisinin kıble duvarının arkasında yer alan hazirenin ve içindeki türbelerin II. Bayezid döneminde yapıldığını belirterek, özgün tasarımda burasının da meydanın devamında açık olabileceğini söylemektedir. Eğer bu varsayım doğru ise darüşşifa ve tabhane arasındaki bahçenin de özgün halinde hazire olarak planlandığı düşünülebilir. Bir diğer tez ise bu büyük bahçenin bazı kaynaklarda izleri görünür olduğu söylenen Aziz Havariler Kilisesi’nin yıkıntı hâlinde kalıntılarını barındırmak için bırakıldığı olabilir. Her durumda bahçenin hazireyle aralarında bir sokak olmadan bütünleşmesi caminin son cemaat avlusunun önünden itibaren ayrışan iki dolaşım aksını Saraçhane’ye kadar ayrıştırmıştır.
Fatih Külliyesi’nin işlevlerinin bütün bir geometrik keskinlikte ve anıtsal simetrik bir kurgu çerçevesinde ayrıştırıldığı planlama anlayışı erken dönem Osmanlı sultan külliyelerinden ayrışır; özellikle caminin büyük bir sahanın tam merkezinde konumlanması yeniliktir. İslam mimarisinde büyük bir alanda serbest yapıların konumlanması örneği Kâbe ve Kudüs harem-i şeriflerinde görülse de, bunlar tekil özellikte ve hacca gelen kitlelere hizmet veren kutsal mekânlar olup Fatih Külliyesi’ndekine benzer çevre kentsel dokuya da uzanan bir ızgara planlama söz konusu değildir. Kendi çağına yakın bir örnek, Timurlenk’in Semerkant’ta yaptırdığı büyük medreselerin bir meydan çevresinde konumlandığı Ragistan alanıdır; burada meydanı çevreleyen üç anıtsal yapı söz konusu olup işlevlerde bir ayrıştırma ve caminin merkezi odak olması durumu yoktur. Konstantinopolis’te belli bölgelerde farklı ızgara planlı kent dokularının Geç Antik dönemden itibaren varolduğu bilinse de bu alanda kıbleye oturan bir ızgara planı, çok katmanlılık referansı ile açıklamak için kazılara ihtiyaç vardır. Fatih’in İslam ülkelerinden düşünürler ve sanatçılar gibi İtalyan devletlerinden de sanatçılar çalıştırdığı bilinmektedir. Bu anlamda Fatih Külliyesi’nin öncülü olmayan planının da Rönesans ideal kent kuramı etkisi ile ortaya çıktığı hatta Filarete (Antonio di Pietro Averlino d. 1400-ö. 1469) isimli bir Rönesans sanatçısı tarafından Milano’da yapılan Ospedale Maggiore’nin planı etkisiyle üretilmiş olabileceği tezleri öne sürülmüştür.68 Tursun Bey tarafından Fatih’in Yeni Saray’ını tarif ederken “Frengî” bir tanım olarak kullanılmışsa da kendi dönem kaynaklarında Fatih Külliyesi’yle ilgili bu tür bir ilişki tariflenmemiştir. Kesin olarak bilinen Yeni Cami’nin ve medreselerin, Atik Sinan adlı Rum kökenli azadlı bir mimar tarafından (Hristodulos ismiyle da anılır) yapıldığıdır.
Yeni Cami: Fethiye
Kendisi de şehrin merkezinde, en güzel ve en yüksek mevkii seçerek yükseklik, güzellik ve büyüklük açısından şehirde daha önce varolan büyük ve en güzel dinî yapılarla boy ölçüşebilecek bir cami yapılmasını emretti. Bu amaçla değerli ve saydam mermerlerle taşların, güzel ve uzun sütunların, çok miktarda demir ve bakırın, kurşun ve gerekli olabilecek her türden en kaliteli malzemenin hazırlanmasını emretti [...]
Sultan kendi eserlerine, yani camiinin ve sarayın inşaatlarına da büyük bir titizlikle bizzat nezaret ediyordu. Sadece eserlerin inşaatında kullanılması zaruri olan malzemeleri değil, özellikle pahalı ve gösterişli olanları da sağlamaya özen gösteriyordu. Her yerden yapı ustalarının, taş ustalarının, marangozların ve benzer başka sanatlarda deneyimli ve usta zanaatkârların en iyilerini getiriyordu. Her bakımdan şehrin en eski eserlerinin en büyük ve en güzellerine eşdeğer büyük ve görülmeye değer eserler inşa ediyordu. Bu yüzden çok sayıda işçinin, en iyi kalitede çeşitli malzemelerin kullanılması ve yapılacak büyük harcamaların özenle denetlenip gözetilmesi gerekiyordu.69
Sultan II. Mehmed’in 1470-1471 yılbaşında ibadete açılan Yeni Cami (Cami-i Cedid), bazı kaynaklarda Fethiye Camii (yani fethin camisi) günümüzün Fatih Camii değildir. 1766 depreminde ağır bir şekilde hasar görmüş; daha küçük bir merkez kubbe ve dört adet yarım kubbeden teşekkül yeni bir üst örtü şemasında baştan yapılmıştır (1770’te Sarim İbrahim Efendi denetiminde başlayan yenileme, Nisan 1771’de İzzet Mehmed denetiminde tamamlanmıştır). Caminin giriş cephesinin ve son cemaat yeri avlusunun Fatih döneminden olduğu ve caminin doğu ve batı yönündeki hizasının yaklaşık olarak aynı olduğu kabul edilir. Özgün Yeni Cami’nin restitüsyonu yazılı tasvirlerden (Evliya Çelebi, Seyahatnâme, Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi‘) ve görsel kaynaklardan (Pieter Coecke van Aelst’in 1533’te yaptığı çizimler,70 Matrakçı’nın minyatürü, Lorichs’in panoraması, 1590’lardan anonim bir panorama,71 Scarella deseni,72 ve belki en çarpıcı olarak Köprülü Suyolu Haritası’ndan73) belli bir kesinlikle yapılabilmektedir. Topkapı Sarayı arşivlerinde bulunan iki büyük ayak üzerinde bir kubbe ve üç yarım kubbeli bir plan çiziminin de Fatih Camii eskizi olduğunu düşünülmektedir. Bilinen ilk restitüsyon 1920’lerde Mehmet Ağaoğlu tarafından yapılmıştır;74 Ali Saim Ülgen, Süheyl Ünver75 ve Ekrem Hakkı Ayverdi çizimleri benzer bir şemanın detayları üzerinedir. Buna göre, özgün Fatih Camii yaklaşık 26 m çapında bir merkez kubbe ve mihrap yönünde aynı çapta bir yarım kubbe ile iki yanda simetrik olarak üçer küçük kubbeden oluşan bir üst örtüye sahipti; üst örtü iç mekânda, kubbe-yarım kubbe kesişiminde iki büyük ayak, büyük kubbenin yanlarında orta hattında birer büyük sütunla taşınıyordu. Kubbe, çapına göre yüksekti ve tepe noktası yaklaşık 44 m idi.. Sağ ve soldaki üçer kubbe orta kubbe kasnağından alt bir kotta neredeyse son cemaat yeri revağıyla bütün bir çerçeve şeklindeydi; bütünleşme noktası simetrik olarak yerleştirilmiş tek şerefeli iki minare ile ayrışıyordu. Son cemaat yeri avlusunun diğer üç cephesi ise giriş revağından daha alçaktaydı. Matrakçı Nasûh minyatüründeki çizimde ana kubbe duvarının son cemaat kubbeleri üzerinde oluşturduğu cephe görünür. Kemere göre açılan pencerelerden oluşan benzer bir cephenin doğu ve batı kubbe yüzünde de olduğunu yine dönemin görsel kaynaklarından bilinmektedir. Cami genel olarak belirli bir yükseklik farkıyla meydandan ayrışmıştır. Son cemaat yeri avlusunun kuzey girişinin iki yanında dışa doğru taşan iki set bugün olduğu gibi ilk camide de vardı. Avlunun ortasında bir şadırvan ve onun köşelerinde dört adet servi ağacı bulunmaktaydı. Kitabenin yer aldığı gösterişli gri mermer son cemaat yeri kapısı özgün yapıdadır. Ana mekâna meydandan doğrudan sağ ve sol yönde basamaklarıyla da ulaşılmaktadır. Caminin kendi bahçe duvarları ile çevre alanlardan ayrıştırılmamış olması daha sonraki dönem külliyelerinden bir farklılaşma noktasıdır.
Tursun Bey, “Ve ol yirde Ayasofya kârnâmesi resminde bir ulu câmi‘ bünyâd itti –ki cemî‘-i sanâyi‘-i Ayasofya’ya câmi‘ olduğından gayrı, tasarrufât-ı müte’ahhırîn üzre nev‘-i şîve-i tâze ve hüsn-i bî-endâze bulup, nûrâniyyette mu‘cize-i yed-i beyzâsı zâhirdür...”76 der.
Ne var ki, Fatih Camii’nin kubbesi Ayasofya’dan küçük ve Usta Muslihiddin’in Edirne Üç Şerefeli Cami’siyle benzer bir ölçüdedir. Asıl önemsenen yükseklik olmalıdır ki Fatih Sultan Mehmed, caminin mimarı Atik Sinan’ı eldeki somaki kolonları kısaltarak yapıyı daha alçak yapmış olmakla suçlar ve idam ettirir. Tarihçi Ruhî, “Yeni Cami’yi Usta Sinan nam usta bina etdi ve medreseleri pencere boyuna çıkarmış idi, vakı’aya uğrayub öldü.” der.77 Atik Sinan’ın Fatih Külliyesi’ne yakın Kıztaşı’nda konumlanan Kumrulu olarak anılan kendi mütevazı camisinin avlusundaki mezar taşında da benzer bir anlatı vardır: “Mimar Sinan, Allah’ın lütfu ve selameti üzerinde olsun, deniz kıyısındaki karanlık hapishanede 876 yılının ilk Rebi ayının yirmi yedisinde (13 Eylül 1471) Cuma gecesi yatsı namazından sonra bu dünyadan sonsuzluğa doğru şehit olarak göçtü.” Mimarlık şehidi Sinan, onu izleyen Mimar Sinan’a sakınması gereken durumlarda anımsatılır; Sâî Mustafa Çelebi’ye göre, Kanunî, mimarına Süleymaniye inşaatı sırasında şöyle der: “Büyükbabamın mimarının başına gelenleri hatırla!”
Fatih’in ve başkadını Gülbahar Hatun’un türbeleri camiye bitişik bir hazire içine II. Bayezid döneminde yapılmıştır. Ancak 1766 depreminde Fatih Türbesi de zarar görmüş ve 1766’dan sonra Haşim Ali Bey denetiminde yeniden ve tamamen başkabir mimarlık anlayışına göre yapılmıştır. Türbenin özgün hâli XVII. yüzyıla kadarki kent görünümlerinde medreselerin üzerinde yükselen ağaçlıkların içinde görünür. Doğrudan camiyi gösteren XVIII. yüzyıl başında Scarella görünüşünde ise Eyüp Türbesi’ne benzer bir yapı olarak gösterilmiştir.
Medreseler
Fatih Külliyesi’nin planında sayı konum ve simetrileri ile çarpıcı ögeler olarak görünen sekiz adet medreseye, sekiz gökten Sahn-ı Seman, Semaniye adları da verilir. Medreseler, devletin yüksek eğitim kurumları olarak odak caminin iki yanında, banisinin büyük imparatorluk düşüncesine paralel Akdeniz ve Karadeniz adları ile konumlanırlar; ayrıca külliye bedeninde baş, baş orta, ayak orta, ayak olarak tanımlanır. Bu sayıda medrese ve bu eğitim kapasitesi belirli bilimlere ayrışan bir uzmanlaşmanın yanında başkent ve diğer yerler için ulemanın yetiştirilmesinin kurumsal ifadesidir. Medreselerin simetrik ve benzer dokusal yapısı burada yetişmesi beklenen ulema sınıfının da dine bakışını yansıtır. Belki bu vizyonu en iyi Tursun Bey koyar: “Ve câmi‘in ba‘zı taraflarına, sekiz medrese, vaz‘-ı rûşen ve resm-i ahsen üzre, yapturdı. Ve nefâyis-i kütübden tefâsir ü ehâdis ve fürû‘u usûl-i menkûl u ma‘kûl, sanâdik-ı mahmûl birle, dârü’l-kütübde mevzû‘ kıldılar.”78
Külliye planındaki baskın etkilerine rağmen 1470 başlarında inşaatlarına başlanılan medreseler diğer anıtsal yapılar ile karşılaştırıldıklarında yapı tekniği, tezyinat ve ölçek açısından mütevazıdır. Sivri kemerli avlu revaklarının sütunları mermer değildir; Akdeniz Medreselerinde taş ve tuğla almaşık, Karadeniz Medreselerinde taş ayaküzeri tuğla kemerli yapılmışlardır. Tezyinat giriş kapıları dışında pencere kemeri üstünde harçla yapıştırılmış renkli sırsız çinilerle sınırlıdır; bunlar Karadeniz Medreselerinde görülmez. Her odaya ve her revağa bir kubbeden oluşan üst yapı kurşun kaplıdır; medreseler bunlara göre kurşunlu olarak da anılır. Medreselerin ana giriş kapısının aksında bir ana dershane veya mescit yer almaz. Girişin karşısındaki birimde eyvan şeklinde kubbesi hafifçe yükseltilmiş bir mekân yapılmıştır. Avlunun uzunlama aksına göre konumlanmış ana dersliklerin girişleri avludan değil, yanlarda revaklardan geçilen ve hoca odalarını da içeren bir ara alandandır. Taş duvarlı derslikler ikiz medreselerde bitişiktir; böylece külliye bütününden bakıldığında görünen dikkat çekici tek, çift, tek şeklindeki bir kitle ritmine kent genelinden yapılan temsillerde de yer verilmiştir. Yirmişer adet oda bulunan medreselerde her bir odanın kendi ocağı ve bacası vardır; odalar çok yüksek tavanlıdır. Avlular taş kaplıdır ve ortasında bir havuz vardır. Dersliklerin yan tarafında konumlanan bir avlunun içinde de gusülhaneler konumlanır. Semaniye Medreseleri günümüzde bir dereceye kadar korunmuşken bunların eteğinde bulunan Tetimme (hazırlık) Medreselerinin Karadeniz olanları yerine, aynı doku izinde XX. yüzyıl başında yeni ilkokullar yapılmış; Akdeniz olanları cadde açılırken yok olmuştur. Medreselerin külliye içinde yer alan imaretle ilişkisi vardır; Tursun Bey’in aktardığına göre: “Ve bir yanında âli imâret yapturdı ki, bu ehl-i medârise ve sâdirîn ü vâridîne ve fukarâ vü mahallâta, günde iki nevbet anun hânu bî-dırîğ müstevfâ yitişür.”79
Tabhane, Darüşşifa ve Çukurhamam
Fatih Külliyesi’nin güneydoğu köşesinde güneye doğru eğimli bir arazide tabhane, mutfak, imaret ve kervansaraydan oluşan bir yapı grubu konumlanıyordu. Bu yapılar içinde günümüzde en iyi bilinen ve korunmuş olanı tabhanedir. Giriş yönünde üç, uzun yönde beş kemerden oluşan bir revaklı avlu çevresinde değişik büyüklüklerde odalardan oluşur. Kubbeli avlu revağının kolonları mermer, kemerleri sivridir. Giriş aksı karşısında yükseltilmiş bir revak kubbesi ile vurgulanmıştır ve bunun arkasında geniş bir açıklıkla avluya açılan büyük kubbeli ve yüksek bir mescit konumlanır; kubbesi mukarnas pandantif yüzeylerle duvarlara birleşir. Mescit, planda tabhane kitlesinden çıkıntı yapacak şekilde geniştir.80 Mescit ve yanındaki odaların önünde revağın devamında açık alanlar vardır; bu açıklığı taşıyan taş ayakların tezyinatı dikkat çekicidir. Tabhane ana girişi önünde köşelerde birer kubbeli oda çıkıntı yapar; bu benzer yapılar düşünüldüğünde değişik bir giriş avlusu tanımlama biçimidir. Külliyenin güneydoğu köşesindeki duvarlı büyük kare alanda tabhane dışında muhtemelen kısmen arazideki eğime göre güneyde farklı bir seviyede aşevi anlamında imaret ve Deve Kervansarayı olarak anılan yapılar bulunmaktaydı. Kervansaraya dair büyük tonozlu mahzenler yine Ayverdi tarafından yerinde saptanmıştır. Ancak bu buluntu, kaynaklarda büyük bir yapı olarak anılan kervansarayın bütününü anlamak için yeterli değildir. Burasının tabhane ile bütün bir alan olarak kullanımı söz konusudur; kaynaklarda tabhanede kalanların hayvanlarına üç güne kadar bilabedel yem verileceği belirtilmiştir.
Darüşşifa külliyenin en erken ortadan kalkan yapısıdır; belki de tabhanedekinin bir benzeri olan mescidi bir süre daha korunmuştur. Bu mescidin Eyüp Camii ve Şeyh Vefa’dakine benzer dışa çıkıntı yapan yarım sekizgen bir mihrabı vardı; Demirciler adıyla kullanımı XX. yüzyıl başında yıkımına kadar devam etmiştir.81 Süheyl Ünver’in arşivlerde bulduğu, darüşşifanın restorasyonuna dair 1823 tarihli şematik çizim en önemli kaynaktır; kare duvarlar içinde kare bir avlu çevresinde bir bina tasvir edilmiştir. Şeması aslında tabhane ile benzerlikler gösterir. Burada da revaklı bir avlu, aksta mescit, mescidin yanında bir dizi oda ve onların önünde simetrik olarak revağın devamında boşalan iki adet yarı açık mekân vardır. Şemada köşe mekânlar ve mescit eş büyüklükte gösterilmiştir; Pieter Coecke van Aelst’in XVI. yüzyıl başında Atmeydanı’ndan başlayan bir cuma selamlığını anlattığı çizimde mihrap cephesinden gösterilen Fatih Camii’nin önündeki yüksek kubbeli yapıları bu açıdan irdelemek gereklidir.
Darüşşifanın kuzeyinde daha alt bir seviyede Fatih döneminin tipik büyük çifte hamamlarından Çukur Hamam konumlanıyordu. XIX. yüzyılda ortadan kalkmıştır; planı Charles Texier’in bir çiziminden bilinmektedir.82 Buna göre tam çifte hamam olup erkek kadın kısımlarının boyutları yaklaşık olarak aynıydı. Özellikle erkekler kısmı Mahmut Paşa ve Tahtakale hamamlarının planına çok benziyordu; planda tam dikdörtgen bir çerçeve içinde büyük kubbeli soğukluk, kubbeli ılıklık ve sıcaklık mekânları doğrusal olarak sıralanıyordu. Kadınlar kısmının ılıklık ve sıcaklığı bütünleşmiş köşelere halvetler yerleştirilmiştir. Çukur Hamam, kent görünümlerinde darüşşifa ve türbelerin alt kotunda belirgin bir şekilde resmedilmiştir.
Büyük Fatih: Karaman Çarşıları, Saraçhane ve At Pazarı
Fatih Külliyesi’nden güneydoğu yönünde devam eden iki yolun üzerinde ilk olarak Küçük Karaman Çarşısı, onun devamında ise Fatih Vakfı 110 dükkânlık Büyük Saraçlar Çarşısı konumlanıyordu. Evliya Çelebi, “Atpazarı Emaneti” başlığında Atpazarı ve Saraçhane’yi bir bütün olarak anlatır: “… bütün saraçbaşı yamakları alayı tamam olup … işyerleri kale gibi dört kapılı, ortası yüksek camili, havuz ve şadırvanlı büyük işyeridir. Arap ve Acem’de böyle güzel saraçhane olmazdır. 859 tarihinde Karaman’da Sultan Mehmed Han yapısı ve evkafıdır.”83
XIX. yüzyıl belgelerinden belirli bir oranda restitüsyonu yapılabilen Saraçlar Çarşısı bu hâliyle ortasında ızgara planda bölünmüş küçük dükkânları çevreleyen dış bir dükkân çerçevesinden oluşan büyük bir çarşıdır. Saraçhane’nin kuzeyinde düzensiz iki avlu çevresinde ise Atpazarı yer alıyordu; burasının dokusunun da XIX. yüzyıldaki hâli bilinmektedir. Fatih Kervansarayı, Atpazarı ve Saraçhane hatta Vefa Meydanı kente gelenlere, askerlere ve saraya yönelik büyük bir servis alanın parçalarıdır. Saraçhane Çarşısı’nın doğu ucundan kuzeye, Unkapanı Kapısı’na, atlar ya da katırlarla çekilen değirmenlerin sıralandığı bir yol uzanıyordu ve sonunda kapıyla aynı isimdeki çarşı vardı. Un değirmenlerinde at kullanımı da eklendiğinde, Atpazarı ve saraçların kentin çok kritik bir yerinde konumlandırıldığı görülür.
Fatih Külliyesi’nin batı girişinde de benzer şekilde bir çarşı uzanıyordu. Büyük Karaman Çarşısı’nın olduğu bu yerin güneybatısında Börekçiler Kapısı önünde Fatih devrinin Esir Pazarı bulunuyordu. Daha sonraki dönemde Çemberlitaş Tavukpazarı’yla, Irgatpazarı civarına yapılan büyük Esir Hanı ile karıştırılmamalıdır. Fatih Külliyesi çevresinin Sultan II. Mehmed dönemindeki nüfusu Karaman zaferlerinden sonra yeni eyaletten toplu hâlde göç ettirilenlerdir. Stefanos Yerasimos, Süleymaniye inşaatında çalışan kişi kayıtlarında İstanbul’da Karaman nüfusundan çok sayıda kişi bulunduğunu, genel olarak taş işlerinde çalışan bu kişilerin Fatih Külliyesi’nde işçilerin çocukları ve torunları olabileceğini belirtir;84 bu anlamda külliyenin çevresindeki ilk yeni mahalleler orada ve gelecekte, başkentteki başka inşaat işlerinde çalışacaklardan meskûndur.
Fatih’in Yeni Cami Külliyesi yeni bir dinî, ilmî ve ticari merkez olmanın yanında “anıtsal bir kent kapısı”dır.85 Edirnekapı’dan kente gelenler ya da kent dışına çıkacaklar bir biçimde külliyeden geçmek durumundadırlar. Büyük Karaman Çarşısı yoluyla gelenler, iki batı kapısının birinden meydana girerler; cami meydanın ortasında, medreseler birer yanda iki koldan birisinden geçip karşı meydan kapılarından çıktıktan sonra Küçük Karaman Çarşısı’na ulaşırlar. Sonra Bozdoğan Kemeri’ne paralel kuzeyde Atpazarı güneyde Saraçhane içinden geçecek bir biçimde tekrar iki kol hâlinde Eski Saray’a doğru uzanırlar. Külliye meydanına girmeden devam eden bir diğer kol ise Akdeniz yönünde Semaniye ve Tetimme medreseleri arasından geçerek Saraçhane’nin güney kapısına ulaşır; buradan doğru Eski Odalar’a varır. Maurice Cerasi, Divanyolu’nun yoğunlaşmaya veya işlevsel ayrışmaya bağlı (törensel, ticari) kılcallaşarak birden fazla kol hâline gelip sonra tekrar bir hatta dönüştüğünü analiz eder; Fatih Külliyesi bu kılcallaşmanın bütüncül ve planlı bir şekilde yapıldığı ilk yerdir. Osmanlı İstanbul’unun en önemli kentsel arteri olan Divanyolu’nun kentsel ve mimari nüvesi de Fatih döneminde oluşturulmuştur.86
BAŞKENTİN MUTLAK MERKEZİ: TOPKAPI SARAYI
Byzantion’un Yeri: Üç Kıtanın ve Üç Denizin Ortası
Bu tedbîr-i ta‘mîrden ve tertîb-i mezkûrdan sonra, izdiyâd-ı mevâdd-ı saltanatı iktizâsınca, irâdet-i âliyesi buna müte‘allık oldı ki kendü vaz‘-ı muhtârı üzre bir yini sarây ihdâs ide. Pes Kal‘ata mukâbilinde olan zâviye-i kal‘a-i Konstantıniyye’de bir müşerref yir –ki, Hazret-i Ebû Eyyûb-ı Ensârî “aleyhi rahmeti’l-Bârî” mezârına ve iskeleye ve tophâneye ve mi‘bere ve tamâm lîmûna ve behreyn ü bahreyne müşrifdür- ihtiyâr itti. Cezebât-ı ihsânı ile, Arab u Acem ü Rûm’dan mâhir mi‘mârlar ve mühendîsler getürüp, kendü akl-ı kâmili mi‘mârınun irşâdı ile, az müdder içinde, ol makâm-ı hôş u hurrem üzerinde bir sarây-ı âlî, envâ‘-ı sanâyi‘ ile hâlî ve semt-i naksdan hâlî, sûrete geldi. Her köşki nigârhâne-i Çin ve her kasrı reşk-i huld-i berîn; her sahnı fezâyı hôş-havâ ve cinândan nişân, her çeşmesi Âb-ı Hızr ki, Nehr-i Kevser andan revân; her sakfı nazar-ı ukalâdan âlî-ter ve her ferşi kubbe-i sevâbitten hâlî-ter; re’y-i hıredmendân gibi rûşen-rûy, dôstân gibi dâf‘-i hüzn; tezyin-i âyîn-i saltanat ile müzeyyen ve behre-i teşrîf-i “men dehalehû kâne âminâ” birle müşerref... Ve bu sarây-ı dil-küşâya yine bir sûr çektürüp, firengî vü türkî, müdevver ü müselles ve envâ‘-ı evzâ‘-ı latife ile musanna‘ burgâzlar ile ve dergâh kapular ile bir güzel kal‘a düzetti; ve kal‘anun sûrı ile sarây divârının arasını, bâğ u bûstân ve bağçe vü gülistân eyledi. Câ-be-câ çeşmeler ve havzlar ve sohbet-gâhlar tertîb itti.
Tursun Bey, Fatih’in Yeni Sarayı yaptırma kararını ve gerçekleştirilenleri böyle özetler.87 Fethin hemen ardından surlu kentin en ortasını kendi ikametgâhı olarak seçen Sultan II. Mehmed, beş sene geçtikten sonra, belki de kent alanını bir kere daha irdelemesinin ardından, İstanbul’a denizden bakıldığında kentin merkezi olan bir yeri, yarımadanın ucunu kendisine yeni saray alanı olarak belirler; burası Antik dönem kenti Byzantion’un kurulduğu yerdir. Eski Byzantion’un birinci tepe üzerindeki akropolü ve eteklerindeki yapılaşmanın, Konstantinopolis, başkent olarak büyütüldükten sonra zaman içinde manastırların bulunduğu kısmen koruluk bir alana dönüştüğü kabul edilir. Burası, en üst noktasında Aya İrini ve Ayasofya kiliselerinin aralarında Patriklik Sarayı ile beraber oluşturduğu dinî ve törensel bir merkezdir; İmparatorluk Kapısı, Eugenios vasıtasıyla limana bağlanır. Bizans İmparatorluğu’nun XIII. yüzyıla kadar Büyük Saray’ı, Hipodrom’un güneyinde kısmen kapalı bir törensel şehir biçimindeydi ve zaman içinde terk edilerek 1453 öncesinde harabe hâline geldi. Eski bir imparatorun forumu üzerine ilk sarayını yaptıran ve bu tarihte Aziz Havariler Kilisesi’nin yerinde kendi külliyesini kurma kararı almış Fatih’in yeni bir saray için Bizans Büyük Sarayı’nı değil de, Eski Byzantion kentinin yerini seçmiş olması Tursun Bey’in satır aralarında söylediği gibi Haliç’e yönelmiş yeni başkentin Galata, Eyüp ve Üsküdar arasında merkez odağı konumuyla ilgili olmalıdır. Yerin anlamı bağlamında ise Byzantion referansının okunurluğu, Kritovulos’un anlatısında da vardır: “Bunlara ek olarak, eski Byzantion’un denize açılan akropölünde, her açıdan eskilerinden daha üstün, güzellik, büyüklük, gösteriş ve zarefet açısından daha da hayranlık uyandırıcı bir sarayın inşa edilmesini emretti.”88
Yeni Saray –Fatih döneminde yapılan bir kapıdan sonra aldığı adıyla Topkapı Sarayı– Sultan Mehmed’in İstanbul’un bir imparatorluk başkenti olması yönündeki vizyonunun mimarlık alanında yansımasında, farklı mimari gelenekleri ve üslupları belirli Osmanlı temsil biçimleriyle bütünleştiren bir anlayışın en belirgin şekilde okunduğu yerlerden birisidir. Tursun Bey’in açıkça söylediği usul farklılıkları ve her yerden mimar ve inşaatçıların bir aradalığını sağlayan, bizzat sultanın “olgun aklının irşadı”dır.
Fatih’in Yeni Saray’ı saltanatın yönetim mekânı ve sultanın ikametgâhıdır. Çağlar boyu girilemez yerleri olsa da tanımlı bölümleri, devlet törenleri için kurgulanmış temsile yönelik bir mekândır; bu temsil mekânlarının kuruluş dönemindeki hâliyle ilgili belirli bir seviyeye kadar bilgi vardır.89 Yeni Saray’ın yapım kararının ardından 1459-1463 yılları arası uzun bir dönem hazırlıklara ayrılır; varolan binalar yıkılır, gerekli malzeme ve iş gücü toplanır. Bunu takip eden üç yıl içinde sarayın ilk kısımları bitirilir. Bu faaliyetin daha sonra ikinci ve üçüncü avlu olarak tariflenecek iki avlu çevresiyle sınırlı kaldığı anlaşılmaktadır ki burası da sarayın merkezidir. Saray, dış bahçesinde yapılan köşklerle beraber 1472’de daha da genişler. Sarayı çevreleyen Sur-ı Sultanî’nin (Kal‘atü’s-Sultaniye) tamamlanması ise 1478’i bulur. Sarayın genel şemasının II. Murad zamanında başlanan ve Fatih döneminde tamamlanan Edirne Sarayı ile benzerlikleri vardır. Düz ve geniş bir alana yayılan Edirne Sarayı’nın aksine Yeni Saray, iki yanda topoğrafik eşikleri olan bir mekândır ve bu kısıtla benzer bir şema düzlemsel biçimde kurgulanmıştır.
Topkapı Sarayı Surları
Sarayın en son tamamlanan kısmı surlar, deniz kıyısında Bizans surları ile bütünleşmek üzere Marmara Denizi’nden Haliç’e uzanan bir kara surundan oluşur; deniz surları üzerinde özellikle kapı noktalarında değişiklikler ve eklemeler yapılmıştır. Burçlar ve duvarlar Fatih’in çağdaş örneklerle yarışan diğer savunma yapıları ile çelişen bir biçimde Byzantion-Konstantinopolis surlarının mimarisini tekrarlamak açısından gelenekçidir; bunun yanında kare planlı burçlar duvar boyunca yarısı içeride yarısı dışarıda yüksek kitleler olarak yapılmalarıyla kısmen önceki dönem surlarından ayrışırlar. Kalenin genel olarak düz hatlara sahip duvarlarının farklı açı kesişim noktalarında konik kurşun külahlı çokgen kuleler yapılmıştır. Demirkapı’ya yakın olan yüksek kule, namaz saatlerinin bildirildiği bir nevbethane olarak çalışıyordu. Sarayın en geniş köşesinde konumlanan on ikigen planlı kule köşkü, II. Mahmud döneminde alçaltılmadan önce daha yüksek bir kuleydi; bu hâliyle Lorichs panoramasında Ayasofya’nın hemen altında görülür. Konya Selçuklu Sarayı’ndaki Kılıçarslan Köşkü ve I. Bayezid döneminde Bursa Kalesi’nde bulunan kule köşkü geleneğinin devamında kabul edilir; Necipoğlu, Fatih döneminden kalan kule yazıtında Yeni Saray kule köşkünün Keykubad Kasrı’na üstünlüğünün açıkça yazıldığını belirtir.90 Kal‘atü’s-Sultaniye’nin üç adet kara kapısı vardır: Haliç tarafında Demirkapı, Marmara tarafında Ahır veya Otluk Kapısı ve ortada Ayasofya’nın güney duvarına paralel bir yolun sonunda sarayın konumuna göre en üst kotta konumlanan Bâb-ı Hümayun. Bâb-ı Hümayun’un Buondelmonti Düsseldorf kopyası, Schedel çizimi ve Matrakçı minyatüründeki gösterimlerine bakılınca genel olarak yapısını sonraki dönemlerde de koruduğu düşünülebilir. Bu süreklilik çizgisinde geç dönemde yapılan gösterimlere göre Bâb-ı Hümayun üzerinde kasrı olan ak mermerden bir anıtsal giriştir; orta sivri kemerli büyük bir kapı yanlarda daha küçük simetrik iki sivri niş vardır. Ana kemerin üzerindeki Arapça kitabe hattat Ali b. Yahya es-Sufî eseridir:
Allah’ın inayeti ve izniyle, iki kıtanın Sultanı ve iki denizin Hakanı, bu dünyada ve ahirette Allah’ın gölgesi, iki ufukta Allah’ın gözdesi, yer ve su kürenin hükümdarı, Konstantiniye Kalesi’nin fatihi, Sultan Mehmed Han oğlu Sultan Murad Han oğlu Sultan Mehmed Han, Tanrı mülkünü ebedi kılsın ve makamını feleğin en parlak yıldızlarının üstüne çıkarsın, Ebu’l-Feth Sultan Mehmed Han’ın emriyle, 883 yılının mübarek Ramazan ayında, bu mübarek kalenin temeli atılmış ve sulh ve sükûneti güçlendirmek için yapısı gayet sağlam olarak birleştirilmiştir.91
Kasırda kapı kitlesi ile bütünleşik ve simetrik cephe düzenindedir. Altta kemerli kanatlı pencereler yukarıda ışıklık pencereleri ile konak mimarisi çizgisindedir. Kasrın sarayın iç avlusuna bakan yüzü revaklıydı ve ortasında yaldız kubbeli bir sofa mekânı vardı. Kasrın ve kapının divanhane, defterdarlık, haremin törenleri izlemesi gibi birçok işlevi olmuştur; hazine olarak kullanılmak ise Fatih dönemiyle ilişkilendirilmiştir.
Birinci Avlu
Bâb-ı Hümayun’un kubbeli giriş mekânının duvarlarında silahların asılıyor olması, içerde askerlerin silahsızlığını vurgulayan bir temsildi; benzer bir işlev, kapıyı takip eden avluda da vardır. Ganimet anlamında fetihten ve diğer zaferlerden toplanan silahlar, sancaklar ve bazı Bizans rölikleri Bâb-ı Hümayun’dan girince solda eski Aya İrini Kilisesi’nde depolanmıştır. Aslında Aya İrini de başlı başına bir emanettir, Fatih devri saray duvarı, Bizans’ın piskoposluk sarayının üzerinden geçerek bu kiliseyi bilinçli bir şekilde Ayasofya’dan ayırmıştır. Eski Saray’da ana cadde yönünde girişte solda Theodosios Sütunu’nu sarayına katan Fatih için, Aya İrini’de Yeni Saray’da ana kapının solunda benzer bir sembolik yapı olmalıdır. Angiolello’nun, kilisenin dışında ve içinde mermer kaplamalar ve mozaiklerin benzersiz olduğunu nakletmesi bu dönemde yapının özgün bezemesinin korunduğu intibasını uyandırır. XIX. yüzyılda Osmanlı’nın ilk müzesi, Askerî Müze’nin kurulduğu yer de zaman içinde iyice silah deposu niteliği kazanan Aya İrini olacaktır.
Yeni Saray’ın Birinci Avlusu, belki de Eski Saray’ın özgün hâlinde Beyazıt Külliyesi yapılmadan olduğu gibi, bir saray meydanıdır. Büyük törenlerde görevlilerin ya da ziyaretçilerin atlarını bırakacakları, belki tekrar kortej için bir araya gelecekleri bir sahradır; bu özelliğiyle Matrakçı minyatüründe sarı renkli bir zeminle vurgulanmıştır. Ufukta ikinci bir sur hattı ve onun sur kuleleri gibi duran Bâbüsselâm’a kadar Aya İrini’den sonra soldaki alan zaman içinde Osmanlı mimar teşkilatında özellikle İstanbul’un imarında çok önem kazanacak olan ambar-ı hassayı ve şehremanetini barındıracaktır. Yeni Saray’ın ikinci törensel kapısı Bâbüsselâm, Tursun Bey’in Frengî (Frenk işi) tarifini hak eden bir eserdir. Sekizgen yüksek kulelerin sivri külahları dışında mimari özellikleri Yeni Çağ Avrupa mimarisinin (örneğin Macar kalelerinin) izlerini taşır: Mermer kaplı yapının ana kapı kemeri, pencereleri, seğirdim yolunun ve kulelerin üst kısımlarını sürekli çıkma hâlinde taşıyan kemercikler yarım dairesel kemerlerdir.
İkinci ve Üçüncü Avlu
Bâbüsselâm’ın doğrudan açıldığı ikinci avlu birincisinden farklı olarak mimari tanımını revaklı duvarlarla bulan bir mekândır. Avlunun solunda ahırları ayıran, sağda da arkasında saray mutfaklarının yer aldığı duvar vardır (mutfaklar Kanunî döneminde yenilenmiştir). Sol köşede revakların arkasında Divan ve Hazine odaları ve çok yüksek olmayan bir kule konumlanmıştır. Avlunun karşı cephesi ortasında ise Bâbüssaâde vardır. Bu cephenin en erken temsili de Matrakçı minyatüründedir. İkinci Avlu’nun şeması ahırların konumu dışında Edirne Sarayı’ndaki Alay Meydanı’na benzer; sol köşedeki Kubbealtı, sağdaki mutfaklar ve Bâbüssaâde ortak ögelerdir. Kubbeyle vurgulanmış bir kapı olan Bâbüssaâde’nin arkasında sultanın Arzodası konumlanıyordu. Kademe üstünde bütün revaklı bir köşk olan Arzodası, Matrakçı minyatüründe kubbeli bir köşk şeklindedir. Fatih’in Yeni Saray’ında Edirne Cihannüma Kasrı gibi tek başına bir yapı olarak yüksek bir kasır bulunmadığı düşünülmektedir. Bunun yerine Kubbealtı’nın arkasında daha sonraki dönemlerde yüksekliği arttırılacak olan Adalet Kulesi konumlanır. Üçüncü Avlu’nun yapıları mimari dil olarak farklıdır, dahası bağlamı farklıdır: Yeni Saray kuleleşmeyi gerektirmeyecek bir biçimde üç yönde yüksek konumuyla yüksek bir bakışa sahiptir.
Üçüncü Avlu’nun sonunda her iki tarafta padişahın özel kullanımına ayrılmış mekânlar vardır. Sol tarafta dört kubbeden oluşan sultanın yaşam mekânları revakların arkasında konumlanır. Doğu köşesinde ise revakların arkasında iç hazine, hamam ve Boğaz girişine hâkim bir loca bulunur. Batıda harem dairesi vardır. Kuzey yönde ise duvarla kapalı bir asma bahçe içinde kristal bir köşk yer alır. Fatih döneminin iki avlulu çerçevesi varlığını korumak üzere saray yapıları birçok değişime uğramıştır. Dönemin özelliklerini en çok taşıyan alan Üçüncü Avlu’nun kuzeybatı ve kuzeydoğu yüzleridir. Bu yüzler iki farklı anlayışı yansıtır. Batı revağı mermer kolonlar üzerinde Osmanlı klasik kolon başlıklarıyla sivri kemerlidir; kemerlerin üzerindeki duvar örgüsü almaşıktır. Revakların üst örtüsü de sekizgen kasnak üzerine kubbelerdir. Doğu cephesinde ise yine mermer kolonlar, stilize iyonik kolon başlıkları ve tam daire kemerler üzerinde beyaz mermer bir alın yapılmıştır. Revak üst örtüsü eğik kurşunlu çatı altında sürekli tonozdur; tonozlar mukarnaslı bir hat üstünden başlar, özgününde tonozlarda mozaik kaplama olduğu konusunda bilgiler vardır. Avlu revağının mimarisi kendisini kuzeydoğu köşesindeki locada da gösterir burada iki köşede iki yarım kemerli açıklık vardır; bunun üstündeki çatıda kubbesiz kırma çatılı kurşun kaplıdır. Hamam-Hazine-Loca cephesi bu klasik antik mimari çağrışımları olan elemanlar dışında sivri kemerli cepheleriyle ve hamamın sekizgen kasnak kubbeleriyle Osmanlı mimarisinin klasik çizgisini yansıtır. Cephenin önemli bir ögesi de cihannümadır. İç mekânlarda bezeme ve yapısal elemanlar mukarnaslı pandatiflerle klasik Osmanlı’dır. Bütün bu yapılar deniz tarafında açık cepheli bodrum katları üzerinde yükselir.
Hasbahçe
Sarayın çevresinde yukarıda anılan her üç avluyu da kuşatan bir bahçe vardır. ...Bu bahçede tonozlu birkaç küçük kilise bulunur. Büyük Türk bunlardan mozaiklerle süslenmiş bir tanesini onartmıştır. Ve bu bahçede birbirinden taş atımı uzaklıkta üç kasır vardır, bunlar değişik tarzlarda yapılmıştır. Biri Acem tarzında (all Persiana) yapılmış, Karaman ülkesinin tarzında süslenmiş, kerpiçle örtülmüştür; ikincisi Türk tarzında (all Turhesca) yapılmıştır; kurşun örtülü üçüncüsü ise Grek tarzındadır (alla Grecia).92
Fatih’in doğu seferleri ve zaferleri sonrasında 1472’de Yeni Saray’ın doğu kanadının set altında üç köşkün çevrelediği bir meydan inşa edilir; Gülrü Necipoğlu, özgün kaynaklardan alanı meydana getiren yapıları bir bütün olarak ele almış ve burayı Fatih’in evrensel imparatorluk simgelerinin mimari olarak yerleştirildiği bir meydan olduğu yorumunu getirmiştir. Angiolello, köşklerden birisinin varolan bir kiliseden dönüştürülmüş, ikincisinin Acem/Karaman tarzında süslü, sonuncusunun da Türk tarzında olduğunu söyler. Tursun Bey’in anlatısı da bununla tutarlıdır: Kiliseden dönüştürülen kasırdan bahsetmeden birisi İran şahları tarzında, diğeri “tavr-ı Osmanî”dir. Osmanlı tarzındaki kasır, çağının geometri bilimini yansıtan bir harikaydı. Fatih dönemi vizyonunda sarayın dış bahçesi Aya İrini dâhil, zaferlerini temsil eden bir “mimarlık müzesi” olarak tasarlanmıştı; Otranto zaferine paralel olarak bir İtalyan tarzı kasrın da planlandığı ancak padişahın vefatı sonucunda gerçekleşmediği düşünülmektedir. Fatih’in kasırlarından sadece Çinili Köşk ayaktadır. Sırça Köşk olarak da anılan bu yapı, gerek plan gerek cephe gerek de bezeme olarak İran Selçuklu ve Timurî üslubundadır. Babinger’e göre yapı, Mimar Kemaleddin adlı biri tarafından Karaman göçlerine paralel olarak yapılmıştır. Yapının çini işlerinde belki de Karaman’dan getirilen Horasanlı ustaların çalıştığına dair belgeler vardır. Çinili Köşk’ün iki katlı planı Uzun Hasan’ın Tebriz’deki Heşt Beşt (sekiz cennet) Kasrı tipindedir. Merkez planlı yapı, ortada haçvari kubbeli bir mekân ve çevresinde dört kubbeli odadan oluşur; giriş aksının devamında yapının kare kitlesinden çıkma yapan kubbeli bir sofa bulunur. Teras revağının arkasında giriş kapısı eyvan biçimdedir. Yan cephelerde birer dışa açık eyvan yapılmıştır. Kasrın alt katı İran geleneğindeki sıcak havalarda serinleten bir serdabtır. Yüksek orta kubbe, Angiolello’nun belirttiği gibi önce kerpiçle yapılmış, bir süre sonra kurşunla kaplanmıştır. Fatih’in başlattığı, imparatorluğun minyatürünü oluşturan kasırlar fikri, kısıtlı olarak sürdürülmüştür; Yavuz Sultan Selim’in Sarayburnu’na yaptırdığı Mermer Köşk, Bağdat ve Revan köşkleri böyle yapılardır. Fatih’in Yeni Saray’ına Topkapı adını veren çift kuleli kapı Sarayburnu köşesindedir. Bâbüsselâm’ın aynısı olan bu kapıların önünde sarayı korumak ve törenlerde kullanılmak üzere toplar konumlanıyordu; Topkapı Sarayı daha sonraki adını Fatih döneminin bu Frengi kapılarından almıştır. Belki de en iyi bir şekilde Lorichs panoraması ve Francesco Scarella’nın XVII. sonunda yaptığı çizimlerde görülen bu deniz kapısı, ne yazık ki XIX. yüzyıl sonunda yıkılmıştır.
Mutlak Bir Kent Merkezi: Yeni Saray/ Ayasofya/ Atmeydanı
Topkapı Sarayı’nın inşası İstanbul’un kentsel yapısında önemli değişikliklere sebep olur. Ulu cami Ayasofya ve sarayın etki alanında Bizans’ın yıkık Hipodrom’u Atmeydanı olarak kullanılmaya başlanır; Hünernâme’de Fatih’in Yılanlı Sütun’a ok atışını gösteren bir minyatür vardır. Devletin yeni yönetim merkezi, Eski Saray’ın aksine çarşıya belirli bir mesafede kalır; çarşı Çemberlitaş’tan önce başlamaz. Saray surlarının kent kıyısında yarattığı önemli etki Bahçekapı’ya kadar denizden kent girişinin olmaması ve sarayın surlarının dışında sarayla Bahçekapı arasındaki surönü alanında ağırlıklı olarak sarayın iaşesine ayrılmasıdır. Sarayın iaşesi Gümrükönü’nde (günümüzde Eminönü) biter. Marmara kıyısı sarayın genelde servis alanlarını barındırır; saray suru dışında Otluk Kapısı önünde ahırlar, avlulu bir yapı biçiminde konumlanıyordu ve bu alan da Kadırga Limanı ile ilişkilidir.
Topkapı Sarayı, Fatih döneminin mimarisi ve üslup seçimlerinin tutarlılığını anlamak yönünde en önemli mekândır; Topkapı’dan bakınca Fatih devri mimarisi arayış içinde rastlantısal bir melezlemeden ziyade, verimli ve oldukça bilinçli bir sentezlemeyi yansıtır. Üsluplar Çinili Köşk ya da Bâbüsselâm, Topkapı’daki gibi keskin hâlleriyle ve başka üsluplarla yan yana kullanıldıklarında, bu, eklektik bir tavırdan çok mimari temsilde imparatorluğun gücünü yansıtan bir evrenselliği kurmaktadır. Topkapı bir bakıma Fatih İstanbul’unun minyatürüdür ve her ne kadar II. Mehmed’in İstanbul’daki yirmi sekiz yılı bir bütün olarak ele alınamazsa da farklı kentsel ve mimari yaklaşımların bir aradalığını yeni bir imparatorluğun gözünden anlamak yönünde Topkapı mükemmel bir bakış sunar. Bu çoğulculuğu besleyen durumlardan birisi de henüz merkezî bir mimarlık teşkilatının oluşmamış olması, farklı projelerdeki tercihlere göre mimar ve inşaat ekiplerinin oluşturulmasıdır. Fatih döneminde fetihleri izleyen, başkente göç ettirme politikası da bu çoğulculuğu destekler. Gülru Necipoğlu’nun Sinan’ın Çağı kitabında özetlediği gibi II. Mehmed’in hizmetindeki mimarlar henüz ocaklı değil, mütefferika adı altında “seçkin saltanat memurları”dır; mimarlar bu titri bilim adamları, sanatçılar, mühendisler, kuyumcularla paylaşır.93 Mimarân-ı Hassa ya da Hassa Mimarlarına dair ilk belgeler Sultan II. Bayezid (1481-1512) dönemindendir. Buna rağmen genel olarak ocağın temelinin Fatih döneminde her iki sarayın inşaatıyla birlikte ortaya çıktığı kabul edilir. Hassa Mimarları Ocağı’nın iki merkezinden birisi Aya İrini’nin kuzeyinde bulunan anbar-ı hassadır, diğeri de Vefa’da Acemioğlanlar Kışlası’na yakın Mimarbaşı Konağı’dır.
BEYAZIT KÜLLİYESİ: ESKİ SARAY’IN VE ÇARŞININ ULUCAMİSİ
Sultan II. Bayezid, Eski Saray’ın güney ucundaki saray meydanı alanında kendisi adına cami, medrese, imaret, kervansaray, hamam ve dükkânlardan oluşan büyük bir külliye inşa ettirmiştir. Beyazıt Külliyesi bir bakıma II. Mehmed’in ilk projesi olan saray-çarşı alanını İslam kenti merkez tipolojisi bağlamında bir cuma cami ekleyerek tamamlamıştır. Kentin gelişmiş bir alanına yerleştirilmiş olması sebebiyle Fatih Külliyesi ölçeğinde kentin geometrik düzenini belirleyici ve tavizsiz simetrik bir külliye planına sahip değildir. Külliye yapılarının kentsel konumu kıble aksında belirlenmiştir. Caminin avlu girişi ve medresenin kapısı, sarayın yeni güney kapısı önündeki meydana açılır. İmaret ve kervansaray ise cami ve bedesten arasında aynı açıda konumlanır; ikisi arasındaki mekâna dışarıdan ayrı bir kapı da vardır. Çemberlitaş’tan gelen ana cadde çizgisinde ilk olarak imaret konumlanır. Külliye duvarına bitişik dükkânlar bir süre sonra kesilerek caminin haziresini ve türbeleri pencereli bir duvar arkasında görünür kılar. Daha sonraki dönemlerde yol boyunca dükkânlar ve buradan cami meydanına iki adet kapı vardı. Darphanenin karşısında yolun devamında ise köşede Beyazıt Hamamları caddeye açılacak biçimde konumlanmıştır.
Rıfkı Melûl Meriç tarafından yayınlanan II. Bayezid dönemi mimarlarına dair belgelerden sonra Beyazıt Camii’nin mimarının Yakubşah b. Sultanşah olduğu artık kabul görmektedir; Ermeni kökenli Yakubşah’ın Amasya’dan Bayezid’in şehzadeliği zamanından tanındığı ve sonra başkente getirildiği düşünülmektedir. Oğlu Hüdaverdi de Hassa Mimarlar Teşkilatı’nda çalışacaktır. Ali b. Abdullah ve Yusuf b. Papas adlı devşirme mimarların da Yakubşah’ın asistanları olduğu kayıt edilmiştir. Yusuf b. Papas, Yakubşah’tan sonra Beyazıt Medresesi’nin mimarı olur. Ali b. Abdullah ise daha sonra Acem Alisi ismi ile Yavuz Sultan Selim devrinde ve Kanunî döneminin başında mimarbaşı olarak görev yapacaktır.94 Bu anlamda Beyazıt Külliyesi, II. Mehmed’den Kanunî’ye kadar uzanan bir dönemde Hassa Mimarlığı Teşkilatı’ndaki sürekliliğin kesitinde bir inşaattır.
Beyazıt Zaviyeli Camii: Klasik Osmanlı Mimarisine Doğru
Fatih Camii yeniden yapıldığı için, İstanbul’da günümüze ulaşmış en eski saltanat camii Beyazıt Camii’dir. Caminin avlu ve haremi eş kare plana sahiptir. Harem her iki yönde dört birimden on altı modüllük bir çatkı sistemine sahiptir. Merkezde dört aksı kapsayan orta kubbe (çapı 18,5 m) her iki yanda birer yarım kubbeyle desteklenmiştir; Ayasofya’nın taşıyıcı sistemine benzer bir şekilde ancak daha mütevazı bir ölçekte mihrap yönünde iki yarım kubbeli olarak yapılmış ilk camidir. Orta mekânın yanındaki mahaller dörder kubbe ile örtülüdür. Orta kubbenin yanlarda orta ayakları iki adet kalın yekpare porfir mermer kolondur; çok büyük mermer mukarnaslı kolon başlıkları ile sivri kemerleri taşırlar. Cami yapımının hemen ardından 1509 depreminde hasar görmüş, Mimar Sinan zamanında da iç kemerlerinde güçlendirme yapılmıştır. Mihrap mekânına geçmeden önceki yarım daire ve alttaki sivri kemer arasındaki uyumsuzluk bu tür bir çatkısal müdahaleden kaynaklı olmalıdır. Caminin avlusunu çevreleyen revaklar son cemaat yeri dâhil aynı yüksekliktedir. Revak kemerlerinde beyaz kırmızı mermer kilit taşları dönüşümlü olarak kullanılarak tezyinat yapılmıştır. Revak tepesinde sürekli olarak mukarnaslı bir bordür dolanır; bu bordür cami ana kapısındaki kemerle ve arkasındaki kubbeyle beraber yükselirken geçiş noktalarında ve tepe alınlığında ince taş süslemeler yapılmıştır. Şadırvan daha sonraki bir dönemdendir. Özgün hâline orta çeşmenin çevresinde Fatih Camii’nde olduğu gibi dört adet servi ağacı vardı. Bu vasıfları ile Sinan devrinde olgunlaşacak klasik Osmanlı mimarisinin bir öncülü olan Beyazıt Camii, başka özellikleri ile Fatih öncesi döneme dönüşü temsil eder. Beyazıt Camii, iki yanına eklenen birer tabhane ile zaviyeli bir camidir. Her birisi ortada bir kubbeli mekânın iki yanında ikişer kubbeli odadan oluşan tabhanelerin cephesi avlu cephesi ile sürekli şekilde ele alınmıştır ve meydandan ayrı girişleri vardır. Evliya Çelebi, bu mekânların daha sonraki bir dönemde iç mekâna katıldıklarını belirtir. Bu plan şeması tek kubbeli bir cami olan Edirne Beyazıt Külliyesi’nde ve daha sonra İstanbul’da Sultan Selim Camii’nde de uygulanmıştır. Caminin minareleri zaviyelerin dış köşelerine konularak simetrik bir kurguda varlıkları cami kitlesinden özelleşmiş, avluyla beraber ön cephenin etkisi genişlemiştir. Minareler tamir görmüştür. Ancak batı minaresinin şerefe altındaki kısmının beyaz üstüne kırmızı tezyinatının minarelerin özgün hâlidir; bu anlamda Edirne geleneğinin devamındadır. Beyazıt Camii’nin tabhaneler, minare tezyinatı dışında erken dönem Osmanlı camilerine çok ince bir göndermesi daha vardır: yarım kubbe hizasından itibaren mihrap duvarı tek basamaklık bir yükseklikle ayrışır (aynı ince detay Atik Ali Paşa Camii’nde de görülür). Zemindeki bu ayrışım daha sonraki dönemlerde meydana gelen bir zemin problemine koşut olarak yapılmadıysa geçmiş geleneğe bir gönderme olarak değerlendirilmelidir.
Türbe, Meydan, Medrese, Hamam
Sultan II. Bayezid’in Eyüp Sultan Türbesi’nin yanına gömülmek istediği vakfiyesinde belirtilmesine rağmen bu vasiyeti gerçekleşmemiş Yavuz Sultan Selim döneminde Eyüp Sultani makamına benzer klasik Osmanlı türbe planında sekizgen bir türbeye yerleştirilmiştir. Türbenin kubbesi duvarların üzerinde söveyle ayrıştırılmış sekizgen bir kasnağa oturtulmuştur. Yüksek dikdörtgen duvar cepheleri pencere hizalarına kadar küçülen taş çıkıntı ve mermer bordürlerden bir seri çerçeveyle vurgulanmıştır. Kur’an okulu da hazirenin doğusunda kendi duvarları içinde konumlanır. Beyazıt Medresesi, Fatih Külliyesi’nde olduğu anlamda cami odaklı planlamadan farklı, erken dönem medreselerine benzer bir tekillikte ve mimaride yapılmıştır. Döneminde ayrı bir duvarla kendi dış bahçesi olması da mümkündür. Kırmızı kilit taşlarıyla ve yükseltilmiş kubbeyle vurgulanmış dik kemerli kapının camininkilerle aynı desende bir alın bordürü vardır. Planı revaklı avlu çevresinde kapı aksında serbest duran bir büyük derslik ve her iki yanda onar odadan oluşur. Derslik cephesi açıktır; bu oda kitle dışına çıkma yapmaz ve almaşık duvar örgüsü ile medrese genelinin taş duvarlarından ayrışır.
Fatih’in Eski Saray’ının içine dâhil ettirdiği Theodosios Sütunu 1509 depreminde hasar görerek izleyen yıllarda yıkılmıştır; bir kısım parçası 1517’de Sultan II. Bayezid’in vefatından sonra yapılan Beyazıt Hamamları’nın inşaatında kullanılmıştır.95 Beyazıt çifte hamamları anıtsal ölçektedir; kadın girişi Eski Odalar’a doğru köşedendir. Soğukluk, kubbelerinin kadın erkek kısmındaki farklılığı dışında simetriktir. Yapı daha sonraları Divanyolu adını alacak ana arterin üzerinde hayati bir dönüş noktasını oluşturmak açısından önemlidir.
DİVANYOLU'NUN TAMAMLANMASI: BAYEZİD’İN VEZİRLERİ
Fatih’in Yeni Saray’ının en sonunda Yeni Cami’nin ise başında yer aldığı, Edirnekapı’dan başlayan ana yolun mimari olarak vurgulanması Sultan II. Bayezid döneminde devam eder. Pieter van Aelst’in 1533 tarihli eskizinde Atmeydanı’ndan başlayan ve Fatih Camii’ne yönelen bir cuma alayı resminde önde, cepheden görülen yapı Firuz Ağa Camii’dir. 1490’da yapılan ve günümüzde aynı konumunu koruyan cami, tek kubbeli ve üç kemerli son cemaat revağıyla sade bir yapıdır.
II. Bayezid döneminin en büyük mimari yatırımlarını iki külliye hâlinde Edirnekapı yolunun en son ve başında Sadrazam Atik Ali Paşa yapmıştır. Asıl büyük külliye, Çemberlitaş çevresini dönüştürmüş projedir; ana yolun iki cephesinde cami, medrese, han, dükkânlardan oluşur. Külliyenin geometrik yapısını cami değil, ana yol belirler. Atik Ali Paşa Camii yolun kuzeyinde hemen Çemberlitaş’ın batısında konumlanmıştır; Mahmut Paşa Camii’nin de üst kotundadır. Cami plan tipi olarak restitüsyonlardan bilindiği kadarıyla Fatih Yeni Cami’ye benzerlikler gösterir: Yüksek ana kubbe ve yarım mihrap kubbesinin her iki yanında ikişer küçük kubbeyle örtülmüş yan sahınlardan oluşur. Yarım kubbeli kısmın dışarı çıkma yapmasıyla bir bakıma ters T planlı olsa da Bursa camilerindeki gibi işlevsel bir ayrımı yoktur, tek bir mekândan oluşur. Beyazıt Camii’nde olduğu gibi ana mekândaki tek ayrım, mihrap kubbesi hizasında tek basamaklık bir yükseltidir. Cami onu çevreleyen pencereli avlu duvarı içinde açılı bir şekilde durur; arkasında paşanın altıgen planlı kenarları açık türbesi vardır. Cami avlusunun ana cadde tarafında daha sonra eklenen çeşmenin yanından bir girişi vardır; bir kapısı kuzeybatıda daha sonra Esir Hanı olacak yere; üçüncüsü kuzeydoğuda Tavukpazarı’na açılıyordu. Lorichs panoramasında resmedildiği biçimde, yüksek zemin üzerinde yerleştirilmiş cami Haliç’in karşısından son cemaat revaklarına kadar görülebiliyordu.
Medrese, caminin karşı tarafında yol tarafı revaklı duvarla tanımlı avlu çevresinde yerleştirilmiş odalardan oluşur. Medresenin doğusunda ve Çemberlitaş’ın karşısında ise Elçi Hanı konumlanır. Medrese ve Elçi Hanı’nın eski Konstantinos Forumu’nun güney setlerini temel olarak kullanarak yapıldıkları düşünülebilir; buradaki yol kesiti 7 m genişliğindedir ve bu dönemdeki ana cadde ölçüsü konusunda ender verilerdendir. Elçi Hanı, XIX. yüzyılda yıkılmıştır; ancak XVI. yüzyılda Avrupalı elçilerin kaldığı han olduğu için çok sayıda özgün resmi vardır.96 Alt katı daha kapalı mahzenlerden ve üst katı revak arkasında odalardan oluşan bir yapıdır; yol tarafında alt kotta dükkânları vardır. İstanbul’un XVI. yüzyıl ortasında benzersiz çizimlerini yapan Melchior Lorichs, kendisinin de kaldığı Elçi Hanı’ndan belirli bir konut dokusu ile beraber medresenin bir kısmının ve caminin yol hizasından görüntülerini çizerek kentin çok önemli bir kesitini belgelemiştir.
Atik Ali Paşa, Edirnekapı’dan girdikten sonra önemli bir kavşağı mimari olarak vurgulayan bir camiyi de Karagümrük’te yaptırmıştır. Çemberlitaş’takine göre çok mütevazı olan bu cami, İstanbul’da çok direkli ve kubbeli cami tipinin bilinen ilk örneğidir. Altı iç mekân kubbesi varsa da bunlar son cemaat kubbeleriyle aynı oldukları içinde daha doğru bir ifade ile dokuz eş kubbeli bir camidir. Almaşık duvar sisteminin ağırlıklı tuğla hâlidir.
MAHALLE VE KONUT
Fatih dönemi yapı envanterleri ve kentin büyük bölümünü kapsayan vakıf tahrir defterleri XVI. yüzyıldakilerle karşılaştırmalı olarak Bizans’tan Osmanlı’ya mahalle dokusunun ne şekilde dönüştüğü ile ilgili benzersiz bilgiler sunar. Fatih dönemi, daha sonraki dönemlerin yansımasında oluşturulmuş genel mahalle tanımlarının dışında kalır; bir dinî yapı çevresinde yapılaşmamış alanlar da mahalle tanımını alabilmiş, dinî cemaatler bazında mahalleler karışık olabilmiştir. Yine de küçük ölçekli mahalle mescitleri çevresinde oluşmuş pek çok mahalle başka isimlerle Fatih döneminde iskân edilmiştir. Vakıf kayıtlarının binaların tiplerine göre verdiği bilgiler de çeşitlidir: İki katlı, tek katlı; altı hücre veya dükkân üstü; bahçe içinde veya bitişik; tek, iki veya çok odalı; yalıda ya da çarşıda; kâgir veya ahşap olabilir. Sultan II. Mehmed’in iskân politikası sonucu İstanbul’a imparatorluğun her bir yanından gelen kişilerin hanelerini oluştururken, varolan yapılara yerleşmeyenlerin kısmen kendi evlerini yaptıkları düşünülebilir. Böylesi farklı konut kültürlerinden gelenlerin Bizans kentinin kendi konut biçimleriyle birlikte, mimari açıdan farklı mahalleler kurdukları hayal edilebilir; XVIII. yüzyıldan beri tariflenebilen klasik İstanbul ahşap konut dokusunun bu dönem için homojen bir biçimde kent bütününde görüleceğini düşünmek doğru olmaz. Lorichs, Atik Ali Paşa çevresi konut dokusu ve Schweigger’in şematik çizimleri bazında ahşap çerçeve içi taş veya kerpiç dolgu konutlar, hatta belki de han ve kervansaraylar, en azından kent merkezine yakın alanlarda resmedilmiştir.
Devasa boyutlarıyla Eski Saray ve Topkapı Sarayı; Rumelihisarı ve Yedikule; Okmeydanı, Tersane-i Âmire, Has Ahırlar ve yeniçerilerin kışlası Eski Odalar; darphane (simkeşhane) ve tophane; bedesten çevresinde kapalı ve açık sokaklarıyla bir çarşı bölgesi, Saraçlar Çarşısı ve Atpazarı, deniz ve kara gümrükleri ile Un, Yemiş ve Yağ kapanları; çok sayıda büyük ölçekli hamam; bir ulucami olarak Ayasofya’nın yanında o dönemde Yeni Cami olarak adlandırılan Fatih Camii ile çevresinde sekiz adet medrese, tabhane, darüşşifa ve kervansaray; yine sultan vakfı olan Eyüp Camii ve imareti; Mahmud Paşa’nın bir sultan külliyesi boyutlarındaki imareti; Rum Mehmed Paşa ve Has Murad Paşa imaretleri gibi çevrelerinde mahallelerin oluştuğu külliyeler yanında, işlevi dönüştürülen çok sayıda Bizans dinî ve sivil yapısı. Böylesi bir eksik liste bile kent mimarisi ve mimarlık tarihi açısından Fatih Sultan Mehmed devrinin ilk olarak Osmanlı İstanbul’u, genel olarak da İstanbul tarihi açısından ne önemde olduğunu anlamaya yarayabilir. Fatih devri öncelikle daha sonraları devam ettirilecek bir kent şemasının neredeyse bütün ana ögelerinin belirlendiği bir dönemdir. Bu şema ilk beş yılda kentin geometrik merkezine yakın, şimdiki Beyazıt çevresinde limanla ilişkili olarak Orta Doğu İslam ve Anadolu Selçuklu kentlerinin özellikleriyle kurgulanır. Daha sonraki yıllarda Ayasofya yakınında Topkapı Sarayı ve Fatih Külliyesi’nin bütün bağlantılarıyla eklenmesi ile kara surlarından yarımadanın ucuna uzanan limana paralel sürekli bir ana yollar sisteminin oluşturulması biçiminde büyük bir başkent vizyonuyla gelişir. Kentin çeperi Haliç ekseninde Galata, Eyüp ve Üsküdar olarak üç beldesi ile beraber, çevre köyler, avlaklar ölçeğinde de tariflenir. Fatih devrinin kent mimarisi açısından en önemli mirası belki de kentin bu ana yapısal ve işlevsel şemasıdır. Fatih İstanbul’u kent yapısını eklenerek oluşturan yapılardan birçoğu günümüze özgün hâliyle ulaşmamıştır: Osmanlı döneminde yenilenenler, deprem sonrası yeniden yapılanlar ya da modern dönemdeki kentsel projelerle ortadan kalkanlar vardır. Günümüze ulaşanlar ve kaynaklardan belirlenebilenlerden izlenebildiği kadarıyla Fatih devri yapıları erken Osmanlı mimarisinin devamında Akdeniz ve Orta Doğu’nun geçmiş mimarlıklarının yeniden yorumlanması yanında, her ne kadar kaynaklarıyla belirlenmesi kolay olmasa da yine aynı coğrafya içinde güncel mimari fikirlerin pratiğe döküldüğü çoğul bir ortamı gözler önüne serer. Bir başka deyişle bugünden bakıldığında Fatih İstanbul’u coğrafi bir merkez olarak kentin hem geçmiş hem de gelecek mimari pratiklerinin izlerinin sürülebildiği, bunların yan yana yer aldığı bir yeni başkenttir. Kurulan başkentin ve genişleyen imparatorluğun yansımasında birçok yerden gelen ve getirilen yeni nüfusun kendi zanaatkâr gelenekleriyle beslenen bir mimari kozmopolitlik de söz konusudur. II. Bayezid döneminde kentin ana aksı üzerinde günümüze büyük oranda ulaşan bir dizi önemli külliyenin yapılmasıyla Osmanlı başkenti kuruluş döneminde kurgulanan kent yapısının tamamlanması yönünde önemli yapıtlar ortaya konur. Bu yapıların mimarisi, Fatih dönemine göre ölçek olarak daha mütevazı olması yanında, klasik denilebilecek bir mimari bütünlüğü külliyeden tek yapılara sergilemeye başlamaları açısından önemlidir. II. Bayezid döneminde kayıtlara geçen Anadolu kökenli mimar ailelerin ve başkentte artık yerleşik olan yapı zanaatkârı gruplarının varlığı bu tür bir mimari bütünlüğün oluşumunda payı olmalıdır. İstanbul’un mimarisi Sinan çağında başka bir bütünsellik boyutuna ulaşacaktır; bu çağın öncesinin Osmanlı kent mimarisi ise İstanbul’un çok katmanlılığında daha çok, özgün kaynaklara referansla temsil edilebilmektedir.
DİPNOTLAR
1 Stephanos Yerasimos, “Osmanlı İstanbul’unun Kuruluşu”, Osmanlı Mimarlığının 7 Yüzyılı: Uluslarüstü Bir Miras, İstanbul 1999, s. 195-205.
2 Kritovulos Tarihi: 1451-1467, çev. Ari Çokona, İstanbul 2012, s. 417.
3 Farklı dönemlerdeki planları ve Albert Gabriel’in çizimi, Doğan Kuban, Ottoman Architecture, Woodbridge 2010.
4 Târîh-i Ebü’l-Feth, nşr. A. Mertol Tulum, İstanbul 1977, s. 44-45.
5 Târîh-i Ebü’l-Feth, s. 75.
6 “Disegno del Castello delle sette torre di Costantinopoli”, Museo Civico Correr, Venedik; “Sette Torri”, Avusturya Milli Kütüphanesi, Resim Arşivi, NB 23.858B.
7 Barutlu silah teknolojisine paralel olarak gelişen yıldız planlı surlar, XIV. yüzyıldan itibaren Orta Çağ tipi savunma yapılarının burçlarından başlayarak, bir bütün kent savunma ve biçim fikri olarak da XV. yüzyılda ortaya çıkmış. Rönesans İtalya’sında XV. yüzyılda kısmen ve kalelerde uygulanmıştır. Fikrin bir bütün kent sistemi olarak gerçek anlamda uygulanmaya geçmesi XVI. yüzyılda olmuştur. Yıldız planlı savunma yapılarının tarihsel gelişimi ve farklı dönemlerdeki adlandırması için bkz. George J. Ashworth, War and the City, London 1991.
8 Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: 1. Kitap, çev. Y. Dağlı, S. Kahraman, İstanbul 2003, s. 396.
9 1480’lerde yapıldığı düşünülen Vavassore haritasının Venedikli Gentile Bellini veya Trabzonlu George Amirutzes tarafından Fatih için yapıldığı görüşünü savunanlar vardır; Çiğdem Kafesçioğlu, Constantinople/ Istanbul: Cultural Encounters, Imperial Vision and the Construction of the Ottoman Capital, Pennsylvania 2009, s. xxvi-xxvii, 154-164. Özgün eser: Giovanni Andreas di Vavassore, Byzantium sive Constantineopolis, Venice, ts. (1530’larda basılmış olmalı).
10 Kritovulos Tarihi, , s. 417.
11 Târîh-i Ebü’l-Feth, s. 75.
12 Târîh-i Ebü’l-Feth, s. 75.
13 Gabor Agoston, Barut, Top ve Tüfek: Osmanlı İmparatorluğu’nun Askerî Gücü ve Silah Sanayisi, çev. Tanju Akad, İstanbul 2006; George J. Ashworth, War and the City, London 1991.
14 Halil İnalcık, “Fatih, Fetih ve İstanbul’un Yeniden İnşaası”, Dünya Kenti İstanbul, İstanbul 1996, s. 33.
15 Kritovulos Tarihi, s. 413.
16 Eremya Çelebi Kömürcüyan, İstanbul Tarihi. XVII. Asırda İstanbul, çev. H. D. Andreasyan, nşr. K. Pamukciyan, İstanbul 1988.
17 İdris Bostan, Kürekli ve Yelkenli Osmanlı Gemileri, İstanbul 2005.
18 Matrakçı Nasûh (Nasûhü’s-Silahî), İstanbul görünüşü, 1537 civarı, Beyãn-ı menãzil-i sefer-i ‘Irakeyn, İÜ Ktp., nr. T. 5964.
19 Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: 1. Kitap, s. 375-376.
20 Târîh-i Ebü’l-Feth, s. 69-70.
21 Kazım Çeçen, Mimar Sinan ve Kırkçeşme Tesisleri, İstanbul 1988.
22 Stephanos Yerasimos, Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri, çev. Şirin Tekeli, İstanbul 1993.
23 Gülru Necipoğlu, “The Life of an Imperial Monument: Hagia Sophia after Byzantium”, Hagia Sophia from the Age of Justinian to the Present, der. Robert Mark ve Ahmet Çakmak, Cambridge 1992, s. 195-225.
24 Melchior Lorichs (veya Lorck) panoraması. Özgün çizimi Leiden Üniversitesi Kütüphanesi’ndedir. Tıpkıbasımı: Melchior Lorichs’ Panorama of Istanbul, 1559, nşr. C. Mango, S. Yerasimos, haz. E. Kocabıyık, A. Ertuğ, Bern 1999.
25 Tülay Artan, “Eski Saray”, DBİst.A, III, 204-205.
26 Mühendis Seyyid Hasan’ın yaptığı 1812-13 tarihli 1/25.000 ölçekli Bayezid Suyolu Haritası, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ndedir. Kazım Çeçen, II. Bayezid Suyolu Haritası, İstanbul 1997.
27 C. A. J. Armstrong, Fatih Sultan Mehmed’in Ölümü ve Hadiseleri Üzerine Bir Vesika = Testament de Amyra Sultan Nichemedy, haz. A. Süheyl Ünver, İstanbul 1952. Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan Selimnâme’de Sultan II. Bayezid’in cenazesini gösteren bir çizimde Eski Saray’ın bir kapısı temsil edilmiştir.
28 Ayda Arel, “Cihannüma Kasrı ve Erken Osmanlı Saraylarında Kule Yapıları Hakkında”, Prof. Doğan Kuban’a Armağan, haz. Zeynep Ahunbay, Deniz Mazlum, Kutgün Eyüpgiller, İstanbul 1996, s. 99-116.
29 Gönül Cantay, “Simkeşhane”, DBİst.A, VI, 560-61.
30 Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: 1. Kitap, s. 543.
31 Ekrem Hakkı Ayverdi, Fatih Devri Mimarisi, İstanbul 1953.
32 Wolfgang Müller-Wiener, İstanbul’un Tarihsel Topogragrafyası, çev. Ülker Sayın, İstanbul 2007, s. 258-265.
33 Hüseyin Ayvansarayi, Hadîkatü’l-cevâmi‘: İstanbul’un Camileri ve Diğer Dinî-Sivil Mi‘mârî Yapıları, haz. A. N. Gültekin, İstanbul 2001, s. 180.
34 Uğur Tanyeli, “Klasik Dönem Osmanlı Metropolünde Konutun ‘Reel’ Tarihi: Bir Standart Saptama Denemesi”, Prof. Doğan Kuban’a Armağan, der. Z. Ahunbay, D. Mazlum, K. Eyüpgiller, İstanbul 1996. s. 57-71.
35 Gülru Necipoğlu, The Age of Sinan: Architectural Culture in the Ottoman Empire, London 2005, s. 154.
36 Önder Küçükerman, Kenan Mortan, Kapalıçarşı, Ankara 2007.
37 Kafesçioğlu, Constantinople/Istanbul, s. 37.
38 Osman Ergin, Fatih İmareti Vakfiyesi, İstanbul 1945.
39 Ayverdi, Fatih Devri Mimarisi.
40 Kafesçioğlu, Constantinople/Istanbul, s. 30-35.
41 Aygül Ağır, İstanbul’un Eski Venedik Yerleşimi ve Dönüşümü, İstanbul 2009.
42 Halil İnalcık, The Survey of Istanbul 1455: The Text, English Translation, Analysis of the Text, Documents, Istanbul 2012.
43 Ekrem Hakkı Ayverdi, Fatih Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri, Şehrin İskanı ve Nüfusu, Ankara 1958, s. 227.
44 Ayvansarâyî, Hadîkatü’l- cevâmi‘,s. 325.
45 Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: 1. Kitap, s. 552.
46 Ayverdi, Fatih Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri, s. 214.
47 İnalcık, The Survey of Istanbul 1455, s. 253.
48 Kafesçioğlu, Constantinople/Istanbul, s. 48.
49 Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: 1. Kitap, s. 358-359.
50 Ayverdi, Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri 855-886 (1451-1481), İstanbul, 1989, resim 563.
51 Abdullah Kuran, “Eyüp Külliyesi”, Eyüp: Dün-Bugün: Sempozyum, 11-12 Aralık 1993, haz. Tülay Artan, İstanbul 1994.
52 Baha Tanman, “Eyüp Külliyesi”, DBİst.A, III, 237-243.
53 Yerasimos, “Osmanlı İstanbul’unun Kuruluşu”, s. 200.
54 Kritovulos Tarihi, s. 415.
55 Theoharis Stravrides, The Sultan of Vezirs: The Life and Times of the Ottoman Grand Vezir Mahmud Pasha Angelovic (1453-1474), Leiden 2001.
56 Kritovulos Tarihi, s. 419.
57 Doğan Kuban, “Mahmud Paşa Külliyesi”, DBİst.A, V, 268-271.
58 Pierre Gilles, İstanbul’un Tarihi Eserleri, çev. Erendiz Özbayoğlu, İstanbul 1997.
59 Ekrem Hakkı Ayverdi, 19. Yüzyılda İstanbul Haritası, İstanbul 1958.
60 Nuran Kara Pehlivanoğlu, Nur Urfalıoğlu, Lütfü Yazıcıoğlu, Osmanlı İstanbul’unda Çeşmeler, İstanbul 2000; Kafesçioğlu, Constantinople/ Istanbul, s. 155.
61 Cornelius Gurlitt, İstanbul’un Mimari Sanatı, çev. Rezan Kızıltan, Ankara 1999.
62 Ayverdi, Fatih Devri Mimarisi, s 39.
63 Kafesçioğlu, Constantinople/ Istanbul, s. 122-125.
64 İnalcık, The Survey of Istanbul 1455, s. 305-306.
65 Ken Dark, Ferudun Özgümüş, “New Evidence for the Byzantine Church of the Holy Apostles from Fatih Camii, Istanbul”, Oxford Journal of Archaeology, 2002, sy. 21, s. 393-413; Öz Yılmaz, Murat Eser, “Ground-Penetrating Radar Surveys At the Fatih Mosque and the Church of St. Sophia, Istanbul”, 2005 SEG Annual Meeting, November 6 - 11, 2005 , Houston, Texas, Texas 2005.
66 Erdem Yücel, “İstanbul’da Bizans Sarnıçları II”, Arkitekt, 1967, s. 62-64, 74 ; Albrecht Berger, “Streets and Public Spaces in Constantinople”, Dumbarton Oaks Papers, 2000, sy. 54, s. 161-172.
67 Kafesçioğlu, Constantinople/ Istanbul, s. 85-90, 240.
68 Gülru Necipoğlu, “From Byzantine Constantinople to Ottoman Kostantiniyye: Creation of a Cosmopolitan Capital and Visual Culture under Sultan Mehmed II”, From Byzantion to Istanbul: 8000 Years of a Capital, Istanbul 2010, s.262-277; Kafesçioğlu, Constantinople/Istanbul, s. 72-76.
69 Kritovulos Tarihi, s. 416-417, s. 443.
70 Pieter Coecke van Aelst, “Friday Procession of Sultan through the Hippodrome”, The Turks in MDXXXIII, London 1873.
71 “Constantinopell”, 1590’lardan görünüş, anonim, Avusturya Milli Kütüphanesi, Resim Arşivi, E 10.008 BIL.
72 Francesco Scarella, “Sul. Mehemed Secondo”, çizim 1686, Avusturya Milli Kütüphanesi, resim arşivi, codex 8627.
73 Köprülü Suyolu haritası, Süleymaniye Kütüphanesi.
74 Mehmed Ağaoğlu, “The Fatih Mosque at Constantinople”, Art Bulletin, 1930, sy. 12, s. 179-195.
75 A. Süheyl Ünver, İlim ve Sanat Bakımından Fatih Devri Notları, İstanbul 1947.
76 Târîh-i Ebü’l-Feth, s. 70.
77 Yerasimos, “Osmanlı İstanbul’unun Kuruluşu”, s. 203.
78 Târîh-i Ebü’l-Feth, s. 71.
79 Târîh-i Ebü’l-Feth, s. 72.
80 Ayverdi, Osmanlı Mimarisinde Fatih Devrii 855-886 (1451-1481) İstanbul 1988, s .394-400.
81 Semavi Eyice, “Demirciler ve Fatih Darüşşifası Mescidleri”, TD, c. 1, sy. 2, 1950, s. 357-378.
82 Charles Texier, Richard Pullan, L’Architecture Byzantine, Paris 1862.
83 Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: 1. Kitap, s. 601.
84 Yerasimos, “Osmanlı İstanbul’unun Kuruluşu”, s. 203.
85 Ahmet Gülgönen, Cana Bilsel, Le Complexe de Fatih, Son Rôle dans la Transformation Morphologique d’Istanbul, Paris 1991.
86 Maurice Cerasi, Divanyolu, çev. Ali Özdamar, İstanbul 2006.
87 Târîh-i Ebü’l-Feth, s. 72-73.
88 Kritovulos Tarihi, s. 417.
89 Gülru Necipoğlu, 15. ve 16. Yüzyılda Topkapı Sarayı - Mimarî, Tören ve İktidar, çev. Ruşen Sezer, İstanbul 2007.
90 Necipoğlu, 15. ve 16. Yüzyılda Topkapı Sarayı, s. 61-62.
91 Ayverdi, Fatih Devri Mimarisi, s. 310.
92 Fatih’in yaşamının son yıllarında Topkapı’da bulunan Giovanni Maria Angiolello’dan alıntı Necipoğlu, 15. ve 16. Yüzyılda Topkapı Sarayı, s. 267.
93 Necipoğlu, The Age of Sinan, s. 153-157.
94 Rıfkı Melûl Meriç, “Beyazıd Camii Mimarı, II. Sultan Bayezid Devri Mimarları ile Bazı Binaları, Beyazıd Camii ile Alakalı Hususlar, San’atkarlar ve Eserleri”, Yıllık Araştırma Dergisi, 1958, c. 2, s. 1-76.
95 Müller-Wiener, İstanbul’un Tarihsel Topogragrafyası, s. 264, 388.
96 Elçi Hanı’nın 16. yüzyıldan anonim görünüşü, Avusturya Milli Kütüphanesi, Resim Arşivi, NB 19.534AIB