A PHP Error was encountered

Severity: Notice

Message: Undefined index: HTTP_ACCEPT_LANGUAGE

Filename: core/Public_Controller.php

Line Number: 89

Backtrace:

File: /var/www/html/application/core/Public_Controller.php
Line: 89
Function: _error_handler

File: /var/www/html/application/core/Public_Controller.php
Line: 51
Function: language_control

File: /var/www/html/index.php
Line: 282
Function: require_once

KLASİK DÖNEMDE İSTANBUL DARRÜŞİFALARI | Büyük İstanbul Tarihi

KLASİK DÖNEMDE İSTANBUL DARRÜŞİFALARI

“Şifa evi/sağlık evi” anlamına gelen Arapça darü’ş-şifa sözcüğü, İslam dünyasında hastaneleri ifade eder. Şifahane, bimarhane (hasta evi), bimaristan (hasta yurdu), maristan sözcükleri de hastane karşılığı olarak kullanılmıştır. Abbasîler döneminden başlayarak gelişen darüşşifalar, Büyük Selçuklu Devleti zamanında önem kazanmış; Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti de bu geleneği devam ettirmiştir.

Osmanlı Devleti’nde 1400-1621 yılları arasında sekiz darüşşifa hizmete girmiştir. Bunların beşi payitaht İstanbul’dadır. İlk Osmanlı darüşşifası Bursa’da Yıldırım Külliyesi içinde yer alan I. Beyazıt/Yıldırım Darüşşifası’dır (1400). İstanbul dışındaki diğer iki darüşşifa Edirne’deki II. Beyazıt Darüşşifası (1488) ile Manisa Hafsa Sultan Darüşşifası’dır (1539). Bursa, Edirne ve İstanbul gibi Osmanlı Devleti’nin payitaht şehirlerinde ve şehzadeler şehri olarak tanınan Manisa’da bulunan bu darüşşifaların beşi padişahlar, ikisi valide sultanlar biri de padişah eşi tarafından yaptırılmıştır. Banileri bu darüşşifaların yapım masraflarından başka, sürekli hizmet vermelerini sağlamak amacıyla yıllık masraflarını karşılamak üzere pek çok mal, mülk ve gelir vakfetmişlerdir. Bu yüzden hastalardan ücret alınmazdı. Esasen o devirlerde hâli vakti yerinde olan ailelerin hastaları, evlerinde tedavi edilirdi. Darüşşifalar ise kimsesizler, yoksullarla evlerinden uzakta hastalanan yolcular ve tüccarlar içindi. Bir de evde bakılamayacak derecedeki akıl hastaları darüşşifalara yatırılırdı.

Osmanlı coğrafyası ve nüfusu dikkate alındığında, bu darüşşifaların halka sağlık yardımı için değil, hayır düşüncesi ön planda tutularak, banisinin adını geleceğe taşımak amacıyla yaptırıldığı anlaşılır. Osmanlı darüşşifalarının şehir halkının pek çok ihtiyacını karşılayan külliyelerin hizmet birimleri arasında bulunması da bu görüşü destekler. Genellikle Osmanlı külliyelerinin merkezinde cami yer alır. Medrese, kütüphane, imaret, mektep, hamam, han, çeşme, bedesten (kapalıçarşı), darüşşifa, tabhane gibi sosyal hizmet, eğitim ve kültür birimleri ise camilerin çevresine yerleştirilirdi. Mimarlık tarihinde özel bir yeri olan Osmanlı darüşşifalarının planı, iç avlulu medrese planından geliştirilmişti. Genelde dikdörtgen şeklinde yapılan darüşşifalarda, kubbeli hasta odaları revaklarla iç bahçeye açılırdı. Bu şekilde hizmetler az sayıda personelle yürütülürdü. İç bahçenin ortasında bir havuz vardı. Darüşşifalarda bir hamam, ocaklı bir ilaç hazırlama odası ile eczanın saklandığı bir kiler bulunurdu.

Osmanlı darüşşifalarında yataklı tedavi yanında haftanın iki günü başvuran hastalar muayene edilip ilaçları verilirdi. Hastaların tedavi ve beslenmeleri humoral patoloji esaslarına göre yürütülür, onlara ilaçları darüşşifalarda hazırlanıp verilirdi.

Darüşşifaların vakfiyelerinde vakfedilen mülkler ve gelirler ile çalışma esasları belirlenmiştir. Vakfiyelerde ayrıca darüşşifalara tayin edileceklerin görev ve sorumlulukları ile aranan ahlaki nitelikler yer almaktadır. İlk kez Fatih Darüşşifası vakfiyesinde görülen bu nitelikler, diğer darüşşifaların vakfiyelerinde de yer almış, son Osmanlı darüşşifası olan Sultan Ahmet Darüşşifası’nda ise oldukça azalmıştır.

İslami tıp geleneğinin sürdürüldüğü darüşşifalarda hem hasta tedavi edilir hem de usta-çırak yöntemi ile hekim yetiştirilirdi. Sadece Süleymaniye Külliyesi’nde darüşşifanın hemen yanında ayrı bir tıp medresesi (tıp okulu) vardı. Tıp medresesinde teorik, darüşşifada ise hasta başında uygulamalı eğitim yapılırdı.

Osmanlı Devleti toprak kaybettikçe darüşşifaların gelirlerini sağlayan vakıf mülklerinin bir bölümü sınır dışında kaldı. Bir kısmı başkalarının eline geçti. Mevcutların gelirleri düzenli olarak takip edilmeyince darüşşifalar; bimarhane adını alıp akıl hastaları için birer barınağa dönüştü.

İstanbul’daki Süleymaniye, Haseki ve Toptaşı Darüşşifalarının binaları günümüze ulaşmıştır. Fatih ve Sultan Ahmet darüşşifaları mevcut değildir. Osmanlı darüşşifalarının tıp tarihi, hastanecilik tarihi ve mimarlık tarihinde ayrıcalıklı bir yeri vardır.

2- Fatih Darüşşifası’nın 1824’te yapılmış planı (sağda), Darüşşifa’nın hana dönüştürülebilmek için çizilen planı (solda) (BOA, HH, nr. 545/26941-C)

Fatih Darüşşifası

İstanbul fethedildiğinde şehirde sadece Pantokrator Kilisesi yanında bir hastane ile bir düşkünler evi bulunmaktaydı. Fetihten hemen sonra Pantokrator yapı topluluğu onarılıp Eski İmaret adıyla faaliyete geçirilmesine rağmen gelişen İstanbul’un ihtiyaçlarını karşılayamaz olmuştu. Bu nedenle Fatih Sultan Mehmed, hem İstanbulluların ihtiyacını karşılayacak hem de kendi şanına yakışır bir külliye yapılmasını emretti. Mimarbaşı Atik Sinan’ın yaptığı Fatih Külliyesi inşaatı 1463’te başladı. Yeni İmaret adıyla anılan külliyenin merkezindeki caminin güneydoğu köşesinde bulunan Fatih Darüşşifası 1470 yılında faaliyete geçti. Değişik zamanlarda düzenlenen vakfiyelerine göre, darüşşifada; biri reis-i etıbba olmak üzere iki tabip, birer kehhal (göz hastalıkları uzmanı), cerrah, tabbah-ı eşribe (eczacı), hafız-ı eşribe (eczacı kalfası), kilerci, vekilharç, bevvab (kapıcı), mâni-i nukûş (duvarların kirletilmesini önleyen), şeyh (dâhiliye müdürü), iki hastabakıcı, iki cameşuy (çamaşırcı), iki aşçı ile elli hizmetçi (hastabakıcı) çalışmaktaydı. Vakfiyesine göre; darüşşifada tecrübeli, hazık, nabız ve anatomiyi çok iyi bilen, tıp biliminde üstün bilgisi olan, hangi taifeden (yani hangi milletten ve dinden) olursa olsun hekimler görev yapabilecekti. Darüşşifanın bağlı olduğu vakfın nazırı, hekim ve kâtip haftada bir gün darüşşifada toplanarak hasta olup evine hekim çağırmaya ve ilaç almaya gücü yetmeyenlerin tedavileri ile ilgileneceklerdi. Haftada bir gün, dışarıdan başvuran yoksul hastalara ilaç verilecek, darüşşifada ölenlerin cenaze masraflarını da vakıf karşılayacaktı. Harcamalar için günlük 200 akçe, kimsesiz ölülerin gömülmesi için de 5 akçe ayrılmıştı. Devrin en değerli hekimlerinin çalıştığı Fatih Darüşşifası, hasta tedavisi yanında hekim de yetiştiriyordu.

14 Eylül 1509’da İstanbul’da meydana gelen şiddetli depremde hasar gören darüşşifa onarıldı. Daha sonra İstanbul’da kısa aralıklarla 1747, 1754, 1766 yıllarında yaşanan depremler, darüşşifayı harap bir hâle getirdi. II. Mahmud, Parmakkapı yangınında zarar gören demirci esnafını buraya yerleştirdi. Onarım amacıyla saray başmimarı Mustafa Ağa tarafından, 2 Ağustos 1824 tarihinde yapılan keşif planındaki “kebir kubbeli me’kel” (büyük kubbeli yemekhane) mekânı daha sonra mescit hâline getirildi ve uzun yıllar “Darüşşifa Mescidi” ve “Demirciler Mescidi” adlarıyla anıldı. Bu kubbeli yemekhanenin sağında ve solunda üçer salon, ortada şadırvanlı avlu ve her iki tarafta büyük kubbeli ikişer salon vardı. Avlunun etrafında on altı revaklı kubbe sıralanmıştı.

Darüşşifa zamanla, oda oda çeşitli kişilerin eline geçti, yavaş yavaş yıkılarak yerine tahta barakalar yapıldı. 1894 depreminden sonra çekilen bir fotoğrafta darüşşifanın çevre duvarının mevcut olduğu görülmektedir. 1908 Çırçır yangınında etrafındaki emlak tamamen yandığından tesviye yapılırken burası da haritaya dâhil edildi. 1910’da darüşşifa ve mescit yıkıldı, darüşşifanın bulunduğu yerin bir kısmı yeni açılan yola gitti. 1939’lara kadar mescidin kıble tarafından ve yan duvarından birer parça mevcuttu. Daha sonra ev ve apartmanlar inşa edilerek büyük bir mahalle oluşturuldu. Bu mahalledeki Eski Şifahane Sokağı’ndan başka, darüşşifayı hatırlatan hiçbir eser kalmadı.

Haseki Hürrem Sultan Darüşşifası

Kanunî Sultan Süleyman, eşi ve II. Selim’in annesi Haseki Hürrem Sultan (d. 1502-ö. 1558) adına, günümüzde Haseki Hastanesi’nin bulunduğu Avratpazarı mevkiinde, Mimar Sinan’a bir külliye inşa ettirdi. Cami, medrese, imaret, sıbyan mektebi ile bir de darüşşifası bulunan külliyenin şöhreti semtin adını aşınca, bölge Haseki adıyla anılmaya başlandı. Haseki Külliyesi’nin 1551 yılında hazırlanan ikinci ana vakfiyesinden darüşşifanın 1550 yılında tamamlandığı anlaşılmaktadır. Darüşşifa, sekizgen bir avlunun etrafındaki ocaklı, pencereli ve kubbeli on iki odadan ibaretti.

3- Fatih Darüşşifası’nda görevli tabib, cerrah, kehhal (göz hekimi) ve diğer
	görevlilerin isimleri, ücretleri ve görev değişikliklerini gösteren 14 Temmuz 1591
	tarihli defter kaydı (BOA, MAD, nr. 5103, s. 63-68, 133)

4- Fatih Darüşşifası’nın 12 Mart 1622 tarihli muhasebe kaydı BOA, MAD, nr. 5080,
s. 2, 6-7

Vakfiyesinde, her hastayı kabul eden genel bir hastane olduğu açıkça ifade edilmişti. Toplam yirmi sekiz kişilik personeli arasında; iki hekim, bir kehhal (göz hekimi), bir cerrah, bir eczacı, dört hastabakıcı ile idrar şişelerine bakan iki hizmetli bulunmaktaydı. Vakfiyesinde tayin edilecek tabiplerin; işinin ehli, zeki, nazik, güler yüzlü, tıp ve hikmet kanunlarına vâkıf, ilaç yapımında beceri sahibi olması istenmişti. Vakfiyesinde ayrıca ilaç, şurup ve çorbaların hastaların ihtiyaçlarına göre dağıtılması ve yatan hastalar dışında hiç kimseye şurup ve macun verilmemesi şartı vardı. Ancak pazartesi ve perşembe günleri tabipler, darüşşifaya başvuran hastalara şurup ve macun verecekti. Kırk-elli yatak kapasiteli darüşşifanın 1558 yılında görevlilerin ücretleriyle birlikte gideri 114.550 akçeydi.

Haseki Darüşşifası/Haseki Sultan Darüşşifası, Tanzimat’tan sonra kadınlara tahsis edildi. Charles White, 1842 yılında kadın akıl hastalarının Haseki Bimarhanesi’nde bulunduğunu bildirmektedir. Burada bulunan kadın akıl hastaları, 1844 yılında Süleymaniye Bimarhanesi’ne taşındı. Bu sırada Haseki Bimarhanesi’nin bir odasında muhtaç ve aceze kadınlar barınıyordu. Diğer bir odası ise, kadın tutukevi olarak kullanıldığından Nisa Tevkifhanesi, halk arasında Haseki Zindanı adıyla anılıyordu, bu nedenle Zabtiye Nezareti’ne bağlıydı.

Evkaf nazırına gönderilen 28 Aralık 1847 tarihli tezkirede, darüşşifanın boş olduğunun belirtilmesi üzerine Hekimbaşı Abdülhak Molla, Haseki Bimarhanesi’nin onarılıp bir eczane, bir mutfak ilavesiyle kimsesiz kadın hastalara tahsis edilmesini teklif etmişti. Meclis-i Vâlâ, onarım ve ilaveler için gereken 60.000 kuruşun Evkaf-ı Hümayun hazinesinden karşılanmasına karar verince padişah da gerekenin yapılmasını emretmişti. Ancak 1869 yılında, tutuklu kadınlar için hazırlanacak hastaneye kimsesiz kadın hastaların da kabul edileceği ilan edildi. Bunun üzerine darüşşifanın iki koğuşu tamir edilip otuz yataklı bir hastane hâline getirildi. Artık resmî yazışmalarda, Haseki Tevkifhanesi’nde Bulunan Nisa Hastanesi ve Haseki Nisa Hastanesi adlarıyla anılıyordu. 1880 yılında şehremaneti ile Zabtiye Nezareti’nin teşkilatı ve görevleri belirlenip sınırlanırken, Haseki Nisa Hastanesi de şehremanetine verildi, tutuklu kadınlar, Mehterhane içinde ayrıca inşa edilen Nisa Tevkifhanesi’ne nakledildi. Darüşşifada barınan alil ve muhtaç acezenin bakım masrafları da şehremaneti tarafından karşılanmaya başlandı. Haseki Nisa Hastanesi 1884’te Taş Konak’a taşındıktan sonra, alil ve muhtaç acezeler darüşşifada kaldı. 10 Temmuz 1894 günü İstanbul’u sarsan şiddetli depremin etkisiyle darüşşifanın kubbeleri çatlayıp kullanılamaz hâle gelince, burada barınan aceze ve yatalak kadınlarla yetim çocuklar, 18 Eylül 1894 tarihinde Okmeydanı’nda inşaatı devam eden Darülaceze’nin yeni bitmiş olan birinci pavyonuna yerleştirildi.

5- Haseki Hürrem Sultan Darüşşifası’nın dışarıdan görünümü

Yıllarca boş kalan darüşşifa binası, 1911 yılında onarılıp Haseki Mecânîn Müşahedehanesi adıyla şehremanetine bağlı olarak hizmete girdi. Birkaç yıl sonra I. Dünya Savaşı başlayınca hükümet, Şişli Fransız Hastanesi’ne el koydu ve darüşşifa binasındaki 250 hasta, bir sene boyunca geceleri tramvayla sessizce Şişli’ye nakledildi. Yeniden boşalan darüşşifa binası, 1918’de çıkan bir yangınla harabeye döndü. 1946’da dönemin Vali ve Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar’ın gayretleriyle başlayan onarımdan sonra Haseki Hastanesi’nin polikliniği olarak yeniden kullanıma girdi (1948). Daha sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce onarılan darüşşifa binası, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kiralandı ve dinî eğitim kurslarına tahsis edildi (1974). Günümüzde restorasyon görmektedir.

Süleymaniye Darüşşifası

Osmanlı döneminin en önemli selatin külliyesi olan Süleymaniye Külliyesi’nin içinde yer alan Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesi 1556 yılında faaliyete geçmiştir. Tıp medresesinde teorik, darüşşifada hasta başında klinik eğitim yapılırdı. Vakfiyede maristan adı ile anılan darüşşifa, külliyenin kuzeyinde en batı uçta yer alır. Biri dar dikdörtgen biçiminde, diğeri geniş ve ortası havuzlu iki revaklı avlu ile bunların çevresinde yer alan kubbeli odalardan oluşan Süleymaniye Darüşşifası, Osmanlı darüşşifaları sıralamasında en üst dereceye sahipti. Diğer darüşşifalarda deneyim kazananlar buraya atanırdı. Otuz odasında kırk-elli yatağı vardı. Başvuran her hasta, hastalık ayrımı yapılmaksızın kabul edilirdi. Ayakta hasta muayenesi yani poliklinik de yapılır ve muayene olanların ilaçları darüşşifadan verilirdi. Diğer darüşşifalardan farkı, akıl hastaları için de ayrı bir yerin bulunmasıydı. Burada akıl hastalarına müzikle tedavi uygulanırdı.

Resmî yazışmalarda, Süleymaniye’de Kanunî Sultan Süleyman Evkafı’ndan Darüşşifa adıyla anılan darüşşifanın, kuzeybatı köşesinde yer alan hamamı, sadece hastalara aitti. Darüşşifada hastalar için fodla pişiren bir de fırın vardı.

6- Süleymaniye Darüşşifası (sağda) ve Darüttıbbı

Vakfiyesinde, darüşşifanın hastaneye ihtiyacı olanlar için ve ilaç hazırlanmak üzere vakfedildiği belirtilmekte ve görevlileri ile bu görevlilerde aranacak nitelikler sayılmaktadır. Buna göre darüşşifaya atanacak, biri tabib-i evvel (başhekim) olmak üzere üç hekim, tıp bilim ve pratiğinde usta, hastalığın teşhis ve tedavisinde yetenekli, ilaçların yararları konusunda bilgili, ağrı çeşitlerine, hastalıklara ve semptomlarına vâkıf, beden bilimine ve nabzın türlerine aşina, zeki ve hassas, yaratıcılık fikrine sahip deneyimli ve tedbirli olmalıdır. İki kehhal (göz uzmanı), sanatında bilgisi geniş ve ustalığı belli olan, göz hastalıklarının teşhis ve tedavisi ve göz pomatlarının hazırlanmasında mahir olanlar arasından seçilmelidir. İki cerrah; yara, çıban ve flegmonların ilacında, tümörlerin, fıtıkların düzeltilmesinde, dişlerin çekilmesinde, kan almada, merhem ve fitil koyarak cerahatlerin kapanmasında usta olmalıdır.

Ayrıca darüşşifa kadrosunda; bir aşşab (eczacı), iki edviye-kub (ilaç dövücü, eczacı kalfası), bir edviye (ecza) kilercisi, bir edviye vekilharcı, bir kâtip, bir bevvab (kapıcı), iki tabbah-ı et‘imme (aşçı), bir kâsekeş (yemek dağıtıcısı), dört kayyum (hastabakıcı), iki ferraş (temizlikçi), dört abriz (sucu), iki came-şuy (çamaşırcı), bir tellak bulunuyordu. Vakfiyede, bu görevlilerin sahip olması gereken nitelikler de yer almaktadır. Süleymaniye Külliyesi’nde darüşşifanın karşısında Dârülakâkir adı verilen merkezî bir eczane vardı. Burada; macunlar, çeşitli terkipler, şuruplar, haplar, fitiller ve döneme ait diğer ilaçlar hazırlanırdı. İstanbul’daki diğer darüşşifalar, ilaçlarını bu eczaneden sağlardı.

Akıl hastalarını da kabul eden darüşşifada zamanla akıl hastalarının sayısı artmıştı. 1844 yılında Haseki Bimarhanesi’ndeki kadın akıl hastaları Süleymaniye Bimarhanesi’ne taşınınca, düzenlemeler yapılarak kadın kısmı eklenmiştir. Gureba Hastanesi açılınca akıl hastaları dışındaki diğer erkek hastalar buraya nakledildi ve Süleymaniye Bimarhanesi’nde sadece akıl hastaları kaldı (1847). Osmanlı Devleti’nin resmî bimarhanesi yani akıl hastanesi kabul edilen Süleymaniye Bimarhanesi’ne İstanbul ve diğer vilayetlerden akıl hastaları gönderiliyordu. Mayıs 1849’da 39’u erkek 13’ü kadın olmak üzere toplam 52 akıl hastası vardı. İtalyan asıllı Dr. Luigi Mongeri’nin (d. 1815-ö. 1882), Süleymaniye Bimarhanesi başhekimliği sırasında, akıl hastaları zincire vurulmaktan ve güllabiler tarafından dövülmekten kurtulmuş ve dönemin modern tedavi yöntemleri uygulanmaya başlanmıştır.

7- Süleymaniye Darüşşifası

1870’li yıllarda İstanbul’da sık sık kolera salgınları çıkmaktaydı. Süleymaniye Bimarhanesi’nde hasta sayısı artmıştı. Bu arada hastalar arasında başlayan gastro-enterit salgını koleraya dönüşür endişesiyle akıl hastaları Toptaşı Bimarhanesi’ne taşındı (1873). Boşaldıktan sonra bir süre saraçhane olarak kullanılan darüşşifa binası, uzun süre askerî matbaa (1887-1972), bir süre yatılı kız Kur’an kursu olarak kullanılmış (1974-2000) ve yakın zamanda Yazma Eserler İstanbul Bölge Müdürlüğü’ne tahsis edilmiştir. İlgililer, restorasyonu bittikten sonra Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi’ne bağlı bir birim olarak hizmet vereceğini ifade etmektedirler.

Atik Valide Nurbanu Sultan Darüşşifası

Valide-i Atik Bimarhanesi, Toptaşı Nurbanu Valide Sultan Darüşşifası adlarıyla da bilinir. II. Selim’in başkadını ve III. Murad’ın annesi Nurbanu Sultan tarafından 1570-1579 yılları arasında Üsküdar/Toptaşı’nda yaptırılan külliyede, caminin batısındaki yapı topluluğunda yer alır. Mutfağı, hamamı ve çamaşırlığı bulunan darüşşifanın dış kapısı sokağa açılmaktadır. Mimar Sinan yapımı darüşşifanın 1582-1583 yılında hazırlanan vakfiyesinde kurumun her nevi hastanın tedavisi için yapılmış bir hayır kurumu olduğu belirtilmiştir. Ayrıca; iki tabip, iki kehhal, iki cerrah, bir vekilharç, bir kâtip, dört hastabakıcı, iki eczacı, iki aşçı, iki çamaşırcı, iki edviye dövücü, bir ferraş, bir külhancı, bir kâsekeş, iki şişe bakıcısı (idrar dökücü), bir kilerci, bir imam ve bir müezzinin tayin edilmesi şart koşulmuştur. Darüşşifaya atanacak bu görevlilerin sorumlulukları ve sahip olmaları gereken ahlaki nitelikler de belirlenmiştir. Tabipler; tıp ve anatomide usta, bilgilerini tecrübeler ve ameliyatlarla pekiştirmiş, hastalık belirtilerini iyi bilen, mizaçlar hakkında bilgi sahibi, ilaç yapımında tecrübeli kişiler olacaktı. Ayrıca hastalara sert ve kaba sözler söylemekten kaçınıp onlara merhamet ve şefkatle yaklaşacaklardı. Hâl ve hatırlarını sorup tedaviler hakkında her türlü kolaylığı göstereceklerdi. Bu şartları ihmal ve ihlal etmeyeceklerdi. Kehhaller (göz hekimleri) göz tedavisinde basiretli, meslektaşları arasında şöhret sahibi kişilerden seçilecekti. Göze perde inecek olursa (katarakt) iyi teşhis koymalı, göz ilaçları hakkında tam bilgi sahibi olmalıydı. Cerrahlar işlerinde usta olacak, merhemlerle diğer ilaçların tertibinde maharet sahibi, şefkat ve merhamet duygularıyla dolu kişiler arasından seçilecekti. Erkek hastabakıcılar gündüzleri hastaların yanlarından ayrılmayıp her hâlde hastaların durumlarına göre hareket edecekler ve bıkıp usanmadan onların hizmetlerinde bulunacaklardı. Geceleri de nöbetleşe hastalara bakacaklardı. Eczacılar ise macun, şurup ve diğer ilaçları yapma konusunda tecrübeli ve usta kişiler olacaktı.

8- Atikvalide Nurbanu Sultan Darüşşifası

Darüşşifa, vakıfname şartlarına uygun olarak çalışırken Valide-i Atik Külliyesi, III. Selim tarafından kurulan Nizam-ı Cedid’e kışla olarak tahsis edildi. Bir süre sonra külliye içindeki darüşşifa da Asâkir-i Hassa-i Şâhâne’nin Toptaşı Hastahanesi adıyla hastane olarak kullanılmaya başlandı (1799).

II. Mahmud döneminde onarılarak bir de köşk ilave edilen darüşşifa, 1865’te İstanbul’da görülen şiddetli kolera salgınında koleraya yakalananlara hizmet verdi. Salgının ardından askerî depoya dönüştürülen darüşşifaya bir süre sonra Süleymaniye Bimarhanesi’nden getirilen akıl hastaları yerleştirildi ve bulunduğu yere nispetle Toptaşı Bimarhanesi adı verildi (1873). Çevresine zararlı olduğu ihbar edilen akıl hastaları, Zabtiye Nezareti hekimi ve ailesinin seçeceği iki hekim tarafından muayene edilip Toptaşı Bimarhanesi’ne yatırılmaya başlandı. Üsküdar Bimarhanesi adıyla da anılıyordu. Irk, din ve mezhep ayırmaksızın bütün Osmanlı akıl hastalarına mahsus olan Toptaşı Bimarhanesi’nde hasta sayısı giderek artıyordu. Ağustos 1893’te kolera salgını başlayınca hemen kordona alındı ve giriş çıkışlar yasaklandı. Koğuşlar ve diğer mekânlar klorla dezenfekte edilip içme sularının kaynatılmasına rağmen koleralı sayısı 116’ya çıkmıştı (85 vefat, 31 şifa). Üsküdar Bimarhanesi’ndeki koleranın, hasta fazlalığından kaynaklandığı düşünüldü ve taşradan hasta kabulü durduruldu. Bimarhanenin hasta sayısı 150 kadın, 300 erkek olmak üzere 450 kişiyle sınırlandırıldı.

II. Meşrutiyet’in ilanından sonra bimarhane, İstanbul’daki sağlık kurumlarının yönetimi için kurulan Müessesat-ı Hayriye-i Sıhhiye İdaresi’ne bağlandı (1909). Bu dönemde esaslı bir onarıma alındı. Müzikle tedavinin eski bimarhanelerde de uygulandığı dikkate alınarak bir gramofon ve çok sayıda plak satın alındı. Gramofondan müzik dinlemek, akıl hastaları arasında büyük memnuniyet yarattı. Müessesat-ı Hayriye-i Sıhhıye idaresi lağvedilince (1912) Toptaşı Bimarhanesi, Şehremaneti Sıhhiye Müdüriyeti Müessesat-ı Sıhhiye Müfettişliği’ne bağlandı. (Uzman) Dr. Mazhar Osman’ın bimarhane sertabipliğine tayiniyle köklü değişimler başladı (1919). Eski tedavi yöntemleri terk edildi. Çağdaş bilgilere dayalı laboratuvarlar kuruldu. Bu laboratuvarlarda Türkiye’nin ilk nöropsikiyatrları yetişti. Dr. Mazhar Osman’ın girişimiyle bimarhanedeki akıl hastaları Bakırköy’de kurulan İstanbul Emraz-ı Akliye ve Asabiye Hastanesi’ne taşındı (15 Haziran 1927). Boşalan bimarhane binasına, Üsküdar Miskinler Tekkesi’ndeki cüzzamlılar yerleştirildi. Bir süre sonra cüzzamlılar da Bakırköy’e nakledilince yapılan tadilatta kervansaray, darülhadis ve darüşşifa içlerinde duvarlar örülmek suretiyle odalara ayrılmış, kubbeler yıkılıp ikinci katlar çıkılmıştır (1934). Bir süre boş kalan darüşşifa binası, uzunca bir müddet Gümrük ve Tekel Bakanlığı tarafından tütün bakım atölyesi olarak kullanıldı. (1935-1976). Darüşşifaya İmam-Hatip Lisesi yerleştirildi (1977). Darülhadis ve darülkurra bölümleri ise Toptaşı Cezaevi oldu. Sonraki yıllarda boşaltılan darüşşifanın, aşhane, tabhane, kervansaray, darülhadis ve darülkurra bölümleri önce Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne, 2010 yılında ise yeni kurulan Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’ne tahsis edilmiştir. Günümüzde (2014) restore edilmektedir.

Sultan Ahmet Darüşşifası

Bu son Osmanlı darüşşifası, I. Ahmed tarafından Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırılan külliyenin içindeydi. Külliyenin yapımı devam ederken, Sultan I. Ahmed vefat etmiş (22 Kasım 1617), bu nedenle külliyenin açılışı, 22 Kasım 1617 tarihinde tahta çıkan I. Mustafa’nın ilk saltanat günlerinde yapılmıştır. İmaret yapıları ile birlikte Hipodrom’un batı ucunda yer alan darüşşifaya ait, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde1 bulunan ve inşaatında kullanılan malzemeleri içeren defterden 1621 yılında tamamlandığı anlaşılmaktadır. Darüşşifaya bağlı bir hamam olması, sağlığın temizlikle olan ilişkisine verilen öneme işaret etmektedir. 1930’lu yıllarda Süheyl Ünver’in, darüşşifa kalıntıları üzerine inşa edilmiş olan Sanayi Mektebi’nin (Erkek Sanat Okulu, Eski Marmara Üniversitesi Rektörlük binası) yerinde yaptığı incelemeler sonunda çizdiği plana göre, darüşşifa kareye yakın dikdörtgen yapıdaydı. Ortasında havuz vardı. Revaklı bir avluyu çevreleyen kubbeyle örtülü hasta odaları avluya açılmaktaydı. Ayvansarayî, darüşşifanın küçük bir mescidi olduğunu da kaydeder.

Darüşşifa tamamlanmadan hazırlanan, külliyenin 1614 tarihli vakfiyesinde, burada çalışacak hekim; tıp ilmi bakımından Doğu’da ve Batı’da bilinen, açık fikirliliği ve zekâsıyla tanınmış, sağduyulu, ilaç hazırlamada usta, şuruplar ve macunlar hazırlamada becerikli, yufka yürekli, kibirsiz, tatlı sözlü olmalı, hastalara iyi davranmalıydı. Evliya Çelebi’ye göre, vakıfları güçlüydü. Fakir ve kimsesizler genellikle bu darüşşifaya getirilirdi. Çünkü havası güzel, hizmetçileri (hastabakıcıları) güler yüzlü idi. Her gün hastaların hâlini ve hatırını sorarlardı. Burası Topkapı Sarayı’nda bulunan Kızlar ağasının nezaretindeydi. Kızlar ağası sık sık gelip hastaların hatırını sorardı.

Darüşşifanın vakfiyesine göre; tayin edilecek hekimlerin açık fikirli, zeki, sağduyulu, mesleğinde beceri sahibi, iyi yürekli, kibirsiz, tatlı sözlü, yabancıları dışlamayıp akrabaları kayırmayan seçkin kişiler olması gerekiyordu. Akıl hastalarını da kabul eden darüşşifa XIX. yüzyıl başlarında Sultan Ahmed Bimarhanesi adıyla sadece akıl hastalarına tahsis edilmişti. 1846 yılında muhtemelen askerî dikimhane olarak kullanılmaktaydı.2 Ne zamana kadar hizmet verdiği tam olarak tespit edilemeyen darüşşifa, kullanılamaz hâle geldikten sonra üzerine Sanayi Mektebi (Erkek Sanat Okulu) inşa edilirken hücreleri ve revakları yıkılmış, dış duvarlarına ve basık kemerli kapısına dokunulmamıştır (1866/1867). Revaklara ait bazı sütun ve sütun başlıkları yerlerinde korunmuş, bir bölümü ise okul girişinde kullanılmıştır. 1894 depreminden sonra meydana bakan cepheye, daha sonra Marmara Üniversitesi Rektörlüğü olarak kullanılan, Ziraat Orman Maadin Nezareti binası yapılmış ve imaretin meydanla ilişkisi kesilmiştir. Darüşşifadan günümüze, güneydoğu cephesindeki hamamı, kuzeydoğu cephesi ortasındaki basık kemerli mermer giriş kapısıyla, on bir sütun ve havuzunun mermer fıskiye çanağı ulaşabilmiştir.


KAYNAKLAR

Altıntaş, Ayten, “Fatih Dârüşşifası’nda Tıp Eğitimi”, Türk Tıp Eğitiminin Önemli Adımları, ed. H. Hatemi ve A. Altıntaş, İstanbul 2006, s. 6-52.

Altıntaş, Ayten, “Üsküdar’da Bir Akıl Hastanesi (Toptaşı Bimarhanesi 1893-1927)”, Üsküdar Sempozyumu IV, 3-5 Kasım 2006: Bildiriler, ed. Coşkun Yılmaz, İstanbul 2007, c. 2, s. 391-412.

Artvinli, Fatih, Delilik, Siyaset ve Toplum Toptaşı Bimarhanesi 1873-1927, İstanbul 2013.

Cantay, Gönül, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Dârüşşifaları, Ankara 1992.

Çobanoğlu, Ahmet Vefa, “Külliye”, DİA, XXVI, 542-544.

Doğan, Sema, “Haseki Külliyesi”, DİA, XVI, 370-372.

Fatih Mehmed II Vakfiyeleri, haz. Vakıflar Umum Müdürlüğü, Ankara 1938.

Kılıç, Abdullah, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Şefkat Abideleri Şifahaneler, İstanbul 2012.

Kürkçüoğlu, K. E. (haz.), Süleymaniye Vakfiyesi, Ankara 1962.

Müessesât-ı Hayriyye-i Sıhhiyye Müdiriyeti/Direction de l’Assistance Publique de Contantinople, İstanbul 1327.

Sarı, Nil, “Osmanlı Dârüşşifalarında Meslek Ahlakı”, Osmanlı, Ankara 1999, c. 8, s. 494-517.

Taşkıran, Nimet, Hasekinin Kitabı, İstanbul 1972.

Ünver, A. Süheyl, “Fatih Dârüşşifası Planı”, Türk Tıp Tarihi Arkivi, 1943), c. 6, sy. 21-22, s. 23-28.

Yıldırım, Nuran, İstanbul’un Sağlık Tarihi, İstanbul 2010.

Yıldırım, Nuran, “Dârüşşifalardan Modern Hastanelere”, Tarihi Sağlık Kurumlarımız Darüşşifalar, ed. Nil Sarı, İstanbul 2010, c. 2, s. 92-149.

Yılmaz, Coşkun, Necdet Yılmaz, “Osmanlı Hastane Yönetmelikleri: Vakfiyelerde Osmanlı Dârüşşifaları”, Osmanlılarda Sağlık, ed. Coşkun Yılmaz ve Necdet Yılmaz, İstanbul 2006, c. 1, s. 59-60.


DİPNOTLAR

Bizans İmparatorluğu’nun 11 yüzyıllık tarihi (330-1453) boyunca Bizanslı bilginler kadim Grek ve Roma ilim ve irfan mirasının korunması için büyük ihtimam ve gayret gösterdiler. Haddizatında Eukleides, Arkhimedes veya Ptolemaios gibi büyük ilim adamlarının mirasçıları olarak onların eserlerinin tetkik ve tedrisatını asla terk etmediler; kadim metinleri yeniden neşre hazırladılar, yorumlar yazdılar veya Helen mirasını devam ettiren yeni eserler kaleme aldılar. Diğer taraftan, her ne kadar çoğu zaman çatışmalı da olsa, doğulu komşularıyla devam ettirdikleri sürekli münasebetler, onları Arapça veya Farsça yazılmış olan önemli eserlerle temas ettirdi: Bu eserlerin bazıları Grekçeye çevrildi veya uyarlandı ve astronomi veya tababet gibi ilimlerde hayli etkili oldu. Daha sonraları bir Latin tesirinden söz edilebilir ve Bizans İmparatorluğu’nun sonlarına doğru, XV. yüzyılda, Yahudilerce kaleme alınmış kitaplar da ortaya çıktı ve Bizans ilim adamları arasında hatırı sayılır derecede yaygınlık kazandı.

Antikitenin Sonu (IV-VII. yüzyıllar)

Doğu Roma İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde fikrî ve ilmî faaliyet Atina, Antakya, Beyrut, Apameia (Kibotos), Rodos, İskenderiye gibi ünlü okulların öncülüğünde şekillendi. İskenderiye o dönemde en önemli ilmî tedrisat ve tıbbi tekevvün merkeziydi. İskenderiye okullarının ilmî tedrisatı kadim ilmî kitapların (Eukleides, Arkhimedes, Ptolemaios, Apollonios ve birçok başkaları) tetkik, tedris ve tefsirine dayanıyordu. Bunların dışında Konstantinopolis, İmparator II. Theodosios tarafından 425’te değişen ihtiyaç ve şartlara göre yeniden yapılandırılmış olan imparatorluk okullarında ileri bir tedrisat seviyesi tutturmuştu. Konstantinopolis okullarında takip edilen müfredat esas itibarıyla adaylara devlet yönetimi için gerekli olan yeterliliği kazandırmak ve memurların Grek ve Latin dillerinde ehliyetli ve salahiyetli olmalarını sağlamak için tasarlanmıştı. Bu kadim okulların faaliyeti zor siyasi şartlara rağmen VI. yüzyıla kadar sürdü. Ünlü filozof Hypatia’nın ölümüne yol açmış olan İskenderiye’deki dinî ayaklanmalar bu siyasi şartlar arasındaydı. Bilindiği gibi filozof, İskenderiyeli kalabalık bir güruh tarafından 415’te katledilmişti.

Kutsal metinlere uygun olarak bir Hristiyan kozmolojisinin geliştirildiği Edessa ve Nisibis’teki Nesturi okulları bir tarafa bırakılacak olursa, Roma İmparatorluğu’nun Hristiyanlaşmasının ilmî çalışmalar üzerinde kayda değer bir etkisi olmadı. Bu kozmoloji, İskenderiye’de Hristiyan Topoğrafyası başlıklı bir kitapta Kosmas Indicopleustes (ykl. 534-547) tarafından desteklendi: Gökler tıpkı Musa Peygamber’in haymesini [tabernaculum, taşınabilir mabet] andırır tarzda kubbeli bir sandık şekline sahiptir, yeryüzü ise düz bir dikdörtgendir. Bu tür görüşler Aristoteles Okulu’nun evrenin bir küreye benzediği yönündeki fikirlerini savunan Ioannes Filoponos tarafından tenkit edildi. Kosmas’ın kozmolojisi XII. yüzyılda Konstantinopolis’te yeniden ortaya çıktı.

Iustinianos dönemi (527-565) büyük bir başarı kaydetti: Mühendis ve geometriciler Trallesli Anthemios ve Miletoslu Isidoros sayesinde bir mimari şaheseri, Ayasofya’nın inşası. Fakat kadim dünyadan kalma okullar zaman içerisinde yavaş yavaş geriledi ve çöktü. 529’da Iustinianos, Atina Okulu’nun kapatılması buyruğunu verdi ve bu pagan dünyanın kalıntılarının saldırganlık temayüllerini artırdı. Okulun öğretmenleri bir müddet Pers Kralı I. Hüsrev’in (531-579) sarayına sığındı. Antakya 526’daki bir depremle kısmen tahrip oldu; Beyrut 551’deki depremden sonra harabeye döndü. İskenderiye daha uzun süre mukavemet etti, fakat şehir önce Persler ve son olarak 641’de Araplar tarafından ele geçirildi. İskenderiye’nin ele geçirilmesi kadim dünyanın okullarının sonunu gösterir. Bilimsel bilginin taşınması Doğu Roma İmparatorluğu’nda Helen eğitiminin ayakta kalmasıyla yakından irtibatlıydı. Bu okullar kaybolduğunda ilmî tedrisat bütünüyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Fakat V ve VI. asırların zor yılları boyunca ilmî miras kısmen Doğu dünyası, İran, Ermenistan, Suriye ve özellikle Konstantinopolis aracılığıyla taşındı. Neticede Konstantinopolis, imparatorluğun en önemli ilim/fikir merkezi oldu ve öyle kaldı.

VII ve VIII. yüzyıllar

VII. yüzyılın başlarında Konstantinopolis, Arap fetihlerinin bir sonucu olarak doğu eyaletlerinin büyük bölümünü ve ayrıca Mısır’ı da kaybetti. İmparatorluk okulları daha önce İskenderiye’nin üstlendiği ilmî tedrisatı devraldı. İmparator Herakleios döneminde (610-641), muhtemelen 617 civarında İskenderiye geleneğinin son filozoflarından biri, İskenderiyeli Stefanus tarafından astronomi ile ilgili bir yorum kaleme alındı. Bu yorum İskenderiyeli Theon’un (ykl. 364) Küçük Yorumu’nu takliden kaleme alınmış başlangıç düzeyinde bir yorumdu, fakat Ptolemaios’un Çizelgeler El Kitabı [Gr. Prokheiri kanones] da Konstantinopolis’e uyarlanmıştı. Öyle görünüyor ki bu uyarlama, Bizans’ın ilk astronomi el kitabıdır ve İskenderiye ile Konstantinopolis arasındaki geçişi işaret eder.

VII. yüzyıl Herakleios’un İran’a karşı savaşının altüst ettiği, Herakleios’un ölümünden sonra da Arap fetihlerinin ve siyasi sorunların aman vermediği karanlık bir dönemdir. Bir reçine ile sülfür veya Azak Denizi petrolü karışımı olan “Rum Ateş”i bu dönemin önemli bir askerî buluşudur. Karışım bir pompa ve tunç bir boru ile düşman gemilerine püskürtülüyordu. VII. yüzyılda adı Callinicos olan bir Suriyeli tarafından geliştirilmiş olan bu icat 678’de Konstantinopolis’in Arapların eline geçmesini engellemişti. Ayrıca yüzyıllar boyu Bizans deniz kuvvetlerinin rakiplerine karşı üstünlüğünü temin etmişti. Fakat icadının sırrı büyük bir gizlilik içinde saklanıyordu.

İlmî tedrisatın inkişafı bakımından VII. yüzyılın ikonoklazm [Gr. eikonoklastes: tasvir kırıcı] buhranı da hayli zarar verici oldu. Bu dönem hakkında bütün bildiklerimiz tedrisatın hala “dört bilim”i (quadrivium, yani, aritmetik, geometri, astronomi, müzik derslerini) ihtiva ettiğidir; bu kadim dünyadan miras alınmış bir müfredattı ve ikinci dereceli okullarda başlangıç düzeyinde takip edildiği anlaşılmaktadır. Tasvirlerin büyük savunucusu Damascuslu Ioannes [Yahya ed-Dımeşkî] De fide orthodoxa isimli eserinde bir Hristiyan için uygun ilmî bilginin kısa bir izahını verir ve söz sırası yeryüzünün şekline geldiğinde (küre, düz veya koni… ) meseleyi tereddüt ve sükûtla geçiştirir.

IX ve X. yüzyıllar

Mamafih kayda değer bir canlanmaya tesadüf edebilmek için XI. yüzyıla kadar beklemek gerekecektir. Bu, Paul Lemerle’nin “ilk Bizans hümanizmi” dediği bir cereyan ile tanınan dönemdir. Gerek Batı Avrupa’da gerekse Arap dünyası ve Bizans İmparatorluğu’nda nihayet kültür iki yüzyıl boyunca gömülü olduğu derin durgunluktan silkindi. Aynı dönemde Arap ilminin altın çağı başlar, fakat Arapların astronomi ve matematikte kaydettikleri ilerlemelerden Bizans dünyasında hemen haberdar olunmayacaktır. Patrik Fotius’un kütüphanelerin bakım ve onarımdan geçirilmesine dönük çabaları sayesinde Konstantinopolis’te sonuçları bakımından hayli şümullü olan bir hareket başladı. Birçok güzel el yazması Studios Manastırı’nın Scriptorium’u1 gibi scriptoriada yeni güzel bir el yazısıyla -ve eski yuvarlak büyük harfler yerine daha okunaklı küçük harflerle yazılan el yazısıyla- istinsah edildi. O dönemde istinsah edilmiş en eski el yazmaları arasında Eukleides, Ptolemaios ve İskenderiyeli Theon’un eserleri zikredilebilir. Eski el yazmalarını daha büyük ölçekte değişik kayıt sistemine aktarma hareketi yüzlerce eseri unutulmaktan ve yok olmaktan kurtarmıştır.

Mamafih imparatorluk okullarının ıslah edilmesine dönük muhtelif çabalara rağmen IX. yüzyıl bize önemli bir ilmî miras bırakmadı. Dönemin en önemli ilim adamı, matematikçi Leon –ki hayatı birçok efsanevi hikâyeye konu olmuştur– bir astrolog olarak yüksek şöhreti ve imparatorluk sınırından (Tarsus’un kuzeyi) Konstantinopolis’e düzenli sinyaller gönderebilen bir optik telgraf dışında geriye önemli bir eser bırakmadı. O döneme ait mekanik aletlerde belli bir zevk göze çarpar. İmparator Theofilus’un (829-842) bir automata veya kendi kendine çalışan makineler koleksiyonu vardı. Konstantinopolis’teki imparatorluk tahtı böyle bir düzenek sayesinde kendi kendine tavana yükselebiliyor, buna mukabil, tahtın iki yanındaki aslanlar kükrüyor, kuyruklarını şaklatıyor, öte yandan kızıl akbabalar kalkıyor, kuşlar altın ağaçlarda ötmeye başlıyordu. Bu aletler İskenderiyeli Filon (II. yüzyıl) veya eserleri X. yüzyılda istinsah edilen harikulade bir Konstantinopolis el yazması ile günümüze intikal etmiş olan Heron’un (I. yüzyıl) tarif ve tasvir ettiği kadim tekniklere göre yapılmıştı.

X. yüzyıl bir ansiklopedicilik dönemidir. Allame İmparator VII. Konstantinos Porfirogennetos (913-959) döneminde mevcut her türlü bilginin derç edildiği geniş bir derleme hazırlamayı düşünmüştü. Onun bu tasarısı, mesela ekim dikime (bağcılık, zeytinlik, meyveler, sebzeler, ağaçlar vb.) ayrılmış bir ansiklopedi olan Geoponica gibi birçok eserin derlenip toplanmasına ilham kaynağı oldu. Kadim kaynaklara bağlı olarak ilk derleme IV. yüzyılda Beyrutlu Vindianus Anatolius ve daha sonra VI. yüzyılda Cassianus Bassus tarafından yapıldı. Bu eser büyük bir şöhrete kavuştu ve Latince, Arapça, Süryanice ve Ermeniceye tercüme edildi. Kadim simyacıların eserlerinin bir derlemesi Codex Marcianus Graecus 299’da, bir X. yüzyıl el yazmasında istinsah edildi ve simyacıların kullandıkları alet ve edevat çizimler eşliğinde anlatıldı. Benzer tarzda birçok tıp kitabı aynı zamanda atlarla veya genel olarak hayvan bilimiyle ilgili eserler X. yüzyıl el yazmalarından derlendi. Kadim coğrafyacıların eserlerinden yapılan derleme IX-X. yüzyılların el yazmalarında istinsah edildi.

XI ve XII. yüzyıllar

XI. yüzyılda Arap tesiri Bizans ilmî metinlerinde, özellikle astronomide kendini gösterdi. IX. yüzyılın başlangıcından itibaren Araplar Halife el-Memun (813-833) döneminde Bağdat ve Şam’da inşa ettirilen rasathanelerde yeni ilmî heyet ve nücum araştırmaları başlattı. Bu araştırmalara dair bir kayıt 1032’ye doğru yazılmış ve daha sonra bir Ptolemaios el yazmasında (Vaticanus gr. 1594) istinsah edilmiş olan astronomi haşiyelerinde bulunabilir. Yazar daha yeni astronomların eserlerini ve Bağdat ve Şam’da 214’de (829-830) yapılmış gözlemleri iktibas eder. Fakat kendisinin söylediği gibi bu eserlere ulaşamadığı için Âlim denilen (İbn’ül-A’lam, ö. 985) bir başka astronomun eserinden istifade edecektir. Bu metin Âlim’in çizelgelerinin 1032’den sonraki yıllarda Konstantinopolis’e uyarlandığını gösterir. Başka belgeler de Konstantinopolis’te Arapça matematik ve astronomi eserlerini okuyup faydalanabilecek, muhtemelen Doğu kökenli, muhtelif ilim adamlarının mevcudiyetini teyit eder. 1072 tarihli bir kitap (Parisinus gr. 2425) İbn el-Müsenna’nın [Ahmed b. el-Müsenna] el-Harizmî üzerine yazdığı şerhteki güneş tutulmasının hesaplanması ve Habeş el-Hâsib’in sinüs ve ters sinüs tabloları ile ilgili bir yorumundan faydalanır. Vaticanus gr. 1056’daki bir astroloji derlemesi, içinde “bir Serazen kitabından” usturlap üzerine bir inceleme ve Doğu kaynaklarından 550 (1155-1156) ve 556 (1160-1161) tarihli yıldız listeleri barındırır. Günümüze ulaşmış tek Bizans usturlabı olan Brescia usturlabı 1062’de Fars kökenli Sergios için imal edilmiştir. I. Aleksios Komnenos’un (1081-1118) hekimi ve astroloğu, aynı zamanda Arapça masal kitabı Kelile ve Dimne’nin (Stephanites kai Ichnelates) Grekçe mütercimi olan Simeon Seth Araplarca ortaya konulan presesyon [ekinoksların geri hareketi] değerini biliyordu.

Grek geleneği aynı zamanda 1007-1008 tarihli anonim bir Quadrivium ile temsil edilir.

Bizans’ta tabiat ilimleri de öğretiliyordu, fakat alanı ya da sınırları quadrivium bilimlerinden daha az açık çizilmişti. Mesela XI. yüzyılda ansiklopedik nitelikte yazılarla (Mikhail Psellos, Simeon Seth) karşılaşılabilir. Bunlarda tabiat hadiseleri (rüzgârlar, depremler, kuyruklu yıldızlar, coğrafya, vs.) Aristoteles veya Plutarkhos temelinde gayet sathi bir tarzda izah edilir. Mikhail Psellos, dönemin büyük hezarfenni [polymathes] “soru ve cevaplar” ile ilerleyen yeni bir öğretim türü geliştirdi. Psellos aynı zamanda simya ve bâtıni meseleler ile de ilgileniyordu.

Zooloji X ve XII. yüzyıllar arasında büyük ilgi uyandırmış görünür. İmparator IX. Konstantinos Monomahos (1042-1055) bir hayvanat bahçesi kurdu ve Mikail Attaliates (XI. yüzyıl) burada teşhir edilen bir fili ve zürafayı tasvir etmiştir. Prenses Anna Komnena’nın (XII. yüzyıl) bilgili çevresinde, Efesoslu Mikhail Aristoteles’in hayvan bilimiyle ilgili eserlerini yorumladı.

XIII.-XV. yüzyıllar

Konstantinopolis IV. Haçlı Seferi esnasında Latinlerce 1204’te ele geçirildi. İstila büyük yağma ve geniş yıkım eşliğinde gerçekleşti. Latin hâkimiyeti esnasında Bizanslı bilginler ileri tedrisat düzeyini yeniden tesis etmeye çalışan İznik (Nikaia) Sarayı’nda toplandılar. 1261’de İmparator Mikhail Palaiologos Konstantinopolis’i Latinlerden geri alması, Bizans ilim ve fikir hayatının en verimli döneminin başlangıcı oldu. Latin istilasının yol açtığı zarar ve hasarları onarmak için birçok ilmî el yazması yeniden istinsah edildi ve onarımdan geçirildi. Bu onarım ve istinsah, parşömenden daha ucuz bir malzeme olan kâğıdın da dolaşıma girmesiyle önceki teşebbüslere göre daha kolay yapıldı. Metinler sadece istinsah edilmedi, dikkatli bir şekilde tashih de edilerek neşre hazırlandı. Birçok yeni yorum, özellikle geleneksel disiplinlerde; aritmetik, geometri, astronomi, müzik bahsinde kaleme alındı.

Aritmetik iki ana dala bölünür: nazari ve ameli aritmetik:

Nazari aritmetik Euklidies (Öklit), Arkhimedes (Arşimet), Gerasalı Nikomakhos ( ykl. II. yüzyıl), Simrnalı Theon (MS ykl. II. yüzyıl), Diofantos ( ykl. 250), Heron (MS ykl. I. yüzyıl), Pappus (ykl. 323), İskenderiyeli Theon (MS ykl. 364) vd. diğer kadim kaynaklara istinat ediyordu. Altmışlık sayı sistemi astronomiye bir giriş olarak düşünüldüğünden astronomi kitaplarının girişinde bulunurdu. Bu bağlamda, aşağıdaki eserler önemli aritmetik bölümler ihtiva eder: Georgios Pahimeris’in (ykl. 1300) Quadrivium’u, Theodoros Metokhites’in Stoicheiôsis’i (ykl. 1300), Theodoros Melitiniotis’in (ykl. 1352) Astronomiye Dair Üç Kitap’ının I. kitabı ve birçok isimsiz derleme. Karekök çıkarma, küçük bir risaleyi bu konuya hasretmiş olan Isaak Argiros’un (ykl. 1368) dikkatini celp etmişti. Barlaam’ın (ykl. 1337) sembolik mantığı Euklidies’e dayalı aritmetik teoremlerinin bir açıklamasıdır. Trabzonlu Gregorios’un Almageste Giriş’i geleneksel Grek yöntemleriyle Batı dünyasından alınan yeni usuller arasında bir uzlaştırmadır. Theon ve Geber’e (Cabir b. Eflah, XII. yüzyıl) karşı keskin eleştiriler ihtiva eder ve orantı tabirleri için yeni bir terminoloji getirir. Bu eser, hizmetlerini sunmak üzere Konstantinopolis’te karşılaşmak istediği Sultan II. Mehmed’e ithaf edilmiş fakat hiçbir zaman bir dinleyici bulamamış ve böylece bu seyahat başarısızlıkla neticelenmiştir.

Ameli veya pratik aritmetik önce on esaslı rakam sistemiyle, yani parmak sayımıyla yapılan hesaplamaya dayanıyordu. Nikolaos Mesarites (ykl.1200) Konstantinopolis’teki Aziz Havariler Kilisesi’nin yanındaki okulun bir sınıfı hakkında çarpıcı bir tasvir sunar; dehşet içindeki çocuklar parmaklarıyla hesap yapmayı öğrenirlerken, en küçük bir yanlışta sicim ya da kamçı darbeleri yağmuru üzerlerine boşalır. On esaslı rakam sistemiyle hesaplama Nikolaos Rhabdas (ykl. 1341) tarafından da anlatılır. Hint rakamlarını Batı tarzına göre yazarak Hint hesaplama usulü 1252’de, Latin istilası altındaki Konstantinopolis’te kaleme alınmış isimsiz bir incelemede (Büyük Hesaplama denilen, Hint Hesaplaması) açıklanır. Konu Hint rakamlarının özgün şeklini kullanan Maksimos Planudes (ykl. 1293) tarafından yeniden ele alınmıştır. Öyle görünüyor ki Hint hesaplama usulü, en azından okul çevrelerinde, gerçek bir başarı kazanamamıştır. 1300 dolaylarında Manuel Moschopoulos sihirli kareler üzerine bir risale kaleme aldı. XIV. yüzyıl ila XV. yüzyıl arasında Grekçe konuşma dilinde yazılmış olan muhtelif isimsiz incelemeler, cebir usulleriyle çözülen bir problemler toplamasıdır. Problemler para, ölçü, miras vb. meseleleri muhteviydi.

Astronomi de iki temel eğilime bölünmüştür: Ptolemaios (Batlamyus) geleneği ve yabancı tesir.

Grek geleneği Georgios Pahimeris’in Quadrivium’unda görünür, fakat bu eserin astronomi bölümü daha çok altmışlık sayı sistemiyle hesaplamayı ve takımyıldızlarını ele alır. Stoicheiosis’inde Ptolemaios astronomisini desteklemiş olan daha çok Theodoros Metokhites’ti. Onun talebesi Nikeforos Gregoras, Ptolemaios usulüne göre güneş tutulmalarını tahminde (1330, 1333, 1337) bir adım daha ileri gitti. Gregoras’ın rakibi, keşiş Seminaralı (Calabrialı) Barlaam da Almagest’e [Gr. Mathimatiki Sintaksis; Ar. el-Mecisti] göre iki tutulma tahmini (1333 ve 1337 güneş tutulmaları) yayınladı. Ptolemaios’un yöntemleri Theodoros Melitiniotis’in (ykl. 1352) Astronomiye Dair Üç Kitap’ın II. kitabında da tafsilatlı olarak izah edilir. Daha sonra Isaak Argiros Ptolemaios’un Güneş ve Ay karşı/kavuşma konumları çizelgelerini Bizans dünyası için uyarladı (Yeni Çizelgeler). Ptolemaios’un yöntemleri, bilhassa tutulma hesaplamaları için Bizans İmparatorluğu’nun sonuna kadar kullanımda kaldı. XIV ve XV. yüzyıllar boyunca Ptolemaios’un ana eseri Mathimatiki Sintaksis (Almagest) Bizanslı bilginlerce yoğun bir şekilde incelenmeye ve araştırılmaya devam etti. Bu bilginler Almagest’in kenarlarına birçok haşiyeler veya şerhler yazmışlardır.

Dış tesir önce İran’dan geldi. XIII. yüzyılın sonunda Moğollar Bizans İmparatorluğu’nun sınırlarına kadar Doğu dünyasının tümünü istila ettiler. Cengiz Han’ın torunu II. Hülagu Han Tebriz’den uzak olmayan bir yerde, Trabzon’un kapılarında, ünlü Meraga Rasathanesi’ni inşa ettirdi. Nasiruddin et-Tusî’nin önderliğinde (ykl. 1270) Pers astronomisinin şöhreti her yere yayıldı ve gözlemevi birçok yabancı araştırmacıyı cezp etti. Müstakbel Tebriz Piskoposu George (Gregorios) Hioniades’in seyahatleri sayesinde Pers astronomisi Grekçeye tercüme edildi. Hioniades birçok astronomi kitabını Trabzon’a getirdi ve bunları Grekçeye çevirdi. Ölümünden sonra kitapları Manuel isimli bir papaza kaldı. XIII. yüzyılın sonlarından ve XIV. yüzyıldan kalma çeşitli el yazmaları Farsça astronomi kitaplarının çevirilerini, özellikle Şems-i Buharî’nin öğretisini ihtiva etmektedir. Fakat bu çeviriler Bizanslı bir okur için özellikle güçtü, çünkü birçok teknik sözcük çevrilmemiş, fakat sadece Grek alfabesiyle yazılarak muhafaza edilmişti. Trabzonlu Manuel muhtemelen 1336’da Trabzon için hazırlanmış astroloji takvimlerinin müellifidir ve talebeleri arasında 1347 civarında bir Fars Derlemesi yazmış olan Gregorios Hrisokokkes adlı birisi vardır. Bu eser Nasiruddin et-Tusî’nin (ykl. 1270) Zîc-i İlhânî’sinin bir Grekçe uyarlamasıdır. Fars Derlemesi herkesin anlayabileceği güzel bir Grekçeyle yazılmıştır ve yöntemler örneklerle açıklanarak anlatılmıştır. Neticede bu eser büyük bir başarıya kavuştu ve Konstantinopolis, Kıbrıs, Rodos, Midilli ve başka birçok yerde yaygınlık kazandı. Selanikli bir Yahudi bilgin (Shelomo ben Eliyahu ykl. 1374-1386) tarafından İbraniceye ve Girit’te Latinceye çevrildi. Theodoros Melitiniotis’in Astronomiye Dair Üç Kitap’ının (ykl. 1352) III. kitabında da Fars astronomisinin uyarlaması yapıldı. Gregorios Hrisokokkes Fars Derlemesi’nde astronominin astrolojik hedefleri üzerinde, bilhassa astrolojik tıp (iatromathematic) uygulaması için ısrar ediyordu. Buna mukabil Melitiniotis astrolojiyi şiddetle reddeder ve astronomi tahsil ve tedrisatının Tanrı’nın hilkatinin ululanması için yapılması gerektiğini savunur. Theodoros Melitiniotis Patrikhane okulunun yöneticisiydi ve eserleri Ortodoks kilisesinin üyelerinin zihnî terbiyesi için astronominin önemini gözler önüne serer.

XIV. yüzyılın sonunda ve XV. yüzyılda Alfonsos Çizelgeleri’nin Dimitrios Hrisoloras (ykl. 1380) tarafından yapılan Bizans uyarlamasında görüldüğü gibi başka tesirler ortaya çıkar. Kıbrıs’ta (Lusignan döneminde) Latin astronomisi zaten biliniyordu, fakat usturlapla ilgili bazı incelemeler bir tarafa bırakılacak olursa Latin astronomisi daha az etkili olacaktır.

XV. yüzyılın başında Bizanslı bilginler Yahudi astronomi çizelgelerini keşfettiler. Üç Yahudi astronomi eseri Bizans uyarlamalarına konu oldu: Tarasconlu Immanuel Bonfils’in (ykl. 1365) Altı Kanat’ı (Şeş Kenafayim, Gr. Heksapterigon), Mikhail Hrisokokkes (ykl. 1434-1435) tarafından uyarlandı; Bonjorn’un (Yakob ben David Yom-Tob, Perpignan, ykl. 1361), Mark Eugenicos (ykl. 1434 ?) tarafından uyarlanmış Çevrimler’i; Isaak ben Solomon ben Zaddik Alhadib’in (d. ykl. 1370-ö. 1426) Taş Döşenmiş Yol’u (Orah Selulah), Matthew Camariotes (ö. 1490-1491) tarafından uyarlanmıştır. Bu incelemeler Osmanlılar döneminde de çalışılmaya devam edecektir.

Georgios Gemistos Plethon’un astronomi incelemesinin geri planında da bir Yahudi tesiri keşfedilebilir. Bu el kitabı Bizans dünyasında bütünüyle özgün olduğu söylenebilecek yegâne astronomi eseriydi. Plethon’un astronomisi, eski Grek ve Romalıların takvimlerini taklit eden yeni bir takvim çabası da dâhil, eski dünyanın yeniden canlandırılmasına dönük düşüncelerine dayanır. 13 Aralık 1433’te, kış gün dönümünde yeni ayın çıktığı bir tarihte başlayan çizelgeler Peloponnesos’taki Mistra boylamını esas almıştır. Plethon’un yararlandığı kaynaklar arasında el-Battanî’nin İbranice çevirisi de vardır.

Bizans’taki astronomi çalışmaları iki özel eser türünü de içinde barındırır: Bunlardan birisi usturlap incelemeleri, diğeri paskalya yortusu hesaplamalarıdır.

Düz usturlap İskenderiye’de ilk defa Ioannes Filoponos (ykl. 520-550) ve daha sonra Nikeforos Gregoras (ykl. 1330), Theodoros Melitiniotis (ykl. 1352), Isaak Argiros (ykl. 1370) tarafından temsil edilmiş olan Grek geleneğini takip ederek birçok incelemede anlatıldı. Latin geleneği, Düzmece Maşallah’ın (1309) bir çevirisi ile Konstantinopolis (XIII. yy. ?) ve Kıbrıs’ta yazılmış (ykl. 1340) isimsiz kitaplarda ortaya çıkar; Doğu geleneği Fars Siamps’ın incelemesiyle (XIV. yy.) temsil edilmiştir. Daha önce gördüğümüz gibi günümüze tek bir Bizans usturlabı kalmıştır, o da 1062’de Pers Sergios için imal edilmiş Brescia usturlabıdır. Muhtemelen başka aletler de vardı, fakat halkalı usturlaba dair sadece tek bir inceleme mevcuttur ve ayrıca oktant üzerine Latin kaynaklarından uyarlanmış bir eser de vardır.

İlaveler: Kronolojik Bakış

425

Halk eğitiminin II. Theodosios tarafından yeniden yapılandırılması

512

Resimli Viyana Dioskorides’inin istinsahı

529

Iustinianos Pagan tedrisatını yasaklar, Atina Yeni-Platonculuk okulunun kapanışı

ykl. 537

Trallesli Anthemios, mekanikçi, mimar (Ayasofya); Yakıcı Aynalar, Garip Düzenekler üzerine incelemeler

ykl. 537

Miletoslu Isidoros, geometri âlimi, mimar (Ayasofya)

537

Ayasofya’nın açılışı

534-547

Kosmas Indicopleustes’in Hristiyan Topoğrafyası

ykl. 617

Stefanos’un astronomi yorumu

641

Arapların İskenderiye’yi almaları

ykl. 670

Suriyeli bir Callinicos tarafından “Rum Ateşi”nin icat edilmesi

VIII. yy.

İkonoklazm buhranı

ykl. 754

Damascuslu Ioannes, ilahiyatçı, De Fide Orthodoxa

IX. yy.

“İlk Bizans hümanizmi”, birçok el yazmasının yeni yazı sistemiyle istinsahı

ykl. 840

Matematikçi Leon (astroloji, optik telgraf)

X. yy.

VII. Konstantinos Porfiregennetos (913-959), tarım, tıp, atlar veya genel olarak hayvanat, nebatat, simya, coğrafya ile ilgili ansiklopedik derlemeler...

XI. yy.

Bizans astronomisi üzerinde Arap tesiri

1007-1008

Klasik kaynaklara dayalı isimsiz Quadrivium

ykl. 1018-1081

Mikhail Psellos, tarihçi, filozof, hezarfen; ansiklopedik yazılar, simya

1032 c.

İbnü’l-A‘lam’ın (Âlim) Çizelgeleri

1062

Brescia Usturlabı

1072

Arap-Bizans astronomi el kitabı

ykl. 1080 c.

Simeon Seth, Arapça masal kitabı Kelile ve Dimne (Stephanites kai Ichnelates) mütercimi, astrolog, hekim

XII. yy.

Ephesoslu Mikhail, zooloji

1200

Nikolaos Mesarites, Konstantinopolis’teki Aziz Havariler okulunun tasviri.

1204

IV. Haçlı Seferi sırasında Konstantinopolis’in Latinlerce işgali. Bizanslı bilginler İznik (Nikaia) Sarayı’nda

1252

Hint hesap usulü üzerine isimsiz bir inceleme

1261

Mikhail Palaiologos Konstantinopolis’i geri alır; “Bizans rönesans”ının başlangıcı

1259

Meraga Rasathanesi’nin (Tebriz yakınlarında) kuruluşu

ykl. 1290-1300

George (Gregorios) Hioniades İran yolculuğuna çıkar; Farsça ve Arapça kitapların tercümesi

ykl. 1293 c.

Maksimos Planoudes, Hint Hesap Usulü, Diofantos ve Ptolemaios’un Cofrafya’sının tetkiki

1300 ?

Fars Siamps’ın (usturlab incelemesi) Bizans’a uyarlanması

ykl. 1300

Georgios Pahimeris, Quadrivium (aritmetik, astronomi, geometri, müzik)

ykl. 1300

Manuel Moschopoulos, Sihirli Kareler

ykl. 1300

Theodore Metokhites, Stoicheiosis (Astronomi’nin Unsurları)

ykl. 1300

Manuel Bryennius, Armoni

1309

Düzmece Maşallah’ın (usturlap) Bizans çevirisi

ykl. 1320

Manuel Files, zooloji üzerine manzume

1330-1340

Nikeforos Gregoras, tutulma hesapları, usturlap, armoni, Paskalya hesaplaması

ykl. 1332 c.

Calabrialı Barlaam (Seminara): Sembolik mantık, 1333 ve 1337 güneş tutulmaları, Paskalya hesaplaması, armoni

1336

Trabzon efemerisi (Trabzonlu Manuel ?)

ykl. 1340

Kıbrıs’ta uyarlanmış Batı astronomisi (usturlab, Toledo Çizelgeleri)

ykl. 1341

Nikolas Rhabdas, aritmetik kitapları, Paskalya hesaplaması

ykl. 1347

Georgorios Hrisokokkes, Pers Derlemesi

ykl. 1350

Neofutos Prodromenos, Botanik sözlüğü

ykl. 1352

Theodore Melitiniotis, Astronomiye Dair Üç Kitap (I, usturlap, aritmetik; II, Ptolemiaos astronomisi; III, Pers çizelgeleri).

ykl.1368

Isaak Argirus, yeni Çizelgeler (astronomi), karekök, Paskalya hesaplaması, usturlap

ykl. 1380

Dimitrios Hrisoloras, Alfonsos Çizelgelerinin uyarlanması

ykl. 1433

Dimitrios Pepagomenos, av köpekleri, doğancılık üzerine incelemeler

1433

Georgios Gemistos Plethon, filozof, neopaganismin destekleyicisi, Mystra için astronomi çizelgeleri

ykl. 1434

Mikhail Hrisokokkes, Immanuel Bonfils’in Altı Kanat’ının uyarlanması

ykl. 1434

Mark Eugenicos, Bonjorn’un Çevrimler’inin uyarlanması

1453

II. Mehmed tarafından alınan Konstantinopolis’in düşüşü

ykl. 1460 ?

Matthew Camariotes, Alhadib’in Taş Döşenmiş Yol’unun uyarlanışı

1461

Trabzonlu Gregorios’un Sultan II. Mehmed’e ithaf edilmiş Almageste Giriş’i (aritmetik)


Paskalya hesaplaması iki astronomik problem içeriyordu: Bahar gün dönümü (ekinoks) ile takip eden dolunayın tarihi. Mesele, 325’teki İznik (Nikaia) Konsili’yle çözüme kavuşturulmuş, fakat konu buna rağmen o dönemde yazılmış olan muhtelif hesap risalelerinin (Günah Çıkaran Maksimus, Heraklius, Keşiş ve Rahip Gregorios) de gösterdiği üzere bilhassa VII. yüzyılda başka sorunlar doğurmuştur. Mesele, XIV. yüzyılda Nikeforos Gregoras’ın açıklamasıyla ve Barlaam’ın incelemesiyle yeniden ortaya çıkmıştır. Her ikisi de astronomi problemleri (güneş yılının uzunluğu, ay çevrimleri vb.) geliştiriyor, fakat Gregoras, Ptolemaios’un güneş yılı değerinin tam olmadığını belirten bir yorum eklese bile, sadece Ptolemaios’un parametrelerine dayanıyorlardı. Gregoras Paskalya kurallarında bir reform önerir ancak İmparator II. Andronikos tarafından kabul edilmiş görünmez. Nikolas Rhabdas ve Isaak Argiros da konuya dair yazmışlardır.

Astrolojiden söz etmeksizin astronomiyi konuşmak mümkün değildir. Astroloji, kilisenin yinelenen mahkûmiyet kararlarına rağmen Konstantinopolis’te her zaman uygulama alanı buldu. Bizanslılar, en azından eğitimli kimseler, astronomi (nazariyat) ile astrolojiyi (tatbikat) birbirine karıştırmıyordu. Bizans’ta kaleme alınmış birçok astroloji el yazması mevcuttur. Bunlar eski yazarları (Ptolemaios, Vettius Valens, İskenderiyeli Paulos, Hefaestion, vb.) veya yenilerini (Ebu Maşer, vb.) esas alıyorlardı. Genel olarak, birçok Bizanslı bilgin, en azından kişileri ilgilendiren tahminler bakımından astrolojiye inanmadığını ileri sürüyor, fakat tutulmalar gibi gök fenomenlerinin fiziki veya siyasi hadiselerin duyuruları olabileceği fikrini kabul ediyordu.

Her ikisi de Euklidies’e dayanan 1007/1008 tarihli isimsiz bir Quadrivium ile Georgios Pahimeris’in Quadrivium’u bir tarafa bırakılacak olursa, geometri birçok yeni Bizans incelemesinde gelişme göstermedi. Bizans’ta geometri tetkik ve tedrisatı doğrudan, eserlerinin Bizanslılarca okunması ve incelenmesi hiç kesilmemiş olan Euklidies’in metinleriyle yapılıyordu. Yer ölçümü için pratik usullerin açıklandığı jeodezi üzerine bazı risaleler de mevcuttur, fakat bu usuller tam ve dakik olmaktan uzaktır.

Kadim gelenekte müzik tetrakhordon (dört telli bir lyra)/dört notadan ibaret yarım oktavlık akorta dayanıyor, sesin tizliği telin gerginliğiyle değiştiriliyordu. Bir tetrakhordun iki sabit notası (haricî teller) ve iki hareketli notası (iki dâhili tel) vardı. Daha geniş bir müzik ıskalası/gamı oluşturmak için birkaç tetrakhord bir araya getiriliyordu. Tellerin gerginliğine göre müzik ıskalalarını oluşturan çeşitli enterval/fasıla silsileleri elde edilebiliyordu: diyatonik (½ ton+1 ton+1 ton), kromatik (½ ton+ ½ ton+1 ½ ton) veya enharmonik (¼ ton+ ¼ ton+2 tonlar). Musiki nazariyatının önemli bir bölümü müzikal entervalleri/fasılaları temsil eden matematik orantıları incelemekten ibaretti. Eski musiki nazariyatı XI. yüzyıla ait isimsiz bir Quadrivium ve Georgios Pahimeris’in Quadrivium’unda beklendiği gibi izah edilir. XIV. yüzyılın başında birçok Bizanslı bilgin musiki nazariyatı ile uğraşıyordu: Manuel Bryennios eski yazarları esas alarak geniş bir inceleme kaleme almıştır; Nikeforos Gregoras ve Barlaam da konu üzerine yazmışlardır.

Coğrafya kısmen astronomiye bağlıydı, çünkü astronomi çizelgeleri enlem boylam koordinatları veren uzun “ünlü şehirler” listeleri ihtiva ediyordu. 1300 civarında Maksimos Planoudes tarafından Ptolemaios’un Coğrafya’sı tetkik ve tedrisat konusu yapılıyordu ve XIV ve XV. yüzyıllarda Strabon’a sık sık müracaat ediliyordu.

Botanik yaygın bir ilgi konusuydu; çünkü İlk Çağ’da bitkilere her şeyden evvel tıbbi özellikleri ve sihirli güçleri sebebiyle ilgili duyuluyordu. Bizans botaniğinin temelini oluşturan Dioskorides’in Materia Medica’sı günümüze Viyana’da korunmuş olan ünlü bir el yazması içinde ulaşmıştır. El yazması 512’de Iulia Anikia’nın emriyle istinsah edilmiş ve harikulade çizimlerle desteklenmiştir. Viyana Dioskorides nüshasında yer alan bitki çizimleri birçok Bizans çizimli botanik el yazmasının kaynağıdır. Bitki bilim lügati veya sözlüğü Bizans’ta botaniğin intikal ettiği en mutat formdu. Neofutos Prodromenos’unki bir tarafa bırakılacak olursa sözlüklerin çoğu isimsizdir. Keşiş Neofutos Prodromenos (ykl. 1350’ler) bu sözlüğü muhtemelen Sırp Kralı II. Uroş Milutin tarafından Konstantinopolis’te Petra’da Aziz Ioannes Prodromos Manastırı’nda kurulmuş hastanenin ihtiyaçlarını karşılamak için hazırlamış olmalıdır. Daha geç döneme ait bazı sözlükler bitkilerin Grekçe isimlerinin yanı sıra Latince, Arapça, İtalyanca veya Türkçe isimlerini de verirler.

Büyü ile ilgili veya Hermes geleneğine ait metinler de, mesela III. veya IV. yüzyılların bir büyü reçeteleri toplaması olan Kiranides gibi, bitkilerle ilgilidir. Hermetik metinlerde bitkiler, hayvan veya maden dünyasına yahut on iki burç ve başka astrolojik unsurlara sempati veya antipati ile irtibatlıdır. Anonim metinler eczacılık reçeteleri ile büyü tatbikatını mecz eder.

XIV. yüzyılda, 1320 civarında Manuel Files (d. 1275-ö. 1345) Claudius Aelianus’u esas alarak hayvanların ayırt edici özelliklerine dair bir manzume kaleme aldı. Daha sonra XV. yüzyılda Dimitrios Pepagomenos av köpekleri ve doğancılık üzerine incelemeler yazdı.

Simya daha önce yukarıda zikredilmiş olan Marcianus gr. 299’daki (X. yy.) kadim simyacıların bir derlemesiyle temsil edilir; Mikhail Psellos ve Nikeforos Blemmides’in bazı yazılarında, fakat Latin-Arap kökenli reçeteler derlemesi sunan daha sonraki tarihe ait isimsiz yazılarda yeniden ortaya çıkar.


KAYNAKLAR

Constantinides, C. N., Higher Education in Byzantium in the Thirteenth and Early Fourteenth Centuries (1204-ca 1310), Nicosie 1982.

Lemerle, P., Le premier humanisme byzantin, Paris 1971.

Magdalino, P., L’orthodoxie des astrologues, la science entre le dogme et la divination à Byzance (VIIe-XIVe siècles), Paris 2006.

Mergiali, S., L’enseignement et les lettrés pendant l’époque des Paléologues (1261-1453), Athens 1996.

Nicolaides, E., Science and Eastern Orthodoxy, Baltimore 2011.

Tihon, A., La Matematica Bizantina, dans Storia della Scienzia (Medioevo e Rinascimento)Enciclopedia Italiana, IV, Rome 2001, s. 329-334.

Tihon, A., L’astronomia matematica a Bizanzio, dans Storia della Scienzia (Medioevo e Rinascimento) Enciclopedia Italiana, IV, Rome 2001, s. 346-352.

Tihon, A., “Numeracy and Science”, The Oxford Handbook of Byzantine Studies, ed. E. Jeffreys, J. Haldon ve R. Cormack), Oxford, 2008, s. 803-819.

Tihon, A., “Les sciences exactes à Byzance”, Byzantion, 2009, s. 79, s. 380-434.

Tihon, A., Etudes d’astronomie byzantine, Aldershot 1994.

Wilson, N.G., Scholars of Byzantium, Londres 1983.


DİPNOT

1 BOA, D. 5112.

2 BOA, İ.MSM, 25/661 (6 M 1263/25 Aralık 1846).


Bu makale Antik Çağ’dan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi adlı eser içerisinde 2015 yılında yayımlanmıştır.

Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.

ALT BAŞLIKLAR