A PHP Error was encountered

Severity: Notice

Message: Undefined index: HTTP_ACCEPT_LANGUAGE

Filename: core/Public_Controller.php

Line Number: 89

Backtrace:

File: /var/www/html/application/core/Public_Controller.php
Line: 89
Function: _error_handler

File: /var/www/html/application/core/Public_Controller.php
Line: 51
Function: language_control

File: /var/www/html/index.php
Line: 282
Function: require_once

İSTANBUL’DA DİNÎ HAYAT | Büyük İstanbul Tarihi

İSTANBUL’DA DİNÎ HAYAT

İstanbul’un İslam kültür ve medeniyetine katkısının daha iyi anlaşılabilmesi için dinin şehrin gündelik hayatına yansımalarının genişçe ortaya konulması gerekmektedir. Bu konuda ilk adım Fatih Sultan Mehmed’in fethin ikinci günü Ayasofya Kilisesi’ni camiye çevirmesi ve fetihten sonra ilk iş olarak yanlarında medreseleriyle Eyüp ve Fatih camilerinin yapılmasını emretmesiyle atılmıştır.1 İstanbul’da dinî hayatın öne çıkan unsurlarını ibadet, eğitim ve folklorik/dinî ve geleneksel merkezli olmak üzere üç temel başlık altında toplamak mümkündür:

İBADET MERKEZLİ DİNÎ HAYAT

İstanbul’un ibadet merkezli yaşayışında tabii olarak kelime-i şahadet, namaz, oruç, hac ve zekâttan oluşan İslam’ın beş esasının çeşitli tezahür ve uygulamaları söz konusudur.

Yahya Kemal’in Türk çocukları için;

Doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an’ın sesini işittiler. Bir raf üzerinde duran Kitabullahı indirdiler. Küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler, kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler.2

şeklindeki ifadeleri ruhu, havası ve toprağı Müslümanlığın temelleriyle şekillenmiş Osmanlı insanının dinî hayatında bu esasların ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bir Osmanlının hayatını saran, dinî unsurları vurgulayan bu tür ifadeler, şehrin dinî kimliğinde cami, imam ve mahalle gibi farklı unsurların öncelikli yerine de işaret etmektedir.

Cami Merkezli Mahalle

Halkı günde beş defa bir araya toplayan camiler, aşağıda örneklendirileceği üzere dinî olduğu kadar dünyevi işlerin merkezindeki mekânların başında gelmektedir. Bu özellik camilerin mahallenin çekirdeğini oluşturmasını ve ibadet yanında mülki, adli ve beledi işlerinin yönetildiği bir birim olmasını da sağlamıştır.

İstanbul’un fethi sonrasında şehrin iskânında ve mahallelerin oluşmasında cami/mescit merkezli bir yaşama biçiminin esas alınması bu sebepledir. İstanbul mahalleleri her ne kadar Bizans şehir yapısı üzerine kurulsa da mahalle birimlerinin oluşmasında belirgin farklılıklar gösterir. Bizans şehri kapılarla ayrılmış mahalle düzeninden ve azınlıklardan kesin olarak yalıtılmış şehir toplumundan oluşur. Osmanlı-Türk mahallesi ise benzeri katı ayrımların olmadığı ve mahalleler arası kapıların bulunmadığı bir yapıdan meydana gelmiştir. Bu yapı, yeri geldikçe azınlıkların da yer aldığı toplumun hemen her kesiminin yerleştiği esnek ve işlevsel bir sosyal bütünlük oluşturur.3 Çünkü Osmanlı, fethettiği bölgedeki diğer din mensuplarının İslam’a girmesi için zorlamak şöyle dursun, onlara kendi dinleri ve mabetlerinde serbestçe ibadet etme özgürlüğü vermiştir. Müslüman idaresine uyum sağlamış gayrimüslimlerin oturduğu bir bölge, halkı İslam’a girmiş olsun veya olmasın darülislam’ın bir parçası kabul edilmiş, burada İslamî esasların herkes için ölçü alınmasıyla yetinilmiştir.4 Bunun en tipik örneğini de İstanbul teşkil etmektedir.

İstanbul cami ve mescit sayısı bakımından İslam şehirlerinin en zengin ve en abidevi örneklerinin yer aldığı merkezlerin başında gelir. Mahallelerdeki camilerin baş sorumlusu olan imamlar bir bakıma Hz. Peygamber’e niyabeten halkın önderliğini üstlenirken yardımcısı olan müezzin, sala ve ezan okumak gibi İslamî şiarların ilanı yanında, cami içinde ibadet hayatının direği olan namazın topluca ve düzenli olarak edasını sağlamak üzere kamet getirmekten başlayarak müezzinlik adıyla anılan vazifelerin tümünü yerine getirir. Ayrıca imamın bulunmadığı zamanlarda yerine vekâlet eder. Müezzinlerin namazın cemaatle kılınması sırasındaki faaliyetleri cami musikisi adı verilen bir musiki formunun meydana gelmesine sebep olmuştur. Bu usulün en rafine örnekleri de İstanbul’da doğmuştur. Ancak söz konusu musikiyi sıradan bir format şeklinde anlamak yanlış olur. Bu usul ibadet şevkinin artırılması, dinî duyguların daha etkili bir şekilde ifade edilmesi gibi fonksiyonları da barındırır. Nitekim Osmanlı İstanbul’unda motorlu vasıtalar başta olmak üzere gürültü kirliliğine sebep olan unsurların bulunmadığı zamanlarda namaz vakitlerinde okunan ezanlar, gökyüzüne yükselen ilahi terennümlerin bütün şehri kuşattığı, Müslim, gayrimüslim bütün halkı etkilediği hatıralara girmiş dikkat çekici birer anekdottur. Sanat yönünden başlı başına Türk musikisinin şaheser icralarından olan ezanda üslup ve tavır bu özellikleriyle İstanbul’da ortaya çıkmıştır. Hangi makamda ve hangi perde ile başlanmışsa aynı şekilde tamamlanması esasına riayet edilmek suretiyle İstanbul minarelerinden okunan sabah ezanları, lahuti nağmelerle şehir halkını namaza kaldırır. Mühim gün ve gecelerde İstanbul’un iki, dört ve altı minareli büyük camilerinin ikişer, üçer şerefelerinde okunan ezanların ise şehrin musikisine, ahengine çok farklı heyecanlar kattığı yerli yabancı herkesin müttefik olduğu bir husustur. Bir namaz vaktinde Sultanahmet Camii’nden on altı müezzin ile Süleymaniye Camii’nden de on müezzinin okuduğu ezanlar5 bu ilahi senfoniyi en güzel şekilde hafızalara nakşeden etkili bir hatıradır.

1- Müezzinin minareden ezan okuması

2- Ayasofya Camii’nin avlusu (Pardoe)

Mescitler, mahallelerde cemaat oluşturma görevini gerçekleştirirken, şehirlerin bütünsel dokularındaki aynı rolü, külliye camiler üstlenmiştir. Külliyeler bulundukları mahallerde şehrin dinî-kültürel hayatına damgasını vuran abidevi manzumeler olduklarından dinî kültürün şehri kuşatan ana sembolü konumundadırlar. Külliyenin merkezinde yer alan cami, devlet ile halk arasındaki haberleşmenin sağlandığı merkez üssü vazifesini görmüş, bazen yanlış bilgilendirmelerin tashihinde de rol oynamışlardır. Bu manada halkın camiler yoluyla elde ettiği habere Osmanlı bürokrasisinde cami tembihi adı verilmiş ve bu tür haberlerin halka bildirilmesinden imamlar sorumlu tutulmuştur. Onlar, mahalle bekçilerini görevlendirir, bekçiler sokaklarda ucu demirli ağır sopalarını vurarak gezmek suretiyle akşam camide tembih olduğunu mahalleliye bildirirlerdi. Böylece yatsı namazında camiye toplanan halka gerekli resmî tebliğ iletilmiş olurdu.6 Uygulamaların, çoğunlukla cemaat katılımının en yoğun olduğu yatsı namazı sonrası, cuma ve bayram namazlarında gerçekleştirildiği görülmektedir. Namazın ardından imam efendi “Ey cemaat bir dakika dağılmayınız, hükûmetin emri var, şimdi onu söyleyeceğim.” ifadeleriyle cemaati bilgilendirirdi.7

Caminin etrafında çocukların eğitime ilk adımı atacakları sıbyan mektebi, Kur’an-ı Kerim’in okunması ve ezberlenmesini temin eden “darülkurra” ve “darülhuffaz”, Kur’an’dan sonra dinin ikinci kaynağı olan hadis ilmiyle alakalı eğitimin yapıldığı “darülhadis” gibi eğitim birimleri bulunmaktadır. Ancak din ile hayatın beraber devam ettiği gerçeği, caminin yanında kahvehane, imarethane ve darüşşifa gibi sosyal yardım müesseselerinin de yer almasını kaçınılmaz kılmıştır. Nitekim Yahya Kemal de bu durumu;

Bir semtin esası olan cami yalnız tek binadan ibaret bir ibadet yeri değildir; o camiyi vakfedenin devrini gösterir bir manzûmedir; caminin yanında medrese, imaret, tabhâne, hamam, mektep, muvakkithane, caminin mihrap tarafından vakfedenin türbesi, akrabasının ve yakınlarının gömüldüğü mezarlık… Hâsılı cami, bütün şekliyle, vakfedenin adını taşıyan ve devrini temsil eden bir levhadır.8

şeklinde ifade etmektedir. Yine o camiler ki bulundukları mekânların dinî ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılama yanında şehir dokusuna muazzam bir ruh ve canlılık katmışlardır. Eyüp, Kocamustafapaşa ve Üsküdar’ın bu zenginlik ve çeşitliliği için Yahya Kemal, Maurice Barrès’ın “Bazı semtlerde, ‘ruh’ eser.” tanımlamasını kullanır.9

İşte bu niteliklere sahip olan külliyeler fethin ardından İstanbul’un hemen her bölgesinde boy göstererek şehrin silüetini oluşturmuş ve beldenin İslam şehri olduğunu simgelemişlerdir. Nitekim bu anlayışla şehrin İslamlaştığının simgesi olarak Ayasofya, etrafına eklenen birçok mekânla İstanbul’un ilk külliyesi ve selatin camisine dönüştürülmüştür. Ayasofya’nın ardından bu dokuya Eyüp Sultan Külliyesi (1454) katılmıştır. Şehre damgasını vuran diğer önemli bir merkezî külliye ise 1463-1470 yılları arasında inşa edilen Fatih Külliyesi’dir. Ardı ardına inşa edilerek bir anlamda İstanbul’un dinî ve ilmî hüviyete bürünmesini sağlayan onlarca külliye sayesinde Müslüman İstanbul’u XV. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’nın en büyük ilim ve kültür merkezlerinden biri hâline gelmiştir. XVI. asırda külliye yapımına hızlı bir şekilde devam edilmesi İstanbul’un külliyeler şehri hâline gelmeye başladığını ve Mimar Sinan gibi bir mimarla ona ait şaheserlerinin ortaya çıkmasına zemin hazırladığını göstermektedir. Sonraki dönemlerin en önemli silüetlerden biri de Sultan Ahmet Külliyesi’dir (1609-1619).10

Osmanlı başkentindeki bu külliyeler özellikle cuma günlerinde halkın hükümdarla aynı mekânda buluşmasına imkân da vermiştir. Padişahın cuma namazını kılma amacıyla selatin camilerine gitmesi, halka her hafta devletin en üst kademeleriyle görüşme, daha doğrusu dilek ve isteklerini onlara doğrudan iletebilme imkânını sağlamaktadır. Nitekim bu gibi olaylar padişahın yaşlı bir kadının şikâyet dilekçesini alışını resmeden minyatürler çizilmesine de sebep olmuştur. Cuma hutbesi ayrıca hükümdar ile halk arasındaki bağlantıyı da ifade etmektedir. Hutbenin padişah adına okunması hükümdarın ülkedeki hâkimiyetini ve halka gösterdiği ihtimamı ortaya koyması açısından önemli olmasının yanı sıra halkın dinleyici olması, hükümdarın hâkimiyetini kabul eden davranışlardan biri olarak kabul edilmektedir.11

3- Sultanahmet Camii’nin avlusu (Pardoe)

İmam ve onun yardımcısı durumundaki müezzinin göreve tayinleri, kadıların arzı ve padişahın beratıyla olmakta ve mensubu bulundukları mahallede mülki ve beledi amir olarak kadı efendinin temsilcisi konumundadırlar. Netice olarak imamlar, bir taraftan da amirleri olan kadılar yoluyla padişahın temsilcisi görevindedir. Ayrıca şehirlerde kadı nezdinde yapılan toplantılarda mahalleyi temsil ederek mahallenin kamusal hizmetlerinin düzenlenmesinde etkin rol oynarlar. Dolayısıyla imamın mahalledeki görevi dinî, toplumsal-ahlaki, mülki ve beledi konuları da içine alacak şekilde geniş bir alanı kapsamaktadır. Bu işlerin rahatlıkla yürütülmesi için mahalle mescitlerinin yanında uygun mekânların bulunması kaçınılmaz olmuştur. Bu oda, mahalleyle ilgili konularda karar vermek için toplanmak yanında imamın görevleri arasında bulunan nüfus kayıtlarının tutulması, nikâhın kıyılması ve nikâh defterlerinin saklanması, boşanma davalarına bakılması, vefat sonrası mirasın taksimi gibi faaliyetlerin mekânı da olabilmektedir. Mahalle sancağı da bu odada saklandığından savaş zamanı merasimle buradan çıkarılarak mahalle bölüğüne verilmektedir. Aynı oda, mahalleye gelen misafirlerin ağırlanması işlerini de yerine getirir.12 İmamlar 1829’da muhtarlık teşkilatı kurulana kadar bu tür görevlerine devam etmişler, teşkilatın kurulmasından sonra ise görevlerinden bir kısmını devrettikleri muhtarla beraber çalışmayı sürdürmüşlerdir. Hatta söz konusu yıllarda mahalle örgütlenmesine gidildiği zamanlarda seçimle gelen “muhtar-ı evvel” ve “muhtar-ı sani”ye mahalle imamlarının kefil olmaları kuralı getirilmiştir.13

4- Sultanahmet Camii

Esasında dinî ve manevi lider olarak imamın asıl vazifesi vaaz etmek, Kur’an-ı Kerim okumak ve okutmak ile kişinin günlük hayatını tanzim edecek dinî bilgilerin öğretilmesine yönelik cami derslerini yapmaktır. Bunun yanında sosyal işlerin yürütülmesi, dayanışmanın ve işbirliğinin temin edilmesi, çıkan problemlerin çözümüne yönelik faaliyetlerde bulunmak gibi hususlar imamın mahalle merkezli vazifeleri arasında yer almaktadır.14 Bazen buralarda ağırlanan ve tabii olarak vakit namazlarını camide kılan âlimlerin yapacağı vaaz ve nasihatler sebebiyle caminin, şehir ve mahallenin tabiri caizse konferans salonu vazifesi gördüğünü göstermektedir.15

5- Nurbanu Sultan / Valide-i Atik Camii

Mahallede dinî hayatın şekillenişinde bazı görevlerin zaman zaman imama benzer şekilde hacılar ve hafızlar tarafından yürütüldüğü de bilinmektedir. Hafızlar Kur’an-ı Kerim’e verilen önemin tabii sonucu olarak örnek alınması gerekli dinî hüviyete sahip kişilerden sayılırken, hacılar da dinin en üst vecibelerinden olan hac farizasını yerine getiren yaşlı, olgun kimseler olarak yaşayışlarıyla toplumda rol model kişiler olarak kabul edilirler. Bu gibi zevat mahalle kültüründe sözü dinlenen, düşüncesine başvurulan şahsiyetler arasında yer almaktadır. İstanbul, bu zevatın görevleri ne derecede etkin kişiler olduklarının kayıtlara geçtiği bir merkezdir.

Namaz ve Cemaatle Namaz

Ezan, bir beldenin İslam kenti olduğunu ortaya koyan en önemli şiarlardan biridir. Nitekim Fatih Sultan Mehmed de şehri fethedince doğru Ayasofya’ya giderek orada ilk ezanı okutmuş böylece Konstantinopolis’in bir İslam şehri olduğunu ilan etmiştir. Yahya Kemal’in “Bu devletin iki manevi temeli vardır. Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor, diğeri de Yavuz Sultan Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor!”16 şeklindeki değerlendirmeleri Osmanlı İstanbul’unun İslam şehri olmasıyla ilgili ayırt edici nitelikleri ön plana çıkarmaktadır.

6- Süleymaniye Camii’nde sohbet ve namaz (Pardoe)

İstanbul’un dinî hayatında cemaatle namazın ayrıca dikkate alınması gereken özellikleri bulunmaktadır. Cemaate katılmanın sayısız faydalarının en başında ibadetlerin toplu olarak aynı mekânda kolektif bir şuurla eda edilmesi, herhangi bir mevki ve makam ayrımı olmaksızın her tabakadan insanın aynı safta yer almasını sağlamaktadır. Bunun her gün beş defa tekrarlanmasının toplum katmanları arasında köklü kardeşlik ruhunun oluşmasına kayda değer katkıları vardır. Namaz vakitlerinde camide bulunmak, bütün komşuların orada toplanmasını ve birbirleriyle ülfet etmesi, yeni gelenlerle tanışma ve aralarında sıcak ilişkilerin oluşmasını sağlayacak ortamın doğmasına vesile olmaktadır. Camiye devam edenler buradaki arkadaşlarını her gün görürler, ancak bulamadıkları ve üç gün art arda camiye gelmediğinde onları merak ederler ve sıkıntısı olabilir, düşüncesiyle hâlini hatırını sormak için ziyaretine giderler. Eğer hastaysa cemaat hep birlikte geçmiş olsun ziyaretinde bulunur ve sıkıntılı günlerinde moralini yüksek tutarak yalnız kalmamasını sağlar. Maddi açıdan sıkıntısı olanlara da her mahalle camisinde bulunan avarız akçesi sandığından yardım edilir.17

7- Süleymaniye Camii

8- Sarıyer Çayırı’ndaki namazgâh  (d’Ohsson)

Cuma namazı

9- Bir İstanbul konağında abdest alan yaşlı hane sahibine ibrik ve havlu tutulması (d’Ohsson)

İslam’ın ibadet şekillerinin en önemlilerinden olan cuma namazı, Osmanlı kültür hayatı içinde ve mahalleli şuurunun oluşmasında ana esaslardan biridir. Cuma kılınacak mekânların gerekliliği, cami etrafında mahallenin ya da yerleşim yerlerinin her birinde cumanın kılınmasına müsait bir cami inşasını gerektirmiştir. Nitekim bir yerleşim yerinde birden fazla cami bulunduğunda cumanın mümkün mertebe en büyük ve konum itibarıyla diğerlerinden daha öncelikli olan camide kılınması, cuma namazıyla halkın tek mekânda toplanmasına imkân vermiştir. Dinin nasihate önem vermesi de bu mekânlarda toplanan halkın her bakımdan eğitilmesi mecburiyetini getirmiştir. Osmanlı ve İstanbul kültüründe bu cuma vaizliği görevinin ihdas edilmesiyle neticelenmiştir.18 Bu görevin ilmî ve dinî hassasiyetle irtibatı sebebiyle takvasıyla kitleler üzerinde etkili olacak şeyhlere verilmesi dikkat çekici bir uygulamadır. Bu, İstanbul dinî hayatında “Kürsü Şeyhliği (Katar Şeyhliği, Ayasofya Kürsü Şeyhliği) gibi adlarla anılan bir irşat teşkilatının kurulmasıyla neticelendirilmiştir.”19 Cuma gününün İstanbul dinî hayatına kattığı en önemli kültürel miraslardan birisi de daha sonra Osmanlı coğrafyasına yayılacak cuma salası uygulamasıdır. Cuma ezanından önce hem Hz. Peygamber’e salavat getirmek hem de cuma namazına hazırlanılmasını hatırlatmak amacıyla sala okunması, Osmanlı gündelik hayatındaki uygulamalardan birini oluşturmaktadır. Aslında cuma salası, cuma gününden bir önceki gün ikindi namazında verilmeye başlandığı gibi, o gecenin yatsı ve cuma gününün sabah ezanından önce de icra edilirdi. Böylece cuma gününün yaklaştığı hatırlatılmış ve Müslümanların o güne hazırlık yapması sağlanmış olurdu.20

İstanbul’un dinî hayatında en önemli merasimlerden biri cuma selamlığı veya cuma alayıdır. Cuma gününün öneminden hareketle padişahların cuma namazını saraylarında kılmak yerine halkın toplanmış olduğu büyük selatin camilerinden birine bir nevi törenle gidiş gelişlerine cuma alayı ve bu sırada cami avlusunda yapılan merasime de cuma selamlığı adı verilmektedir. Bu durum, Osmanlı padişahlarının ümmetin halifesi olma niteliklerinden hareketle namazlarını mutlaka halkla beraber camide kılmaya önem vermelerinin yanında cuma namazının herkese açık bir camide (musalla) ve topluca kılınması özelliğinden kaynaklanmaktadır.21

10- İmamın Cuma hutbesindeki duasına cemaatin iştiraki  (TSMK, nr. 1296)

Tanzimat öncesinde düzenli olarak hafta tatili uygulaması bulunmadığından aslında cuma günleri namaz dışında diğer günler gibi değerlendirilmiştir. Ancak iş hayatının gelişmeye başladığı Tanzimat Dönemi’yle birlikte hafta tatili ihdası gerekli görüldüğünden cumagünü tatil olarak ilan edilmiştir. İnsanlar cuma öğleye kadar herhangi bir işle meşgul olmayıp namaz için hazırlık yapar, vakti eda ettikten sonra da mevsimine ve meşreplerine uygun şekilde günü değerlendirme yoluna gitmişlerdir. Bunun dışında cuma günü namaz saati mübarek bir zaman kabul edildiği için İstanbul folklorunda o saate denk gelen vakitlerde evlerde bile dünyevi işlere vakit ayırmak uygun görülmemiştir. Nitekim Osman Nuri Ergin “Cuma saatinde işi gücü terk etmek İslâm âleminde o kadar kökleşmiş bir âdet ve akide hâline gelmiş ki hemen tüm Osmanlı evinde tam o vakitlerde bir iş yaparken yahut birisi dikiş dikerken öteden ihtiyar annesi veya ninesi ‘Salâ vaktidir, işi bırak.’ diye hatırlattığını ve bunun çok yaygın bir uygulama olduğunu” ifade etmektedir.22

Hz. Peygamber’in hadislerdeki müjdelerinden dolayı halk cuma gününü diğer günlerden farklı değerlendirmiş; bu günde bir işe başlamanın, bir çocuğun bu günde doğmasının, nikâhın bu günde kıyılmasının veya bu gün veya gecede ölmenin kişiye Allah tarafından bahşedilmiş bir nimet olduğu düşünülmüştür. Bu sebeple İstanbul kültüründe bu günün haftanın diğer günlerine kıyasla daha öncelikli bir yeri ve bugünde yapılacak işin bereketli olduğu inancını ortaya çıkmış ve bu konuda geleneksel tutum meydana gelmiştir. Bu anlayış kesin malumat bulunmamakla birlikte halk nezdinde cumanın geçmiş peygamberlerin hayatında da özel yerlerinin bulunduğu şeklinde bir kabule yol açmıştır. Bunlarda en yaygın kabuller ilk insanlar Âdem ile Havva’nın cuma günü yaratıldığı, bu günde cennete girip yine bu günde yeryüzüne indikleri, tövbelerinin bu gün kabul edildiği ve vefatlarının da bu güne tekabül ettiği inancının yanında Hz. Peygamber’in doğumunun, Kur’an-ı Kerim’in inmeye başlamasının, Hz. Hatice ile evlenmesinin, Medine’ye hicretinin, Mekke’nin fethi ve vefatının hep bu güne denk geldiği şeklindeki inançlardır.23

Cenaze Namazı

Her Müslüman iman esasları çerçevesinde Allah’a ve ahiret hayatına inanmaktadır. Ayrıca onun saygıdeğer bir varlık olması, onun dirisine olduğu kadar ölüsüne de saygı göstermesi anlayışını doğurmuştur.

Yakınını ebedî âleme uğurlamak üzere olan bir Müslümanın yapacağı vazifelerin başında mevtanın yıkanıp kefenlenmesi gelir.

Önce söz konusu kimse kıbleye çevrilir. Bu, hâlet-i nez‘ denilen hastanın son anlarında, başını sağa çevirdiğinde kıbleye bakmasını sağlayacak şekilde konumlandırılmasıdır. Sonra hastanın yanında yüksek sesle kelime-i şehadet getirilerek onun da söyleyebilmesine çalışmak demek olan “kelime-i şehadet telkini” yapılır. Bundan başka ölüm döşeğindeki kimsenin başucunda Yasin okunması ve bulunursa ağzına pamukla zemzem akıtılması bu konudaki yaygın uygulamalardandır. Kişi ruhunu teslim ettikten sonra çenesi bağlanır, kıyafetleri çıkarılarak, üzeri örtülür. Eğer vefat ikindi namazından sonra vuku bulmuşsa cenazesi ertesi gün defnedileceğinden o gece evde bekletilmesi gerekir. Bu sırada, sabaha kadar birisi mevtanın başında bekler. Eğer ölüm kandil günü veya mübarek günlerde gerçekleşmişse cenazenin bekletilmeksizin hemen gömülmesi daha uygun görülmektedir. Vefatı haber vermek üzere mahalle camisinden başlayarak namazın kılınacağı diğer camilerde özellikle öğle veya ikindi ezanından önce minarelerden cuma salası gibi cenaze salası okunur. Ölenin kimliği konusundaki bilgilendirme tellal ve münadilerin sokak aralarında gezmesi suretiyle de gerçekleşmektedir. Bu sırada tellal, ölenin ismi, nesep ve mesleğine dair bilgi verdikten sonra cenazenin nereden ve ne zaman kalkacağını kalıplaşmış ifadelerle haber verir: “Vakt-i sala ey cemaat-i müslimîn, hazır olun, … camisinde öğle namazında filan oğlu falanın cenaze namazı vardır. Sevabından gafil olmayın! Rahmet ile ana Teala rahmet eyleye!”24 Bu uygulama Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar devam etmiş, cami minarelerine mikrofon yerleştirilmeye başlanmasından sonra, haber verme âdeti, yerini müezzinin benzer bilgileri minarelerden duyurmasına bırakmıştır.

Oluşabilecek rahatsız edici kokuların ortadan kalkması için teneşirin yanında tütsü yakılır, kefen bir veya üç defa tütsüye tutulurdu. Bir yaygının üzerine meyyit, incitilmeden yatırılır. Yıkama işlemi tamamlandıktan sonra ceset bir havluyla kurulanır. Daha sonra kefenleme işlemi başlar. Kefen gömleğine sarıldıktan sonra hanît denilen güzel kokulu bir ot mevtanın başına ve sakalına sürülür, eğer bu ot bulunamazsa misk ve amber, bunlar da bulunamazsa gülsuyu sürülür. Secde yeri olan alın, burun, eller, dizler ve ayaklara da kâfur sürülür.25 Daha sonra tabuta yerleştirilen cenaze, kısa bir duanın ve mahalleli ile helalleşmenin ardından evden tabutla çıkarılarak namazın kılınacağı camiye taşınır. Tabutu erkekler sırasıyla taşırlar, hatta sokakta cenaze alayıyla karşılaşanlar tanımasalar bile tabutun taşınmasına yardım ederler. Bunda tabutun dört kolunda on adım atarak kırk adım taşınması geleneği vardır. Ölü, erkekse tabutun başına fes veya sarık; ulemadan biri olduğunda kavuk ya da sade, fakat üzeri Kur’an ayetleriyle işlemeli bir poşu (başörtüsü); kadınsa yalnızca başörtüsü konulması da tabutla ilgili uygulamalardandır. Bazen -mevtanın maddi durumuyla alakalı olarak değişiklik gösteren- tabut üzerine şal, seccade ve küçük halı örtülmüşse, cenazenin defninden sonra da bunlar bir camiye hediye edilirdi. Tabut mahalle camisine götürülüp musalla taşının üstüne konur. İmamın vakit namazı ardında cenaze namazını kıldırmasından sonra, aynı şekilde mezarlığa götürülür. Cenazenin mezarlıkta genellikle saygı duyulan bir kimsenin yanına veya yakınına defnedilmesi tercih edilir. Bu sebeple İstanbul’un Eyüp, Merkezefendi, Karacaahmet gibi muhtelif yerlerinde büyük kabristanlar ortaya çıkmıştır. Ölünün nadir olarak tabutla konulsa da çoğu kere kefeniyle mezara, başının kıbleye doğru ve sağ tarafına yatırılması suretiyle “Bismillahi ve ala milleti Resulullah/Seni Allah’ın ismi ve Hz. Peygamber’in dini üzere gömüyoruz.” denilerek defnedilir. Kabre yerleştirildikten sonra cenazenin kefen bağları çözülür, üzerine tahta, kerpiç, kuru ot, kamış hasır gibi şeyler yerleştirilmek suretiyle toprağın doğrudan cenazeye temas etmesi engellenir. Bu sırada cenaze merasimine iştirak eden hoca efendi Yasin, Tebareke gibi surelerle “Âmenerresûlü” gibi bilinen aşırlar ve “Elemterakeyfe”den sonraki kısa sureler okurken cenazenin üzerine merasime katılanlar tarafından elle veya küreklerle toprak atılır ve mevta sanduka şeklinde bir miktar yükseltilip kabir toprağının üzerine bir testiyle başından ayaklarına doğru üç defa su gezdirilirdi. Defin işlemi tamamlanıp kabrin başından cemaat dağılmaya başlayınca imam tarafından ölüye “telkin-i meyyit” adı verilen hatırlatmalarda bulunulur. Cenazeye gelen ve mezarlıkta bulunan fakirlere para dağıtılır. Kabir baş ve ayak taşları yapıldıktan sonra ise mezarın üzerine yağmur suyunun kabre girebilmesi için ortası delik yassı bir taş yerleştirilir. Mevtanın baş ve ayak kısmındaki taşlara adı, unvanı ile atalarının adı; diğerine de ya ölünün hayatını anlatan özlü bir söz ya da Kur’an-ı Kerim’den ölümü hatırlatan pasajlar yazılmaktadır. Erkekse ölünün hayatta kullandığı sarığın bir benzeri, kadınsa çiçek ve yapraklardan oluşan şekiller yapılır. Osmanlı medeniyetinin en önemli tezahürlerinden biri de mezar taşları denilen sanat eserleridir. Bunların en önemli ve değerli örnekleri de İstanbul mezarlık ve hazirelerinde bulunur. İstanbul bu bakımdan bir açık hava müzesi görünümündedir (bk. İstanbul Mezarlıkları). Mezarlıkların yeşillendirilmesi âdet olduğundan uygun bir zamanda kabrin baş veya ayak tarafına ağaç dikilmesine özen gösterilir, en yaygın ağaç cinsi etrafa yaydığı sakızlı rayihanın yanında yaprakları daima yeşil kaldığından selvi ağacı tercih edilir. Hatta bu sebeple bazı seyyahlar İstanbul’un içindeki mezarlıkların büyük ormanlık alanlara dönüştüğünü kaydetmiştir ki büyük çaptaki tahribata rağmen günümüzde bile Karacaahmet bu görünümdedir.

11- Eyüp Sultan Mezarlığı (d’Ohsson)

Cenaze gömüldükten sonra evde genellikle yemek pişmez, bundan dolayı komşular cenaze evine yemek getirirler. Ancak cenaze evinde defin işlemlerinin bittiği akşam un veya irmik helvası yapılması veya lokma dağıtılması titizlikle riayet edilen uygulamalardandır. Yine ölünün ruhunun şad edilmesi için o gece cenaze evinde hatim okunup dualar yapılması da yaygın geleneklerdendir.26

Üç Aylar ve Ramazan

Ramazan, Osmanlı kültüründe “on bir ayın sultanı” olarak isimlendirilen ve bütün Müslümanlardan diğer aylardan daha fazla hasretle beklenen mağfiret, huzur ve mutluluk kaynağıdır. Ramazanın karşılanmasına ait maddi ve manevi hazırlıklar aylar öncesinden başlamaktadır. Evlerin temizlenip boya ve badanasının yenilenmesi, ramazanda kurulacak sofralar için mutfak malzemelerinin gözden geçirilip eksiklerin giderilmesi, alışveriş yapılması, seccadelerin, namaz örtülerinin hazırlanması gibi şeyler ramazanla ilgili maddi hazırlıkların önde gelenlerindendir. Ramazan, sultanlar şehri adıyla da anılan İstanbul’da bu mübarek ayın şanına yakışır bir saltanatla geçirilmesi demektir. Üç ayların başlamasıyla birlikte “ramazan karşılaması” başlar. Bu amaçla recep ayından itibaren ramazanın sonuna kadar üç ay oruç tutmak, kandil günlerinde bazen öncesi ve sonrasıyla üç güne varan oruçları tutmak dinî bir gereklilik olmasa da özellikle hanımlar arasında yaygın uygulamalardandır. Ayrıca ramazandan birkaç gün önce “karşılama” adıyla oruç tutulduğu da bilinmektedir.

12- Beyazıt Camii

Osmanlı kültüründe üç aylar olarak anılan recep, şaban ve ramazan ayları; Mevlit dışında, Regaip, Miraç, Berat kandilleriyle Kadir Gecesi kutlamalarının yapıldığı mübarek aylar olarak bilinir. Başlıca kandil gecelerinin bu aylarda yer alması dışında, bu zaman dilimi namaz, oruç, sadaka ve zekât gibi ibadetlerin yoğunlaştığı bir bereket mevsimi kabul edilmiştir. Özellikle Regaip, Miraç, Berat kandilleriyle ve Kadir Gecesi kutlamalarında zamanla İstanbul’a has usullerin ortaya çıktığı, bunların sonra bütün Osmanlı ve İslam coğrafyasına yayıldığını söylemek mümkündür.

Ramazan Hazırlıkları

İstanbul dinî folklorunda kandil kutlamalarının iki yönü ortaya çıkmaktadır. İlki kandil gecelerinde padişahın kutlamalara katılmak üzere törenle şehirdeki selatin camilerden birine giderek geceyi orada ihya etmesidir. Bu vesileyle saraydan çıkarak “alay” denilen ve İstanbul halkı için bir nevi bayram sayılan, temaşa zevki veren merasim düzeni içinde camiye gidiş ve geliş törenleri düzenlenirdi. Alayın geçeceği güzergâh temizlenir, aydınlatılır, müsait yerlere taşlar yerleştirilir ve alayı seyretmek isteyenlerin oturması için güzergâha platformlar konurdu.

Camideki törenler ise her kandilin özelliğine göre bazı farklılıklar göstermekle beraber özü itibarıyla aynıdır. Namaz öncesi sala ve ezan, vaaz, vakit namazının cumhur müezzinliği denilen uygulamalarla edası, tevşihli mevlit okunması ardından programın dua ile tamamlanması ve padişahın alayla saraya dönmesi başlıca uygulamalardır.

Ramazan, Osmanlı toplumunun hemen her kesiminde din ayrımı gözetilmeksizin huzur ve mutlulukla karşılanmıştır. Nitekim bir gayrimüslim Osmanlı vatandaşı tarafından çıkarılan haftalık Maarif dergisi, ramazana has özel sayısında söz konusu ayın toplumun tüm kesimlerine huzur ve mutluluk getirdiği konusunu işlediği gibi gayrimüslim tebaanın da bu aya aynı titizlikle hürmet ettiğini belirtmiştir. Düzenli aile hayatı bulunanların ramazanda aile bağları, daha da güçlenip huzur ve saadetin en ideal noktasına ulaşırken aile hayatı çok düzenli olmayan kişilerde ve aile reisinin içki içtiği ya da kumar oynadığı ailelerde geçici de olsa bu aya has düzen ve huzurun sağlandığı gözlenmektedir. Ramazanın gelmesiyle kötü alışkanlıklarından vazgeçip “içki veya kumar orucu” tutmaya başlayan bu kimseler, ramazan vasıtasıyla olumlu yönde etkilenmekte ve nefes alacak imkânı yakalamaktadır: Böyleleri için “Ramazanın şaşaa-i nuranîsi bu adamın da kalbini hisse-yâb-ı nur-i ibadet ederek tehzib-i ahlakına bâdi olur.” gibi cümleler kurulurdu. Söz konusu aile reisi ramazan ayı dolayısıyla eski düzenini bıraktığından yeni hayat tarzıyla, eşi ve çocuklarıyla birlikte mutlu bir aile olmanın hazzını tatmış olurdu.27

Ramazan hazırlıklarının en önemlisi “ramazan masrafı görmek” tabiriyle ifade edilen iftar ve sahur için gerekli olan gıda maddelerinin toplu alımı şeklindeki alışveriştir. “Merhametin eksildiği yerde bereket durmaz.” sözünü şiar edinmenin tabii bir sonucu olarak bu ayda hâli vakti yerinde olanların başta medrese ve tekkelere ramazaniye adıyla yiyecek ve erzak göndermeleri âdettir. Bundan başka çevredeki ihtiyaç sahibi yakınlara, komşuya, dul ve yetimlere bir hafta önceden erzak gönderilmesi de ramazan hazırlıklarındandır.

Ramazan ayı ibadet ve Kur’an ayı olduğundan Osmanlı İstanbul’unda ahali büyük çoğunlukla vaktini camide geçirmeye özen gösterirdi. Bu uygulamalardan biri İstanbul’da halkın değişik camileri ziyaret etmeyi âdet hâline getirerek vakit namazlarını ramazan boyunca farklı bir camide, cumaları da sırasıyla değişik, fakat kendi içinde anlamı olan bir selatin camisinde kılmaya özen göstermesidir. Bilhassa Fatih, Beyazıt, Süleymaniye ve Sultanahmet gibi selatin camileri halkın çokça rağbet ettiği camiler arasında yer almaktadır. Mesela bu uygulama için, değişik ziyaret örneklerinden biri olarak öğle namazını Hırka-i Şerif Camii’nde, ikindi namazını Fatih’te, ramazanın ilk cumasını Ayasofya’da, ikinciyi Eyüp Sultan’da, üçüncüyü Fatih’te, son cumayı da Süleymaniye’de kılmak gösterilebilir. Uygulamalarda camilerin isimleri ve sıraları değişmekle birlikte, ziyaret esnasında çokça namaz kılmak dikkati çekmektedir. Bu sırada düzenli olarak vakit namazları dışında okunan Kur’an ve mukabelelerin takibi ile camideki öğle ve ikindi namazı öncesi ve sonrası ile teravih namazı öncesindeki vaaz ve sohbetlerin takibine de riayet edilmektedir.28

Ramazan Topu ve Davulu

Ramazanla birlikte İstanbul’un gündelik hayatında iki şeyden muhakkak bahsetmek gerekmektedir: Davul ve ramazan topu. Ramazanın, ardından bayramın ilanı, iftar vakti ve sahurun bitişi top ile duyurulurdu. Bilindiği gibi davul Türklerle özdeşleşmiş bir musiki aletidir ve davul çalmak da kültürümüzde önemli bir âdettir.

Sahura kalkmanın ve sahur yemeği yemenin sünnet olmasından da alınan güçle davul çalmanın önemli kabul edildiği zaman sahur vaktidir. Nitekim mahalle bekçileri her gece sahura yakın bir saatte halkı uyandırmak için maniler okuyarak çaldıkları davula arada bir mola verip “Sahur vakti saat sekize geliyor!” nidasıyla hatırlatmada bulunurlardı. Davulcular bazen ücretle yanlarında tuttukları tekerlemecilerle mahallelerindeki konak ve evlerin önünde durarak:

Besmeleyle çıktım yola
Selam verdim sağa sola
Benim mürüvvetli efendim
Devletiniz daim ola

gibi maniler de söylerlerdi.29

Bayramın gelişi de yine davul çalınarak ilan edilir. Hatta ramazanın başlangıcında olduğu üzere çocukların eşliğinde duyulan davul sesleri ertesi günün bayram olduğunun habercisidir. Millî ve dinî açıdan sevinçli günlerin müjdecisi olan davulcuların bu hizmetine karşılık halk, davul çalarak dolaşan bekçilere ramazan ayının on beşinde ve Ramazan Bayramı’nın ilk gününde bahşiş verirdi. Söz konusu bahşiş, ramazanda para, bayramda da keten, yazma mendil, gömleklik kumaş gibi hediyelerden oluşmaktadır. Davulcu da bu tür hediyeleri, davulunun kasnağına ya da yamaklarının taşıdığı uzun bir sırığa bağlar, mahalle çocuklarından oluşan bir alayla sokak sokak gezmeye devam ederdi.30

Ramazanın diğer önemli simgelerinden biri de atılan toptur. Davul gibi top da Osmanlı Türkleriyle özdeşleşmiştir ve haberleşme amacıyla gündelik hayatta sıkça başvurulan vasıtalar arasında yer almaktadır. Nitekim söz konusu ilgi ve ihtimamdan hareketle IV. Murad zamanında Bağdat’ın fethi sırasında son gülleyi atan top, daima dolu bir şekilde duracak tarzda sarayda özel bir daireye yerleştirilmiştir. Söz konusu top senede bir kere sadece ramazanın ilanında kullanılmaktadır.31 Topun ilk defa Rumelihisarı’nda III. Mustafa’nın kızının yaptırdığı muvakkithanede iftar ve imsak vakitlerinde kullanılmaya başladığı anlaşılmaktadır. Daha sonra bu âdetin yaygınlaşarak devam ettiği, Yedikule’de ve müsait yerlerde atılmasının birer gelenek hâline geldiği düşünülmektedir.32 Nitekim zaman içinde top atılan yerler arasında İstanbul Topkapı Sarayı önü, Kurşunlu Mahzen, Yedikule, Kız Kulesi, Beyazıt, Fatih, Selimiye, Heybeliada, Haliç gibi şehrin önemli merkezlerinin bulunduğu dikkati çekmektedir.33

13a- Sultanahmet Camii’nde mahyalar

Ramazanın başlaması: rüyet-i hilal

Ramazan ve bayramın başlangıcının tespitinde dinî bir esas olarak hilalin gözle görülmesi esas alınmış ve bu durum bir etkinlik hâline getirilmiştir. İstanbul Osmanlı ülkesinin payitahtı olduğundan burada tespit işi üzerinde önemle durulduğu görülmektedir.

Hilalin gözlenmesi işi İstanbul Kadılığı’nın vazifeleri arasındadır. Ramazan olması hesaplanan gecede İstanbul kadısı, maiyetindeki memurlarla şeyhülislam dairesinde bulunur. İstanbul’da hilalin görülmesinde bir tür rasat merkezi kabul edilen mekânlar arasında Beyazıt Yangın Kulesi, Süleymaniye, Fatih, Cerrahpaşa, Sultan Selim ve Edirnekapı Mihrimah Sultan camilerinin minareleri bulunmaktadır. İlgili memurlar yanlarındaki cami görevlileriyle birlikte hilali görmek için şerefelerden gökyüzünü takibe başlarlar.

Hilalin görülmesi durumunda memurlar durumu kadıya haber verirler, şahitlerin tasdikiyle tespit tamamlanınca bu durum fetvahanede sicil defterine işlenirdi. İlam, kadı tarafından mühürlenir, ardından şeyhülislam kapısı açılırdı. Mahyacı başı elindeki kandille dairenin binek taşından Süleymaniye Camii minaresinde bekleyen kandilcilere haber verir. Süleymaniye konumu itibarıyla şehrin pek çok yerinden görülebildiğinden burada yakılmış olan kandiller diğer minarelerden görülerek oralarda da kandiller yakılır, bu arada toplar da atılarak ramazanın başladığı ilan edilmiş olurdu. Ayrıca mahalle aralarında peşlerine çocukların takıldığı davulcu ve bekçiler dolaşarak tüm ahaliye ramazan hilalinin görüldüğü haber verilirdi. Bununla beraber hava kapalı olup da hilal görülmezse şaban ayı otuza tamamlanarak oruca başlanırdı, buna da ikmal-i selasîn denilir.34

Hilalin görüldüğüne dair ilanı fetva emini tarafından padişaha ulaştırılmak üzere sadrazama bildirilir. Bunun için görevli mahkeme kâtipleri hayvanlarına binerek durumu sadrazama arz ederler ve bahşiş parası veya hediye alırlardı.

Camilerde Kandillerin Yakılması ve Mahyalar

İlk defa İstanbul’da ve Türklere has bir âdet olarak ortaya çıkmış mahya; kandil, ramazan ve bayram gecelerinde çifte minareli camilerde iki minare arasına gerili iplere kandiller asma suretiyle şekil resmetmeye ve yazı yazmaya verilen addır.35

Ramazan ayı yaklaştığında camilerde yapılan hazırlıkların biri de mahya kurulacak selatin camilerdeki işlerdi.

Bilindiği gibi Mevlit ve Regaip gecelerinde minarelerde kandil yakılması II. Selim’in saltanatı döneminde İstanbul’da ortaya çıkmıştır. Berat ve Miraç gecelerinde kandil yakılması da 1577’de III. Murad döneminde Koca Mustafa Paşa Dergâhı Şeyhi Necmeddin Hasan Efendi’nin başlattığı bir uygulamadır. Ramazan boyunca kandil yakılması âdeti ise I. Ahmed zamanına (1610) denk gelmektedir. Bu âdet zamanla gelişerek Osmanlı coğrafyasına yayılmıştır. Ramazanın birinci gecesi başlayıp bayrama kadar devam eden bu âdette mahyalarda yer alan yazı ve suretlerin ramazanın başlangıcı, ortası ve bayramda değiştiği gözlenmiştir. Bir diğer âdet ise mahya asılamayan minareler baştan ayağa kandillerle süslenirdi, buna “kaftan giydirmek” denilirdi. Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’e göre bayramlarda, ramazanda ve Kadir Gecesi’nde İstanbul’un tek minareli camilerine kaftan giydirilmesi usulü yaygındır.36

Kaynaklara göre mahya, 1614’te Fatih Camii müezzinlerinden Hattat Hafız Ahmed Kefevî’nin iki minare arasına mahyaya benzer şekillerin işlendiği bir çerçeveyi I. Ahmed’in çok beğenmesi ve böyle yazı ve şekillerin dinî adaba uygun olması şartıyla ramazan gecelerinde minareler arasına kurulmasını istemesi üzerine başlamıştır. Ancak İstanbul’da ilk mahyanın 1617’de yapımı biten Sultanahmet Camii’nde, ikincisinin 1683’te Süleymaniye Camii ve Yeni Cami’de, üçüncüsünün 1755’te Atik Valide Camii’nde kurulduğu bilinmektedir.37 Nitekim III. Ahmed’in saltanatı döneminde Damad İbrahim Paşa’nın uygun görmesiyle Ayasofya, Fatih, Beyazıt, Şehzade ve Eyüp gibi iki minareli camilerde mahya kurulmuş ve yaygınlaşmıştır. Mahyalar iç ve dış olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Kaynaklar iç mahyanın Ayasofya Süleymaniye, Sultanahmet ve Nuruosmaniye camileri yanında bazen de Hekimoğlu Ali Paşa gibi müsait camilerde de kurulduğuna işaret ederler. Ramazan gecelerinin mahya kurulmak suretiyle aydınlatılması halk arasında o kadar çok beğenilmiştir ki bu usul hemen her camide uygulanacak şekilde hızlıca yayılmıştır. Bu hususta İstanbul ile ilgili iki hadise dikkati çeker; şehrin Anadolu yakasının bu uygulamadan mahrum kalmasına razı olunmadığından halkın isteğiyle Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’ne bir minare daha yaptırılmıştır. Aynı şekilde Eyüplüler de “Ramazan olur da mahya olmaz mı?” deyince Eyüp Sultan Camii’nin kısa minareleri yükseltilip iki şerefeli hâle getirilerek burada da mahya kurulması sağlanmıştır. Bu tür arzuların karşılanması amacıyla zaman içinde tek minareli camilere de saçak mahyalar yapılarak süslenmeye başlamıştır.38 Mesela Edirne’deki Muradiye Camii’nin tek minaresi bulunmakla birlikte saraydan görülsün diye sırık takılarak mahya asılması bu tür bir uygulamadır. Ramazan yaklaşınca Vakıflar İdaresi camilere balmumu ve kandil yağları dağıtır. Ramazana on beş gün kala Beraat Kandili’nin ertesi günü çifte minareli selatin camilerine ipler çekilerek mahya hazırlıklarına girişilirdi. Söz konusu mahyalarda Fetih suresinin ilk ayeti, besmele, “on bir ayın sultanı”, “hoş geldin ya ramazan”, ve “maşallah” gibi ifadeler yanında ramazanın başında “ya Gufrân”, “ya Kadîr”, “ya Alî”, “ya Kerim” “merhaba ey şehr-i ramazan!” veya “safâ geldin ya şehr-i ramazan!”, on beşinden sonra da “elveda” ve “el-firâk” gibi ifadeler yer alırdı.39

İftar/İftar Sofraları ve Davetleri

Şüphesiz ramazanda yapılan iftar davetleri yanında hayır sahipleri her gün sofralara ek yapılması ve fazladan yemek yapmak gibi hususlar yanında bir de mahalledeki ihtiyaç sahibi komşulara “sofralık gönderilmesi” âdeti vardır. Bu hususta devrin İstanbul’una ait ramazan âdetleri hakkında teferruatlı bilgiler veren Ahmed Rasim, çocukluğunda zenginlerin iftar sofralarına oturmadan önce etraflarındaki ihtiyaç sahiplerini düşünmeleriyle ilgili şu anekdotu nakletmektedir:

Evin büyüğü kadın veya erkek iftara yakın mutfağa girer ve yemekte neler olduğunu kontrol eder. Pişirilen yemeklerin her birinden birer kâse hazırlayarak bir tepsiye koyarak, ihtiyaç sahiplerinin evine gönderirdi. Ayrıca çorba kâsesinin altına çeyrek, yarım veya bir lira koymayı da unutmazdı. Sonra kendi iftar sofrasının başına geçer, hamdele ve salavat okuyarak iftarı bekler, top duyulunca iç huzuru ve mutlulukla orucunu bozardı.

13b- Sadrazam konağında iftar (d’Ohsson)

Ramazanın havasına girmek ve oruca alışmak amacıyla davetlere en erken ramazanın üçüncü günü başlanırdı. Davet edileceklerde genelde yakından çevreden uzağa gitmek şeklinde bir yol takip edilmektedir. Bu amaçla önce yakınlardaki komşuların, sonra ulema ve memurların, daha sonra da esnafın davet edilmesi şeklinde bir sıralama söz konusudur. Davete geleceklerin çağrılması ise genelde evin genci tarafından yapılmaktadır. Birkaç gün öncesinden evin en kıdemlisinin selamıyla iftara çağrılması düşünülen zevata haber gönderilerek uygun bir dille davet edilirdi.40

Diğer bir davet şekli de şu şekildedir: Mahalleliden hâli vakti yerinde olan beş altı kimse kendi arasında anlaşarak sırayla evlerinde iftar daveti düzenleyerek genellikle mahallenin imamı, hacısı ve muhtarını çağırırlardı. Hacı, hoca ve muhtar ise mutlaka yanlarında başka davetliler bulundukları hâlde iftara gittiklerinden ev sahibi hazırlıklarını ona göre yapardı. Bu da hayır işlerinin dışa vurmadan gizlice yapılması âdetinin tabii bir sonucudur. Nitekim bir kimse övüleceği zaman “Gizli fukarası çoktur.” sözü de hayır ve hasenatın belli kişiler vasıtasıyla el altından yapıldığına işaret eder. İftar sofraları yalnızca davetlilerden ibaret olmadığından konakların hemen her birinde misafirler için ayrılan yerlerin dışında selamlık bölümlerinde beş on ilave sofra açılması âdetti. İftar sofraları mahalle sakinleri ve esnaf başta olmak üzere hemen tüm mahalleliye ve yolu düşen kimselere açıktır. Ramazan günü hâli vakti yerinde olan kimseler konaklarındaki hizmetkârlardan birini her akşamüstü ihtiyaç sahiplerini toplamak üzere görevlendirir. Bütün ramazan bu işe memur olan hizmetkârlar her akşamüstü topladıkları kimseleri onlar için hazırlanmış sofralara oturtur ve iftarlarını açmalarını temin eder. Yine iftar edenlere diş kirası adı altında hediyeler veya bir miktar bahşiş verilmesi de İstanbul’da doğmuş iftar âdetlerindendir.41 Arsız dilencilere ise artakalan ekmek ve pideler kapıdan verilerek onların da boş gönderilmemesine azami dikkat gösterilirdi.

Diğer bir hayırda yarış da cami iftarları adı verilen davranış modelinde ortaya çıkmaktadır. Bu tür yardımlar, eve davet etme yönteminin dışında başvurulan yollardır ki iftara yakın cami avluları ziyaret edilip ihtiyaç sahiplerine pide, hurma ve zeytin gibi oruçlarını açacakları yiyecekleri dağıtmak suretiyle gerçekleştirilmektedir.42

Nitekim ramazan Osmanlı’da öyle bir zenginlik ve bolluk ayı olarak görünmektedir ki, iftarlar yanında tüm canlıların yeme içmesine dikkat edilir, hatta bu durumdan hayvanların bile nasibini almasına ihtimam gösterilirdi. Şehzadebaşı Camii bu uygulamanın en bilinen merkezidir. Her gün ikindiden sonra toplanan 30 veya 40 aç kedinin karnı camiye gelirken yanlarında et veya ciğer getirenler tarafından doyurulurdu. Söylemeye gerek yoktur ki, benzer uygulamalar köpekler için de söz konusudur. Hatta bazen bu ayın bereketinden herkesin istifadesi için özellikle Kadir Gecesi ve bayram günlerinde kafeslerle kuş, halkın toplandığı mahallere getirilerek hayır sahiplerince parası ödenip “azat buzat” denilerek serbest bırakılır, özellikle çocuklar bu yolla hayra alıştırılırdı.43

Boğaz yalılarında yapılan uygulamalar İstanbul iftarlarının kendine has bir türünü ortaya koyar. Özellikle yaz ramazanlarında bu yalılarda, Çamlıca Tepesi gibi seyrangâh mahallerde yapılanları da ayrı özellikler gösterir. Bu iftarların ardından sohbetler bahçelerde yapılır, teravih yine bahçelerde kılınırdı.

Mukabele Okunması

Mukabele genellikle ramazanda cami, mescit ve evlerde çoğu kere hafızların sabah, öğle ve ikindi namazlarından önce veya sonra Kur’an-ı Kerim’i baştan sona kadar okumalarına ve cemaatin de okunan Kur’an’ı ellerindeki mushaflardan takip etmek suretiyle hatim yapmasına verilen addır. Söz konusu gelenek Cebrail’in bu ayda her gece Hz. Peygamber’e gelerek daha önce nazil olan ayet ve sureleri karşılıklı okuyup kontrol etmesi sünnetine dayanmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber’in vefatından sonra sahabenin de bu gelenekten hareketle aile fertlerini toplayarak onlara Kur’an okuduğu nakledilmektedir.44 Osmanlı döneminde Hz. Peygamber’in bu sünneti ramazanda camilerde, evlerde ve konaklarda mukabele okutularak titizlikle sürdürülmüştür. Bu uygulamanın İstanbul’a has icrasının devrin tanınan ve sesi güzel imam, müezzin ve hafızların marifetiyle gerçekleştirildiği bilinmektedir. Bu maksatla büyük konaklarda ramazana özel olarak teravih namazını kıldıracak sesi güzel ve tilaveti düzgün imam ve müezzinler görevlendirilirdi. Yine evlerde gündüzleri kadın hafızların hanım cemaatine mukabele okumak gibi âdetler de yaygındır. Camilerde okunan mukabelenin, genellikle ramazandan on beş gün önce başlamasının tercih edildiği bilinmektedir. Önce başlayan mukabele de büyük bir çoğunlukla Kadir Gecesi ikindiden sonra bitirilirdi.45 Maddi durumu yerinde olanların ayrıca konakların dışında camilerde hafızlara birer minder göndermek suretiyle mukabele okutma yoluna gittikleri kaydedilmektedir. Birbirinden farklı tarz ve makamla caminin hemen her köşesinden yükselen Kur’an’ı dinleyen cemaatin de tercih edebileceği imkânlarının çok olması, her İstanbullunun gönlüne uygun olan birini dinleyebilme imkânına sahip olmasını sağlamaktadır.

Teravih Namazı

Teravih namazı, genellikle cemaatle kılındığından İstanbul ramazanlarında sokaklar gündüzün epey sessiz olmakla birlikte geceleri canlanır ve kalabalıklaşırdı. İftara yakın sokaklardaki tatlı telaş iftar topunun atılmasının ardından âdeta ortadan kalkardı. Evlerden sofra telaşı ve yemek sesi dışında nerdeyse herhangi bir ses duyulmaz hâle gelirdi. Ancak iftar açıldıktan ve akşam namazı kılındıktan sonra sokaklarda ellerinde fenerlerle teravihe koşturan cemaatin telaşı görülmeye değer bir manzara meydana getirir. Bunlar âdeta bir ateş böceği kafilesini andıracak şekilde camilere doğru hızla yol alırdı.

Ramazanda İstanbul konaklarının hemen hepsinin bir köşesi mescide çevrilirdi. İftardan sonra bu konakların divanhanelerinde ilahiler eşliğinde teravih kılınması, ramazanın en temel âdetlerindendir. Buralarda da güzel sesli müezzinler yatsı vakti gelince çifte ezan okuyarak, konağın misafirlerinin ağır ağır abdest almalarını ve cemaatin hazırlanmasını beklerlerdi. Teravih namazı günümüzde “Enderun teravihi” adıyla bilinen usulde ramazan ilahileri eşliğinde kılınır, konak halkı yanında o geceki misafirler ve civardan arzu eden hemen herkesin katıldığı coşkun bir cemaatle eda olunurdu. Teravih namazı sırasında her dört rekâtın akabinde ilahi namazın kıldırıldığı makamda okunur, böylelikle yeni dört rekâta farklı bir makamda başlamayı kolaylaştırmak maksadıyla girilecek makamın ana perdelerinde çekilen “salli alâ Muhammed” salat ve selamıyla yeniden namaza durulurdu. İlk dört rekâttan sonra sabâ, dügâh veya bestenigâr, ikinci dört rekâttan sonra hüzzam, üçüncü dört rekâttan sonra ferahnâk, dördüncüde mutlaka evc, beşincide ise ekseriyetle acem makamında bestelenmiş ilahi okunması, imamın okunan ilahi bestesine uygun olarak tilavette bulunması, teravih namazlarının kılınması sırasında takip edilen âdetlerden birini oluşturmaktadır.46

İstanbul ramazanlarında dikkat çeken bir uygulama da özellikle kandil arifeleriyle Kadir Gecesi’nde Hz. Peygamber’in sakal-ı şerifinin ziyaret edilmesidir. Bu amaçla imam efendi, özel muhafazalı sakal-ı şerifi salat ve selamla bulunduğu yerden alarak mihrabın önüne bir sehpa üzerine koyar. İmamın yanında yer alan müezzin ve güzel sesli hafızlar; tekbir, tehlil, salat ve selam okuyarak sarılı olduğu bohçaları tek tek özenle açarak cemaatin ziyaret etmesini temin ederdi. Ziyaretin tamamlanmasından sonra aynı şekilde yine salat ve selamlar eşliğinde altın, gümüş veya porselenle süslenmiş cam şişe içinde bulunan sakal-ı şerif tek tek bohçalara sarıldıktan sonra yerine yerleştirilirdi.

14- İstanbul’da Ramazan ayında ve kandillerde ziyarete açılan Sakal-ı Şerif (Hz. Muhammed’in sakalı)

Kadir Gecesi

Kur’an’ın indirilmeye başladığı Kadir Gecesi’ne Müslümanların çokça ehemmiyet vermeleri, onu dua, taat ve ibadetle ihya etmelerine vesile olmaktadır. Ramazanın son on gecesinde aranan bu geceye tesadüf etmek amacıyla diğer geceler de ibadetle geçirilirdi. “Efendi, Kadir Gecesi’nin alâmetini niçin arayıp duruyorsun?/Kadrini bilirsen her gece Leyle-i Kadir’dir.”47 şeklindeki beyitle onun aranmasından ziyade hemen her gecenin sanki Kadir Gecesi’ymiş gibi ihyasının önemli olduğu vurgulanmaktadır. Yine “Her gece Kadr olsa Kadr’in kadri olmazdı şeha/Her hacer cevher olsaydı cevher etmezdi baha” şeklindeki dizeler de onun sıradan gün ve gecelerden olamamasının hikmetini izah etmektedir. Ancak uygulamada ramazanın yirmi yedinci gecesi tercih edildiğinden bu geceye değerinden hareketle daha özel bir önem ve ehemmiyet verilmiş ve ibadetlerde yoğunlaşmasına ihtimam gösterilmiştir. İstanbul’da Kadir Gecesinin olduğu akşamlarda ramazan iftarının yapılması ve bunun için Ayasofya’nın tercih edilmesi önemli bir gelenekti. Hem devlet erkânı hem de halk bu geleneğe riayet etmeye özen göstermişlerdir.48 Bundan başka dualara en çok icabet edilen vakit olması dolayısıyla genelde ramazan mukabele ve hatimlerinin bu gecede tamamlanmasına önem verilmiştir. Cami mukabelelerinde tamamlanan hatimlerin duasının ikindiden sonraya denk gelmesine dikkat edilmiştir.49 Bu gecenin ihyasının, diğer ramazan gecelerinden farklı olarak çoğu zaman sahura kadar sürdüğü gözlemlenmektedir.

15- Hilye-i Şerif Hz. Peygamber’in fiziki tasvirini (Hilye-i Saadet) anlatan hüsni hatla yazılmış levha. (Mustafa İzzet Efendi) (İstanbul Türbeler ve Müzeler Müdürlüğü)

Kadir Gecesi, son on günde teravih namazlarında okunan “elveda ya şehr-i ramazan” nakaratlı ilahilerin de etkisiyle iyice hissedilen ramazandan ayrılığın yası ve hüznü herkesi sardığından cemaatin kendi arasında vedalaşmayı âdet hâline getirdiği, özellikle yaşlıların birbirlerine ertesi yıla kavuşma temennisinde bulunmaya dikkat ettikleri bir gecedir. Nitekim mağfiret ayına kavuşmak için on bir ay beklenmiş, seneye “Ya kısmet…” denilerek ona kavuşmanın hayalleri “Cenabı Hak nicelerine yetişmek nasip eylesin…”50 şeklindeki dualarla kurulmaktadır.

Kadir Gecesi’ne verilen önem ve değerden hareketle padişahın normalde sarayda kılmış olduğu teravih namazını civar camilerden birinde kıldığı, selamlık kapısına kadar yolların meşalelerle aydınlatıldığı, has ağalarının ellerinde tuttukları fenerleri takiben camiye gelip namaz kıldığı bilinmektedir. Söz konusu geliş şekil ve düzenlemelerin tertiplendiği bu alaya kadir alayı adı verilmektedir.51

Ramazan Bayramı

Ramazandan ayrılmanın hüznü, bayramın gelmesiyle yerini toplumsal hayatı renklendirecek yeni bir mutluluğa bırakır. Bayram ilanı da genellikle ramazanın ilk gününde olduğu üzere çocukların sevinçli bağrışmaları eşliğinde davul sesleriyle olur. Şüphesiz bu sevinç büyükleri de heyecanlandırırdı. Şevval hilali görülmediği takdirde ramazanın otuzuncu günü ikindi namazından sonra atılan toplarla ertesi günün bayram olacağı ilan edilir. Böylece ramazanın sonunda ikindi namazı vakitlerinde atılan topla dört gün üst üste top atılmış olur. Bunun yanında bayramın ilk günü namazın bitiminde bayramın ilanı amacıyla bayramlaşmaların başlayabileceğine işaret amaçlı top atılması âdeti de bulunmaktadır. Bayram geceleri selatin camilerinin minarelerine kaftan giydirilir. Mahya olarak bir yol resmedilir, bununla ramazanın uğurlanması ve yolculuğu ima edilmiş olur.52 Bayram geceleri heyecanla uykuya dalan evler, sahura kalkmanın alışkanlığıyla daha güneş doğmadan oldukça erken saatlerde uyanırlar. Bir yandan da mahalle bekçileri yine davullarını çalıp:

Bu sabahın ayazına
Kalkın hakkın niyazına
Abdest alın ey komşular
Buyurun sabah namazına

manilerini okuyarak halkı namaza kaldırmak üzere mahallelerde gezerler. Minarelerden yükselen lahuti seslerle temcitler verilir ve sabah ezanları okunur. Genç, yaşlı her erkek camilere yönelir. Erkek çocukları yeni bayramlıklarını giymiş olarak babaları veya akrabalarına eşlik ederler. Kılınan sabah namazının ardından hoca efendi bayram namazına kadar bayramın değeri ve faziletiyle ilgili vaaz ve nasihatte bulunur. Vakit girince iki rekâtlık bayram namazı kılınır. Buhurîzade Mustafa Itrî’nin segâh makamında bestelediği tekbir sesleri arasında hatip minbere çıkar. Bayram hutbesi ve namazın ardından cemaat tanısın tanımasın birbirleriyle bayramlaşır. Aradaki farklılıklar kalkar, küçükler büyüklerin ellerini öper, yakın yaş mensupları da tokalaşarak veya musafaha yaparak tebrikleşir. Camiden ayrılan cemaat doğruca mezarlıklara, yakınlarını ziyaret etmeye giderler ve mezarların başlarında Kur’an-ı Kerim tilavet ederler. Bundan ötürü surdışındaki mezarlıklarda bayram sabahları kalabalık olur. Büyüklerin eve gelmesiyle birlikte ailece bayramlaşma ve el öpme törenleri başlar, daha sonra aile efradı hep birlikte sofraya oturarak kahvaltı yapar. Bu sırada ramazan gecelerinde davul çalarak mahalleliyi sahur yemeğine kaldıran bekçilerin davulları mahallede tekrar duyulmaya başlar. Çocuklar bekçinin davul vurarak okudukları manileri dinleyip ona mukabelede bulunmak üzere hazırlanır ve ardından da mahalle arkadaşlarıyla birlikte buluşarak mahalledeki komşuları ve yakınlarının bayramlarını tebrik etmek üzere bayramlaşmaya çıkarlar.

Ramazan Bayramı’nda her aile bütçesine göre çocuklarına yeni elbise almaya gayret gösterir. Çocuklar bayram sabahları kalkar kalkmaz çoğunlukla geceden başuçlarına koydukları bu yeni elbiseleri giyerler. Bayramlaşma bayram namazından dönülmesiyle birlikte başladığından evlere bayramlaşmaya ilk gelenler genellikle mahalle bekçileridir, onları tulumbacılar takip eder, ardından mahallenin çocukları gelir. Daha sonra yakın akrabalar, komşular ve tanıdıkların bayram ziyaretleri başlar, onlar gelirken genellikle eli boş gelmeyip yazma mendile sarılmış şeker ve yemiş getirmeyi tercih ederler. Bayram günleri ilerledikçe tebriğin ehemmiyetinin de azalacağı düşünüldüğünden büyüklerin bayramlarının tebrik etmeyi geciktirmek, edebe ve saygıya aykırı kabul edilmektedir. Bundan dolayı tebriğe gidilecek kimselerin en büyüklerinin birinci gün, diğerlerinin ikinci gün, daha uzak eş ve dostun da üçüncü gün ziyaret edilmeleri, bayramlaşma adabındandır. Nitekim Nedîm de meşhur gazelinde;

Pek umar teşrîfi iydin ikinci gün Nedim
Gündüzün olmazsa akşam olsa da mâni değil

16- Bayramlık kıyafetlerini giymiş çocuklar (d’Ohsson)

şeklindeki beytiyle bu durumu ifade etmeye çalışmaktadır. Ziyaretleri sırasında hane halkı evde bulunmadığı durumlarda misafirler isimlerini ziyaretçi pusulasına yazıp bırakırlardı. Ziyarete gelenlere önce şeker veya lokum, sonra kahve verilmesi bayram ikramlarına ait bir uygulamadır.

Fitre

Müslümanlar zekât, sadaka ve fitre gibi mali ibadetler sayesinde hem malın kendisi için verilmiş bir emanet olduğu bilincini yaşamakta, hem de kazancından bir kısmını ihtiyaç sahiplerine harcamak suretiyle Allah’a hamd ve şükranlarını bildirme imkânı yakalamaktadır. İbadetlerin özellikle ramazan ayında Allah tarafından fazlasıyla mükâfatlandırılacağını bilenler mali ibadetlerini de bu aya saklamakta veya artırarak sürdürmektedirler. Fitre ramazan ayına has bir sadaka türüdür. Bu sayede ramazan ayını yaşamanın ve oruç tutmanın bir şükür nişanesi olarak ramazanın sonuna kadar, o yılın zekâtı dağıtılmış olur. Ramazanı sağ salim bitiren kişinin bunun sevinci ve bedeli olarak bir Müslüman kardeşinin günlük ihtiyacını karşılayacak şekilde vermesi gereken paraya da fitre denilir. Bu meblağın aile fertleri başına aile reisi tarafından bayram namazından önce mutlaka dağıtılması dinen şarttır. Böylece zekâtın dışında fakir fukaranın bayram ihtiyaçları da karşılanmış olurdu.

Bütün bunların dışında İstanbul halkı arasında yardımlaşma ve dayanışmanın zirve noktaya ulaştığını gösteren ibretlik bir uygulamadan bahsetmek gerekmektedir. Bu da sadaka taşı adı verilen ve ahlaki normlarını İslam’dan alan toplumun eşsiz uygulamalarından birini göstermektedir. Sadaka taşları fakirin dilenmesine meydan vermeyen, hâli vakti yerinde olanın da gösteriş ve riyaya bulaşmaksızın yardım edebilmesine vesile olmaktadır. Fakirler ihtiyacı olduğunda gelip buradan ihtiyacı kadar parayı almakta, gerisini de diğer fakirlere bırakmaktadır. Alanın ve verenin birbirinden haberdar olmadığı bu sistemde, ihtiyaç sahibine, onurunu kırmadan yardım edebilme şansı yakalanmaktadır. Söz konusu taşlar, genellikle cami haziresi, medrese, tekke ve çeşme başı gibi mahallenin merkezinde bulunan dinî kurumların uygun bir köşesinde yer almaktadır. Bunlar, örneğin, 1 veya 2 m yükseklikte yuvarlak, dikdörtgen, sade ve motifli olarak konulmuş mermer ya da taş sütunlar içine oyulmuş çukur şeklinde görülebilir. Sütunların tepe noktaları veya taşların üzeri ile oyukların içleri bozuk paraların konulacağı şekilde çukurlaştırılmıştır.53 Taşlara para bırakmak isteyenler genellikle geceleri veya kimsenin bulunmadığı zamanları tercih etmektedirler.

Kurban Kesme ve Kurban Bayramı

Dinî bayramların ikincisi olan Kurban Bayramı’nın İstanbul’a ait uygulamaları Osmanlı coğrafyasının diğer bölgelerinden çok farklı değildir.

Bilindiği gibi İstanbul ve Anadolu’da bu bayramda hâli vakti müsait olanlar mutlaka kurban keserler. Bu amaçla yerleri müsaitse bayramdan birkaç gün önce aile efradından üzerine kurban düşenlerin hemen her birisi için dinî niteliklere sahip kurbanlık koç veya koyun satın alınırdı.

Kurbanlıklar evin bahçesinde üç-beş gün beslenir, güzelce yıkanıp tüyleri taranır, boynuzları zeytinyağıyla yağlanarak süslenirdi. Bugünlerde nişanlı damatların müstakbel gelinin evine kurdele ve altın takılarak süslenmiş koç alıp göndermesi, Kurban Bayramı geleneklerindendir.

Bayram sabahı evin erkekleri bayram namazına giderler. Bayram hutbesinde hatip, kurban ve teşrik tekbiriyle ilgili hükümleri hatırlatır.

17- Kurban edilmek üzere süslenen keçi ve koyun (d’Ohsson)

Teşrik tekbirleri arife günü sabah namazından başlanarak bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar yirmi üç defa “Allahu ekber Allahu ekber lâ ilahe illallahu vallahu ekber, Allahu ekber ve lillahi’l-hamd” ibaresinin farz namazların selamı ardından söylenmesidir. Hanefî mezhebince vacip kabul edildiğinden namazlardan sonra okunması gerekmektedir. Bayram namazını cemaatin birbirleriyle bayramlaşması takip eder. Ailenin geçmişlerinin mezarları ziyaret edilir, ardından doğruca eve dönülürdü. Kurban sahipleri kurbanlarını kendileri kesmeye özen gösterdikleri için bellerine bir futa bağlayarak kesim yerine giderlerdi. Kurban kanını toplamak üzere açılmış çukurun başında kurban kesildiğinde istenmeyen kokuların önlenmesi amacıyla buhurdan yakılırdı. Keskin bıçaklarla tekbir getirip besmele çekilerek kurbanı kesilirdi. Kesecek olanlara vekâlet vermek ve kurbanın başında bizzat bulunarak kurban kestirmek de yaygındır. Bıçağın keskin olup hayvana eziyet edilmemesine özen gösterilmesi, bıçağın bilenmesi kurbanın görmeyeceği bir yerde bilenmesi, hayvanın kesileceği çukurun başına çekiştirilmeden yumuşaklıkla getirilmesi, bu sırada gözlerinin, yatırıldıktan sonra üç ayağının bağlanması gibi hususlara titizlikle riayet edilirdi.54 İlk kesilen kurbanın kanı evin en küçük çocuğunun alnına sürülür ve hayvanın postu evde kullanılmayacaksa medrese, cami ve tekke gibi bir kuruma gönderilirdi.

Kurbanların hepsi kesildikten sonra hane sahibi şükranlarını ifade etmek amacıyla evine girip iki rekât nafile namaz kılar. Daha sonra ev halkıyla bayramlaşmaya geçer, bu amaçla kendisi büyüklerin ellerini öperken, evdeki küçükler de onun ellerini öper. Sonrasında ev işlerine yardım edenler ve çalışanlar varsa onlar sırasıyla gelip hane sahibinin elini öpüp bayramını tebrik ederler, sonra da birbirlerinin bayramlarını kutlarlardı.55 Kurban etleri üçe taksim edilir. Birincisi evde kalır. Diğer ikisi komşu ve ahbaplara, medresedeki talebelere ve karakoldaki neferlere dağıtılır. Koyunun ayak, işkembe, ciğer ve başı evde kalır, ayaktan paça, işkembeden çorba, ciğerden kavurma, baş ise kaynatılarak söğüş yapılır. Bu sırada hane sahipleri kurban eti pişirilene kadar ağzına başka bir şey koymaması bayramla ilgili geleneklerdendir.56

18- Beyazıt Meydanı’nda kurbanlık satışı (Yıldız Albümleri)

Kurban kesme işi tamamlandıktan, kurban etiyle kahvaltı yapıldıktan sonra bayram ziyaretleri başlar. Yakın mesafelere yürüyerek, uzak yerlere umumi vasıtalar kullanılarak, gerektiğinde faytonlar kiralanarak gidilir. Bu ziyaretler bayram günleri boyunca sürer.

Hac

İstanbul’un dinî hayatında hac ibadetiyle ilgili birçok uygulamadan söz etmek gerekir. Bunların başında Surre Alayı denilen kervanın resmî bir törenin ardından Medine ve Mekke’ye doğru yola çıkarılması gelmektedir.57

Hacı Uğurlama ve Hacı Tehniyeleri

Hacca niyet edenlerin huzur ve mutluluğuna ortak olmak amacıyla yola çıkışlarında uğurlama ve dönüşlerinde de karşılama törenleri yapılması, İstanbul ahalisinin önem verdiği geleneklerdendir. Hacılar yola çıkacakları gün uğurlamaya gelenlerle birlikte büyük bir camide namazlarını kılıp toplanma yerine hareket ederler. Burada okunan Kur’an, yapılan konuşma ve edilen duadan sonra hacı adayları uğurlamaya gelenlerle tek tek vedalaşıp helalleşerek gözyaşları içinde yola çıkarlardı.

Hacı kafilelerinin İstanbul’dan yola çıkmaları, önceleri kervan ve deniz yoluyla olurken, Hicaz Demiryolu’nun açılışından sonra buna tren eklenmiş ve zamanla kervan yolculuğu ortadan kalkmıştır. Özellikle 1940-1950 arasında devletin uyguladığı politikalar sebebiyle hacca gitmek yasaklanmış, 1950 yılından sonra devreye uçak yolculuğu girmiş, 1959’dan sonra başlayan vapur seferleri ise pek devam etmemiştir. 1970 sonrası karadan otobüslerle gidiş ise 1980’lerden sonra hemen hemen sadece havayoluna münhasır kalmıştır. Hacı kafileleri yola çıkmadan evvel başta Eyüp Sultan’ın kabri olmak üzere İstanbul’daki çeşitli türbeleri ziyaret ederek yola çıkarlardı. Kervanlar devrinde bütün hac kervanı belirli bir günde Üsküdar’da toplanır. Burada yapılan bir merasimin ardından Gebze’ye doğru yola çıkılırdı. Kafileyi uğurlayıcılardan isteyenler günümüzde de aynı adı taşıyan Ayrılık Çeşmesi’ne kadar kafileye eşlik ederek geri dönerlerdi. Edebiyatımızda menâzil-i hac adıyla anılan eserlerin bir kısmı İstanbul-Medine-Mekke güzergâhını tanıtan bir tür oluşturmuştur. İstanbul’dan gemi ile yapılan hac yolculukları hakkında fikir sahibi olmak için Cenab Şahabeddin’in Hac Yolunda (İstanbul 1325 [1909]) adlı yolculuk mektuplarından oluşan eseri ile Hüseyin Vassaf’ın Hâtıra-i Hicâziyye (Hicaz Hatıraları [nşr. Mehmet Akkuş], İstanbul 2012) adlı eserine bakılmalıdır.

İstanbul, Orta Asya ve Balkan Müslümanlarının hac yolculuklarında da önemli bir merkez olmuştur. Bu bölgelerden hacca gidecekler, önce İstanbul’a gelirler, burada bir cuma selamlığına katılarak tabir caizse halifeden izin alırlardı. Orta Asya’dan gelenlerin İstanbul’da kalmalarını kolaylaştırmak maksadıyla Üsküdar ve Sultanahmet’te Özbekler tekkesinin yaptırıldığı bilinmektedir.

19- İstanbul'dan hac kafilesiyle hareket ederek Haremeyn'e ulaştırılmak üzere hediyeler taşıyan Surre Alayı'nın Dolmabahçe Sarayı'ndan çıkıp Üsküdar'a geçmek için Kabataş İskelesi'ne doğru ilerlemesi

Bu yolculuğu sağlık ve afiyetle bitirip geri dönerek “hacı” sıfatını kazanan kişilerin karşılanması da düğün-bayram gibi coşkulu bir şekilde gerçekleşir. Düzenlenen karşılama törenlerine “hacı bayramı” anlamında hacı tehniyesi adı verilmektedir.58 Hacı kafilelerinin dönüş yoluna girdikleri haber alınınca aile ve akrabalar, karşılama hazırlıklarına başlarlar. Yapılan ilk iş evin kapısının yeşile boyanmasıdır ki kapısı yeşil evler, aile fertlerinin hacca gittiğini simgeler. Bekleme heyecanına çocuklar da eşlik ettiğinden yeşil kapılı evlerin önünde arkadaşlarıyla birlikte

Dön baba dönelim
Hacılara gidelim
Lokum şerbet içelim

tekerlemesini hep bir ağızdan söyleyerek oynarlar.

İstanbul’da hacı karşılaması, hacı uğurlamaya benzer bir şekilde şehrin karayoluyla giriş kapılarından Üsküdar’da gerçekleşir. Yakın akrabalar hacıları, geldikleri araçlardan inerken karşılarlar ve dua ve tekbirler eşliğinde evlerine kadar getirirlerdi. Evin önünde tekrar hacca gidilmesi, gidemeyenlerin de gidebilme kudretine sahip olması için dua edilmesi âdettendir. Zahmetli bir yolculuktan geldiğinden ötürü hacının ilk gün dinlenmesine izin verilip ziyaretine gidilmez. Bazen de hacı doğrudan kendi evine değil, bir komşusunun evine indirilir, haccı tebrik edilir; hâl hatırdan sonra hac yolculuğuyla ilgili olarak başından geçenler dinlenir.

Bu günlerde misafirlerin oturacakları odaya “tehniye odası” adı verilir, burası duruma göre önceden ipek halılar, seccadeler ve yumuşak minderlerle düzenlenmiştir. Hacı efendi, odanın uygun bir yerinde bulunan bir sedire oturur misafirler geldikçe ev sahibi tarafından karşılanıp bu odaya buyur edilirler. Bazen hacılar için toplu törenler de yapılmaktadır. Kur’an ve mevlidin okunduğu bu törenlerde hacdan gelen zemzem ve hurmaların dağıtılması yanında gülyağı ve gül suyu ikramı yapılır.

Haccın üç, dört, hatta bazen altı aylık uzun bir zaman dilimine denk gelen ayrılıklara tekabül etmesi, bu yolculuktan dönenlerin hasretle karşılanmasına sebebiyet vermiştir ki, bu durum konuşma dilinde “hacı bekler gibi” deyiminin kullanılmasına vesile olmuştur.59

İSTANBUL’UN DİNÎ HAYATINDA EĞİTİM MERKEZLİ FAALİYETLER

Otodidakt Eğitim Merkezleri

Bilindiği gibi Osmanlı kültüründe sohbetin önemli bir yeri vardır. Nitekim kaynaklar Osmanlı toplumunun bütün kesimlerinin sohbet kültürüyle yetiştiğine ve ortak kültür oluşturmak amacıyla belli kitaplar çerçevesinde hareket edildiğine işaret etmektedir. Bu kitapların başında Kur’an-ı Kerim gelir; onu okumayı öğrenmek ve bazı kısa surelerini ezberlemek temel eğitimin ilk basamağını teşkil eder. Âmin alayı veya besmele cemiyeti adıyla anılan bu uygulama başlı başına ele alınmaya layıktır.

Mesnevî, Buharî ve İhya Dersleri

İstanbul’a has bir uygulama olmamakla birlikte bu derslerin en etkili ve tanınmış isimler tarafından verilenleri şehrin eğitim ve kültür hayatına damgasını vuracak derecede önemlidir. Bunlar arasında Mesnevî, Buharî ve İhya derslerinin ayrı bir yeri vardır. Mesnevî daha çok tekke ve tarikat çevrelerinde okutulmakla birlikte selatin camilerin kadrolarında da Mesnevîhanlık yer almıştır. Nitekim Mehmet Akif Farsçayı Fatih Camii’nde Mesnevî okutan Esad Dede’den öğrenmiştir. Her iki kitabı okutabilmek için yeterli bilgi düzeyine erişmiş, bunun için icazet (diploma) almış kişilerden Mesnevî okutanlara Mesnevîhan, Buharî okutanlara ise Buharîhan denilmektedir. Bu tür faaliyetler genellikle “otodidakt” denilen bir bakıma yaygın eğitim, bir yönüyle de kendi kendini yetiştirme niteliğine sahip eğitim alanlarında gerçekleştirilmektedir. Osmanlı tedris geleneğinde mekânın pek önemli olmadığı, öğrencilerin toplanabileceği her yerin ders ve sohbet halkası olduğunu söylemek mümkündür.60 Kısacası Osmanlı medeniyeti hoca-talebe, usta-çırak ilişkisine dayalı bir eğitimden beslenmekteydi. Bu kurumlardan yetişenler arasında Kâtib Çelebi, Muallim Cevdet61 ve Ahmed Cevdet Paşa gibi isimlere rastlanmaktadır.62 Osman Nuri Ergin de Tanzimat’tan önce Frenklerin “otodidakt” dedikleri ve dilimize “kendi kendine eğitim ve öğretim yapmış kimse”, “hocasız âlim”, “mektepsiz münevver” diye tercüme edilen kimselerin tahsil yerlerini ev ve oda sohbetleri, camiler, tekkeler, hükûmet dairelerinin kalemleri, kütüphaneler, kahvehane/kıraathaneler şeklinde sıralanmaktadır.

20- Medine-i Münevvere ve Mekke-i Mükerreme (<em>Delâilü’l-Hayrât</em>)

Ev ve Oda Sohbetleri

Özellikle kış günlerinde evlerin misafir ağırlamaya tahsis edilmiş odalarında değişik kitapları okumak üzere sohbet toplantıları yapılması âdettendir. Ahmed Rasim kışa tesadüf eden ramazan aylarında teravihten sonra evlerde toplanıldığını bu toplantılarda hadis, evliya hikâyeleri ve cenk masalları yanında coğrafya, tarih ve siyer kitapları gibi birçok eserin okunduğunu ifade etmektedir.63 Yakın zamanlara kadar devam eden bu toplantılarda bilgili bir kimsenin eldeki eserden bir miktar okuması, muğlak yerlerle ilgili gerekli açıklamalar yapması şeklinde devam etmektedir. Bu tür faaliyetler sırasında zaman zaman dinî duygu ve gelişime katkı amaçlı hoşça vakit geçirmeyi temin etmek üzere teatral kabiliyetlerin devreye girdiği; iyi ve kötü tiplemelerinin yapıldığı bir okuma tarzına da başvurulmaktadır.64

İstanbul ev ve konaklarda hür eğitimin yapıldığı en önemli Osmanlı medeniyet merkezidir. Şehrin birçok yerinde, şairlerin toplandığı, musikişinasların bir araya geldiği, hattatların katıldığı mahfiller olduğu bilinmektedir. Nitekim Encümen-i Şuara toplantıları Hersekli Arif Hikmet Bey’in Laleli Çukurçeşme’deki evinde yapılmaktaydı. Cevdet Paşa’nın yetişmesinde İstanbul Çarşamba’daki Murad Molla Tekkesi ile Süleyman Fehim Efendi’nin Karagümrük’teki evinde yapılan bu kabil toplantılara devam etmesi çok etkili olmuştur.

Bu durum yalnızca erkeklerin takip ettiği bir okuma yöntemi olmayıp hoca hanımların da benzer şekilde okuma ve eğitim-öğretim faaliyetlerine katıldıkları bilinmektedir. İyi yetişmiş hoca hanımlar sıbyan mekteplerinde ders verme dışında talebe yetiştirmeye devam etmek üzere bazı evleri ve odaları da mektep hâline dönüştürmüşlerdir.

Cami Dersleri

Osmanlı kültüründe camiler vaizlik, imam-hatiplik ve müezzinliğe ek olarak dersiamlık, hatiplik, kürsü şeyhliği, cuma vaizliği, salavathanlık ve cüzhanlık gibi birçok vazife ihdas ederek, çok yönlü yaygın eğitim ve öğretim kurumları hâline gelmişlerdir. Buralarda yapılan uygulamaların en kalitelisi de gerek hocalar gerekse talebeler açısından İstanbul camilerinde yapılmıştır. Yine Osmanlı tarihi boyunca pek çok İstanbul camisinde aynı anda faal olan birçok kürsüden tefsir, hadis, fıkıh dersleri verilmek suretiyle halkın katılımına açık eğitim ve kültür hizmetinde bulunulmuştur.

Camide birincisi, vaaz ve hutbelerle telkin edilen dinî-ahlaki bilgi ve nasihatler, ikincisi açık eğitim kurumu ve konferans şeklinde yapılan dersler olmak üzere iki fonksiyonun öne çıktığı görülmektedir. Vaaz ve hutbeler cuma, Kadir Gecesi ve bayram günleri olmak üzere pazartesi ve perşembe gibi haftanın belli günlerinde imam ve hatipler ile vaizler tarafından yapılmaktadır.65 Bu tür eğitim amaçlı konuşmaların düzenli takip edilmesi sonucunda bir mahalle bekçisinin, bir sakanın, bir sütçünün ve bir sucunun yeterli bilgi birikimine erişebildiği ve bunu çevresine aktarabildiği bilinmektedir. Böylece basit, fakat yapıcı ruh malzemesiyle bu tür kimseler, okuma yazma bilmeseler de kültürlü olabilme fırsatını yakalamaktadırlar.66

Caminin doğrudan eğitim amaçlı ikinci fonksiyonunda cami dersleri ismiyle de anılan dersler, günün her saatinde yapılmakla beraber, iş saati dışındaki sabah veya ikindiden sonraki vakitlerde icra edilmeleri daha yaygındır. Sabahları yapılan dersler sabah namazıyla kuşluk vakti arasına denk gelmektedir. Esnaf çocukları, çıraklar ve Bâbıâli kalemlerine aday olanlar çalışma saatine kadar bu imkândan yararlanmışlardır. On iki yaşına kadar mahalle mektebinde okuma yazmayı ve ilk dinî bilgileri öğrenen, bazen de hafızlığını tamamlayan erkek çocukları herhangi bir medreseye gitmeden önce genellikle mahallelerindeki cami derslerine devam etmişlerdir. Bu talebelerden ilme kabiliyetli olanlar eğitimlerine Fatih, Süleymaniye ve Beyazıt gibi büyük medreselerde devam ederken diğerleri yeterli bilgi edindikten veya icazetlerini aldıktan sonra babalarının mesleğini devam ettirmişlerdir. Cami derslerine devam etmek kişilik açısından oldukça önemli kabul edilmiştir. Birçok kimse bu dersleri izlemek ve dönemin ünlü hocalarından ders dinlemekle övünmüştür. Kamu görevine alınma sırasında da cami derslerine devam etmiş olmak avantajlı bir durum telakki edilmiştir.67 Nitekim Muallim Cevdet’in Arapçayı Beyazıt Camii’nde ikindi derslerine devam ederek öğrenen isimler arasında yer aldığı bilinmektedir.68

21- Kur’an-ı Kerim: Bakara Suresi

Hatta camilerin hemen her birinin İslami ilimlerin değişik dallarındaki derslere ev sahipliği yaptığı anlaşılmaktadır. Mesela, Nuruosmaniye Camii’nin hat meşki yapanlar için bir mekân olduğu ve Arif Efendi’nin burada verdiği hat dersleriyle tanındığı görülmektedir. Bazen bu dersler camiye bir kapı ile açılan bitişik odalarda icra edilmiştir. Medresede temel dersleri alan öğrenciler, camilerde de daha genel derslere iştirak etmişlerdir.69 Dersiam geleneğinin önderliğini kural gereği şeyhülislam yapmıştır. Bu makamda bulunan kimse her hafta bir gün Beyazıt Camii’nde halka ve İstanbul camilerinin vaizlerine dinî konularda açıklama ve uyarılarda bulunmuştur. XVIII. yüzyıldan itibaren şeyhülislamlar bu görevlerini “ders vekili” denen kimselere bırakmışlardır.70

Birçok yerde camiler, eğitim faaliyetlerinin doğrudan yapıldığı mekânlar olmuştur. Özellikle çocukların eğitiminde camilerin dershane vazifesi görmesi yaygın bir uygulamadır. Cumhuriyet döneminde dinî faaliyetlerin sürdürülme imkânı verilmediği yaklaşık ilk on beş senenin ardından 1950’lerden itibaren gençlerin Kur’an-ı Kerim ve dinî bilgileri öğrenme faaliyetleri, yaz aylarında yine buralarda gerçekleştirilmeye başlamış71 olup bu uygulama hâlen sürmektedir.

Kahvehane/Kıraathaneler

Kültür hayatımıza XVI. asrın ortalarından itibaren giren kahvehaneler Osmanlı literatüründe mekteb-i arifân veya mecma-ı irfan olarak anılmıştır. Lehinde ve aleyhinde farklı değerlendirmeler olmakla birlikte ulema sınıfının devam ettiği kahveler ilmî sohbetlerin yapıldığı bir eğitim mahfili özelliği de göstermiştir. Mahalle kahveleri dinî-destani metinlerin okunduğu birer sohbet mekânı olmuştur. Kahvehanelerin açılışında caminin önemli bir etkisi olduğu kabul edilmektedir. Namaz vakitlerinden önce camiye gelip kapısını kapalı bulanların veya iki namaz arasındaki vakti geçirmek isteyenlerin bir müddet oturması ve beklemesi için camilerin yanında müsait mekânlar belirlenmiş, buraya gelenlere kahve ikramından dolayı bu mekânlara zamanla kahvehane ismi verilmiştir. Matbuatın ilerlemesiyle belli dergi, risale ve kitapların okunmasından dolayı da kahvehane adı yanında kıraathane ismi de kullanılmıştır. İstanbul kahvelerinin birer eğitim ve kültür merkezi hâline dönüşmesi bilhassa ramazanlarda olurdu. Nitekim Şehzadebaşı’ndaki Çaycı Rıza’nın kahvehanesi âlim, şair ve sanatkârların devam ettiği, devrin en iyi musikişinaslarının musiki icra ettiği bir yerdi. Kahve ve kıraathanelerde namaz vaktine kadar, bilhassa akşamla yatsı arasında halkın iyi vakit geçirmesini sağlamak amacıyla kitap okunması ve karagöz gibi oyunlar oynatılması âdet olmuştur. Yine kahve, mahalle merkezindeki caminin hemen yanı başında yer aldığından namaz aralarında cemaatin vakit geçirmesi ve bu sırada mahalleliyle görüşmesi yanında Anadolu kadar olmasa da İstanbul meddahlarının hikâyeler anlatması, halk şairlerinin saz eşliğinde manzumeler okunması, ilmî, edebî ve tarihî sohbetlerin, ince edebî nüktelerin yapılması gibi sohbetlerin icrasına da zemin hazırlamıştır.

DİNÎ VE GELENEKSEL TÖRENLER

Selamlama

Selam, İslam dininin ismine kaynaklık etmekte ve anlam zenginliğiyle İslam kültür ve medeniyetin en temel kavramlarından birisini oluşturmaktadır. Bu yoldan hareket eden ecdadımız selamı değişik anlam derinliği ve zenginliği çerçevesinde hayatına aksettirmiş, selamın âdeta beşerî ilişkilerin düzenleyicisi olma özelliğini öne çıkarmıştır. Çünkü kişi karşılaştığı kimseye “Selamün aleyküm” derken “Her türlü sıkıntıdan ve tehlikeden uzak ve salim ol, sonun hayra ve iyi çıksın.” diyerek dua etmekte ve karşısındakine kendisinde mevcut bulunan aşinalık ve ünsiyeti ifade etmektedir. Avrupalı seyyahlardan Guer de “Türklerin pek mükemmel görgü kuralları vardır ve hepsine can-ı gönülden riâyet ederler. Bunun bir nişanesi olarak birbirleriyle karşılaştıklarında sağ ellerini göğüslerine götürmek suretiyle selamlaşırlar.” demektedir.

22- Ayasofya’daki ders ve sohbet halkaları (Fossati)

Önce Selâm Sonra Kelâm adlı eserinde de Müstakimzade Süleyman Sadeddin Efendi selamın sözün aslı ve esası, kelamın da besmelesi mesabesinde olduğunu anlatmaktadır. Huşu ile kılınan her namazdan sonra huzur-i ilahiden “Allahım! Selâm sensin! Ve selam sendendir!”72 demek suretiyle çıkıldığı gibi sözün sonunda da yine içinde “selam” kelimesinin geçtiği “vesselam” tabirinin kullanılması âdettendir.

Son devir Osmanlı yazarlarından Avni Bey de Osmanlı’daki selamın çeşitli şekillerde ifade kalıplarına döküldüğüne dikkat çekmektedir. Mesela ulemaya mensup bir kimseye daima “Selamün aleyküm” denilirken diğer insanlar birbirine günün başlangıcında “Sabah-ı şerifleriniz hayrolsun.”, sonunda da “Akşam-ı şerifleriniz hayrolsun.” gibi tabirleri kullanırdı.

Osmanlı toplumunda bir de Arapça “dilemek, arzu ve temenni etmek” manalarına gelen “temenna” adı verilen selamlama şekli vardır: “Bir kimsenin sağ elini göğsüne veya -karşısındaki kimseye, daha da önem veriyorsa- biraz daha aşağıya dizlerine doğru indirip ardından elini önce ağzına sonra da başına götürmesi.” şeklinde tarif edilen bu selamlamayla kişi, karşısındakine zımnen “Eteğinizi veyahut hak-i payinizin (ayağınızın) tozunu öper başımın üzerine koyarım.” demek istemekte ya da “Allah hayırlı ömürler versin.” temennisini vücut diliyle ifade etmektedir.

Mevlit Törenleri

Osmanlı toplumunda Hz. Peygamber’e duyulan sevginin diğer toplumlarla mukayese edilmeyecek kadar çok olduğunun söylenmesi abartılı bir tespit değildir. Süleyman Çelebi’nin “kurtuluş ve kargaşadan çıkmanın yolu anlamına gelen Vesîletü’n-necât adlı mevlidi bu alanda yazılan iki yüze yakın eserin en meşhurudur. İsminden de anlaşılacağı üzere kurtuluşun yolunun ve reçetesinin Hz. Peygamber sevgisinde odaklandığını ifade eden bu mesnevi bütün Osmanlı coğrafyasında rağbet görmüş ve Osmanlı kültürel dokusunun oluşmasında kuvvetle yer almışsa da esaslı bir dinî ritüel değerini İstanbul’da elde etmiştir. Nitekim kandil gecelerinin hemen her birinde camilerde devlet erkânı ve ilmiye teşkilatının da katıldığı mevlit törenlerinin icra edilmesi, halkın doğumdan ölüme, sünnetten düğüne mutluluğunun paylaşılmasının veya sıkıntısının giderilmesinin en yaygın uygulaması olmuştur.

23- Eyüp Sultan Camii (Pardoe)

Hz. Peygamber’in doğumunun kutlandığı Mevlit Kandili Osmanlı halkının çok rağbet ettiği dinî törenler arasında yer almaktadır. Söz konusu törenler, İstanbul saray, konak ve evlerinde yapılanlarla padişahın katıldığı mevlit alayları ve selatin camilerinde okunanlar olmak üzere farklı şekillerde hayata geçirilmiştir. İlk defa ne zaman kutlanmaya başlandığına dair kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte bazen Osman Gazi’ye kadar gittiği rivayet edilen bu törenlerin Kanunî Sultan Süleyman döneminden itibaren saray protokolünde yer almaya başladığı, III. Murad döneminde ise resmîleştiği kabul edilmektedir. Kaynaklar Kanunî Sultan Süleyman’ın vefatının saklanmaya çalışıldığı sırada padişahın otağında 12 Rebiülevvel gecesi mevlit okunduğu, bunun ertesi gece de sadrazamın çadırında tekrarlandığı bilgisini vermektedir. III. Murad döneminde ise padişahın tüm mescit ve camilerde mevlit okutulmasını emretmesiyle Mevlit Kandili kutlamasının resmî bir hüviyet kazandığı anlaşılmaktadır. Mevlit törenlerinin gerek merasim boyutu, gerek musiki ve sanat yönü en ileri derecede İstanbul dinî hayatında ortaya çıktığı aşikârdır. Bursa’da kaleme alınmış ve Osmanlı coğrafyasının her tarafına yayılmış bulunmakla beraber, “Mevlid törenleri kıvamını İstanbul’da elde etmiş görünmektedir.”73 Bu gecede minareler ile şehrin içindeki ev ve dükkânların önünde kandil yakılması ve beşer tane top atılması geleneği de II. Mahmud döneminde 1835’te başlamıştır.74

Mevlit alayı adı verilen ve padişahların katıldığı kutlama töreninin genellikle Sultanahmet Camii’nde yapılması âdet olmuştur. Padişah saray erkânıyla birlikte camiye yaklaştığı zaman müezzin mahfilinde Ayasofya ve Sultanahmet kürsü şeyhleri günün anlamına uygun kısa vaaz verirler ve vaaz bitiminde halka şerbet dağıtılır. Bundan sonra da mevlithanlar tarafından Mevlîd’den bahirler okunur ve sonunda duahan tarafından yapılan duayla tören sona erer, padişah aynı şekilde yanındakilerle birlikte sarayına dönerdi.

Bundan başka hemen her devlet adamı ve zenginlerin konaklarında ve halkın bazısının evlerinde büyük katılımlar eşliğinde mevlit okutulması Osmanlı İstanbul’unun önemli âdetleri arasında yer almaktadır. Okunan mevlidin ardından misafirlere gülsuyu dökülmesi, mevlit için özel olarak hazırlanmış şekerlerin dağıtılması ve şerbetlerin ikram edilmesi tören geleneklerindendir.


DİPNOTLAR

1 Geniş bilgi için bk. Halil İnalcık, “İstanbul: Bir İslâm Şehri”, İstanbul Armağanı: Fetih ve Fatih (haz. Mustafa Armağan), İstanbul 1995, I, 73-74.

2 Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İstanbul 1985, s. 121.

3 Adalet Bayramoğlu Alada, Osmanlı Şehrinde Mahalle, İstanbul 2008, s. 136-137.

4 İnalcık, “İstanbul: Bir İslâm Şehri”, s. 75.

5 Reşad Ekrem Koçu, “Ezan”, İstA, X, 5471-5472.

6 Reşad Ekrem Koçu, “Cami Tenbihi”, İstA, VI, 3358.

7 Osman Nuri Ergin, Türkiye Şehirciliğinin Tarihî İnkişafı, İstanbul 1936, s. 1097.

8 Yahya Kemal, Aziz İstanbul, s. 52.

9 Yahya Kemal, age.,s. 63.

10 Geniş bilgi içi bk. Ahmed Vefa Çobanoğlu, “Külliye” DİA, XXVI, 543.

11 İnalcık, “İstanbul: Bir İslâm Şehri”, s. 74.

12 Alada, Osmanlı Şehrinde Mahalle, s. 164-165.

13 Uğur Göktaş, “Mahalle İmamı”, DBİst.A, V, 241; Mustafa Küçükaşcı, “Müezzin”, DİA, XXXI, 493.

14 Süheyl Ünver, Fatih Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul 1953, s. 52-54; Cahit Baltacı, “Osmanlı Eğitim Sistemi”, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, İstanbul 1999, II, 123,127.

15 Ünver, age., s. 26-27; ayrıca bk. Baltacı, agm., II, 123.

16 Yahya Kemal, Aziz İstanbul, s. 120.

17 Ergin, Türkiye’de Şehirciliğin Tarihî İnkişafı, s. 106, 108; a.mlf., Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul 1961 I, 208-209.

18 Mehmet Zeki Pakalın, “Cuma Vaizi”, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimler Sözlüğü, İstanbul 1983, I, 310.

19 Mehmet İpşirli, “Ayasofya Kürsü Şeyhliği”, DİA, IV, 224.

20 Pakalın, “Cuma Salası”, age., I, 304.

21 Geniş bilgi için bk. Pakalın, ‘Cuma Selâmlığı’, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Ankara 1972, I, 304-308. Arpaguş, Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı, İstanbul 2006, s. 64.

22 Ergin, Türkiye’de Şehirciliğin Tarihî İnkişafı, s. 112; a.mlf, Türk Maarif Tarihi, I, 212-213.

23 Yazıcızâde Ahmed Bîcan, Envârü’l-âşikīn, İstanbul 1306, s. 330-331.

24 Nuri Özcan ve Mustafa Uzun, “Cenaze Salâsı”, DİA, VII, 358.

25 Abdurrahman b. Yûsuf Aksarâyî, İmâdü’l-İslâm, MÜ İlâhiyat Fakültesi Ktp., Ali Rıza Hakses, nr. 202, vr. 79a-80b.

26 “Cenaze”, TA, X, 168; R. Lewis, Osmanlı Türkiyesinde Gündelik Hayat (trc. Mefkure Polay), İstanbul 1973, s. 108-109. Bu konuda İstanbul’a has uygulamalar için M. Halit Bayrı’nın İstanbul Folkloru kitabına bakılmalıdır.

27 Nesimi Yazıcı, “Maarif Dergisi Penceresinden Osmanlı Başkentinden 1892 Ramazanına Bir Bakış”, İSTEM, 1/1 (2003), s. 58.

28 Balıkhâne Nâzırı Ali Rıza Bey, İstanbul’da Ramazan Mevsimi (haz. Ali Şükrü Çoruk), İstanbul 1998, s. 49-50.

29 Balıkhâne Nâzırı, age., s. 44-45.

30 Nihal Kadıoğlu, “Ramazan Gelenekleri”, DBİst.A, VI, 304.

31 Balıkhâne Nâzırı, İstanbul’da Ramazan Mevsimi, s.42.

32 Balıkhâne Nâzırı, age., s. 19.

33 Erol Özbilgen, Bütün Yönleriyle Osmanlı, İstanbul 2007, s. 479.

34 Balıkhâne Nâzırı, İstanbul’da Ramazan Mevsimi, s. 38-41; Özbilgin, age., s. 480-481.

35 Pakalın, “Mahya”, Tarih Deyimleri, II, 387.

36 Balıkhâne Nâzırı, İstanbul’da Ramazan Mevsimi, s.18; A. Süheyl Ünver, “Mahya ve Mahyacılık”, İstanbul Risaleleri, İstanbul 1985, I, 48.

37 Uğur Göktaş, “Mahyacılık”, DBİst.A, V, 275. Ancak 1578’de İstanbul’la gelen Salomon Schweigger seyahatnamesinde mahya resimleri bulunmaktadır. Avustralya sefiri Ogier Ghiselin de Busbecq kandil geleneğinin kış günlerinde bulutlu gökyüzünde iftar vaktinin tespitinin zor olmasından ötürü başvurulan bir yöntem olduğunu haber vermektedir (Türkiye’yi Böyle Gördüm [haz. Aysel Kurutluoğlu], İstanbul, ts. [Tercüman 1001 Temel Eser], s. 147).

38 Ünver, “Mahya ve Mahyacılık”, I, 49-54.

39 Balıkhâne Nâzırı, İstanbul’da Ramazan Mevsimi, s. 92.

40 Ahmed Rasim, Ramazan Sohbetleri, İstanbul, ts. (Kervan Yayınları), s. 139.

41 Balıkhâne Nâzırı, İstanbul’da Ramazan Mevsimi, s. 32; Özbilgin, Bütün Yönleriyle Osmanlı, s. 480.

42 Ahmed Rasim, Ramazan, s. 76-80.

43 Firdevs Çetin, “XVI. Asır Alman Seyyahlarına Göre Osmanlı Toplumu (Müslüman Davranış ve Törenleri İle Dini Mekânlar)”, VD, 34 (2010), s. 29.

44 Nebi Bozkurt, “Mukabele”, DİA, XXXI, 100.

45 Balıkhâne Nâzırı, İstanbul’da Ramazan Mevsimi, s. 34, 38, 64.

46 Balıkhâne Nâzırı, age., s. 32-33; Ayverdi, İbrahim Efendi Konağı, İstanbul 1999,s. 106.

47 Pakalın, “Kadir Gecesi”, Tarih Deyimleri, II, 132.

48 Mustafa Uzun, “Kadir Gecesi”, DİA, XXIV, 126.

49 Balıkhâne Nâzırı, İstanbul’da Ramazan Mevsimi, s. 63-64.

50 Balıkhâne Nâzırı, age., s. 64.

51 Uzun, “Kadir Gecesi”, s.126.

52 Reşad Ekrem Koçu, “Bayram”, İstA., IV, 2884.

53 Ahmet Ali Bayhan, “Çivitçioğlu Medresesi Sadaka Taşı”, Çankırı Araştırmaları Dergisi, 5-6 (2010), s. 26.

54 Aksarâyî, İmâdü’l-İslâm, vr. 70a.

55 Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri (haz. Kazım Arısan-Duygu Arısan Günay), İstanbul 2002, s. 264-265.

56 Aksarâyî, İmâdü’l-İslâm, vr. 69a.

57 Surre-i Hümayun için bk. Siyaset ve Yönetim bölümü Surre-i Hümayun Başlığı.

58 Pakalın, “Hacı Tehniyesi”, Tarih Deyimleri, I, 698.

59 TDK Deyimler Sözlüğü, http://tdkterim.gov.tr/atasoz/?kategori=atalst&kelime=hac%FD+bekler&hng=tam

60 Arpaguş, Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı, İstanbul 2006, s. 64.

61 Ergin, Türkiye Şehirciliğinin Tarihî İnkişafı, I, 108; a.mlf., Muallim M. Cevdet’in Hayatı Eserleri ve Kütüphanesi, İstanbul 1937, s. 9, 17.

62 Cevdet Paşa, Tezâkir (nşr. Cavid Baysun), Ankara 1986, s. 8, 10; ayrıca bk. Ergin, Türkiye Şehirciliğinin Tarihî İnkişafı, I, 112.

63 Ahmed Rasim, Ramazan Sohbetleri, s. 153-154 krş. Arpaguş, Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı, s. 69.

64 Arpaguş, age., s. 69.

65 J. Pedersen, “Mescid”, İA, VIII, 74; Ergin, Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi, s. 19-20.

66 Ayverdi, İbrahim Efendi Konağı, İstanbul 1999, s. 115.

67 Musahibzâde Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı, İstanbul 1946 s. 34; Necdet Sakaoğlu, “Cami Dersleri”, DBİst.A, II, 374 krş. Arpaguş, age., s.72.

68 Ergin, Muallim M. Cevdet’in Hayatı, s. 9 krş. Arpaguş, age., s. 72.

69 Pedersen, “Mescid”, İA, VIII, 74; Ahmet Önkal-Nebi Bozkurt, “Cami”, DİA, VII, 51.

70 Sakaoğlu, “Cami Dersleri”, II, 374.

71 Önkal- Bozkurt, “Cami”, VII, 51.

72 Müslim “Mesâcid”, 135-136; Tirmizî, “Salât”, 108; Ebû Dâvûd “Vitr”, 25-27.

73 Mehmet Şeker, “Mevlid”, DİA, XIX, 479.

74 Balıkhâne Nâzırı, İstanbul’da Ramazan Mevsimi, s. 18.


Bu makale Antik Çağ’dan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi adlı eser içerisinde 2015 yılında yayımlanmıştır.

Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.

ALT BAŞLIKLAR
İlgili Makaleler