Adına ister “Konstantinopolis”, ister “Yeni Roma” isterse “Dersaadet” diyelim İstanbul müstesna bir şehirdir. İstanbul’un hikâyesi Eski Yunan döneminde Boğaz ve Marmara’nın kesiştiği yerde başlar, önce Roma İmparatorluğu’nun, sonra Bizans’ın ve nihayet Osmanlı Devleti’nin başkenti olarak devam eder. Bugün hâlâ modern dünyanın gözbebeği olarak hayatını sürdürür. Kuşkusuz üç imparatorluğa başkentlik etmiş bu uygarlıklar şehrinin öyküsü sadece siyasi ve idari olarak değil, iktisadi olarak da dikkate değer olmalıdır. Hele son yıllarda Yenikapı’da yapılan arkeolojik çalışmalar bu hikâyenin aslında sandığımızdan da gerilere gittiğini göstermektedir.
İstanbul her şeyden önce oldukça stratejik bir coğrafi konuma sahiptir. Bir taraftan Boğaz’ı kontrol eden, diğer taraftan Marmara’ya açılabilen ve en önemlisi son derece sakin bir liman olan Haliç’le tamamlanan bu konumun belki de İstanbul’un en önemli özelliği olması gerekir. Bu yüzden olacak Eski Yunan döneminden başlayarak doğu-batı karayolları ve kuzey-güney denizyolları ekseninde önemli bir kesişme noktası olmuştur. Bir yandan periferisinde yer alan muazzam bir tarım potansiyeli, öte taraftan denizle olan içiçeliği sayesinde dışarıdan getirilen mallarla zenginliğin de merkezi haline gelmiştir. Doğrusu bu zenginlik şehirde yaşayanlar için bir refah ekonomisi sunarken dışında kalanların gözünü kamaştırmış, tabiatıyla bu durum her zaman birilerinin hayallerini süslemiştir.
Her dönem önemli bir nüfus potansiyelini içinde barındıran İstanbul şehir ahalisinin temel ihtiyaçlarının giderilmesi en temel mesele olmuştur. Yönetim merkezi olması nedeniyle yönetici elitin ve asker-sivil bürokrasinin nüfus içinde önemli bir yer işgal etmesi bu iaşe meselesini daha da anlamlı kılmıştır. Aslında Sanayi Devrimi öncesinde hemen hemen bütün büyük şehirler gerek kıtlık, kuraklık gibi tabii, gerek savaşlar gibi gayritabii nedenler ve gerekse ulaştırmada ortaya çıkan aksamalar yüzünden iaşe sorunuyla karşı karşıya kalmışlardır.
İstanbul’un en önemli ihtiyacı tarih boyunca kuşkusuz su olmuştur. Şehrin kuruluşunu müteakiben su ihtiyacı menbalardan, kuyulardan ve sarnıçlardan sağlanmıştır. Fakat bir süre sonra ihtiyaç karşılanamamış ve Romalılar tarafından su yolları inşa edilmiştir. Aynı çabayı Fetih sonrasında Fatih Sultan Mehmed göstermiş ve eski Roma suyollarını ve su kemerlerini tamir ettirerek şehrin su ihtiyacını çözmüştür. Bu amaçla 200 kadar çeşme yaptırmıştır. Kanunî Sultan Süleyman da suyolları konusunda önemli adımlar atmış ve Belgrad Ormanları’ndan yeni su kaynakları tespit ederek şehre transferini sağlamıştır. Esasen Osmanlı devrinde su meselesi kurumsal bir mesele olarak ele alınmış ve bir nezaret vasıtasıyla yönetilecek kadar ehemmiyet verilmiştir. Aslında bugün bile su meselesi İstanbul’un en temel sorunlarından biri olmayı sürdürmektedir. Romalılar döneminde Istranca Dağları’ndan gelen su şimdi Melen Çayı yardımıyla Düzce gibi oldukça uzak mesafelerden temin edilmektedir.
İstanbul nüfusunun ihtiyacı olan temel ihtiyaç maddelerinin temini, yani iaşe usulü aslında Bizans’tan Osmanlı’ya belli bir süreklilik içinde seyretmiştir. Bu seyir içinde nüfusun az olduğu dönemlerde bir aksama olmadığı, ancak nüfusun arttığı dönemlerde ciddi krizlerle karşılaşıldığı görülmektedir. Nüfusun 20 binlerde seyrettiği bir klasik Yunan kenti olarak İstanbul için tarım ve balıkçılık başta gelen ekonomik faaliyetlerdi. Halkın ihtiyacı olan tarımsal ürünler Trakya tarafından gelmekteydi. Kent balık bakımından zengindi ve özellikle bol miktarda palamut bulunmaktaydı. Bizantion büyüyüp Yeni Roma yahut Konstantinopolis olduğunda iaşe meselesi daha da önem kazandı. IV-VI. yüzyıllarda şehirde müthiş bir zenginlik ortaya çıkmış, nüfus da oldukça artmıştı. Şehir ahalisine bedava ekmek, zeytinyağı ve şarap dağıtımı, iaşe politikasının önemli bir parçası olmuştu. Şehrin buğday ihtiyacı karşılanırken yakın Trakya toprakları dışında deniz yoluyla Mısır’dan da vergi karşılığı büyük miktarlarda buğday getiriliyordu. Bu faaliyet temelde devletin kontrolü altında olmakla birlikte çok aktörlü olarak gerçekleşen bir organizasyondu.
Osmanlı Devleti için İstanbul sadece bir şehir değil, âdeta devletin kalbi mesabesindeydi. Şehir halkının beslenmesi önemliydi kuşkusuz, ama ondan daha önemlisi asker ve bürokrat kesimin iaşesi, önemli olduğu kadar stratejikti de. Bir yandan temel gıda maddelerinin temini, diğer yandan esnafın hammadde ihtiyacının karşılanması gerekiyordu. Bunun için devlet taşranın artık ürününü merkeze, payitahta aktarıyordu. Bir yönüyle İstanbul, ürettiğinden daha çok tüketen bir yapıydı. Bunu yaparken devlet bazen denetleyici, bazen zorlayıcı, yeri geldiğinde de yasaklayıcı usulleri devreye sokuyordu. Bununla birlikte İstanbul’un iaşesi konusunda oluşturulan sisteme bakıldığında bunun her zaman müdahaleci bir formda yapıldığı da söylenemez. Devlet bu konuda pragmatik davranmış, mal darlığı ve bolluğuna göre piyasa düzenlenmiş, denetimler sıkılaştırılmış ya da gevşetilmiştir. Esas itibariyle piyasada bol, ucuz ve kaliteli mal bulunması amaçlanmıştır. Bir de özellikle askerî ve bürokrat sınıfın ihtiyaçlarında bir kesintiye mahal verilmemesine özen gösterilmiştir.
Bizans dönemi İstanbul’unda statüsü çok iyi bilinmemekle beraber vakıf örneği sayılabilecek bir iki örnek bulunmaktadır. Ama asıl vakıf uygulamaları Osmanlıların İstanbul’u fethiyle başlamıştır. Kurulan bu vakıflar kanalıyla şehircilik ve imar faaliyetleri; altyapı ve bayındırlık hizmetleri; dükkân, çarşı ve imalathaneler vasıtasıyla ticari ve sınai faaliyetler; yol, köprü gibi araçlarla ulaşım hizmetleri; cami ve mescitlerle dinî hizmetler; mektep ve medreseler vasıtasıyla eğitim hizmetleri; imaret, darüttıp ve darüşşifalar eliyle sosyal hizmetler ve sağlık hizmetleri; para vakıfları aracılığıyla sosyal güvenlik, kredi ve finansman hizmetleri yerine getirilmiştir. Özellikle su tesisleri kurulmasında çeşmelerden sebillere, bendlerden kuyulara kadar yapılan işlerin çoğu vakıflar kanalıyla gerçekleşmiştir.
İstanbul, Balkanlar ile Anadolu’nun, Karadeniz ile Akdeniz’in birleştiği bir yerde konumlanırken bu noktada öne çıkan en önemli özelliği ticaret olmuştur. Şehir daha erken dönemlerden itibaren bir ticaret merkezi olmaya başlamış, özellikle Bizans İmparatorluğu devrinde dünyanın sayılı metropollerinden biri olmuş, barındırdığı kalabalık nüfusuyla hem muazzam bir zenginlik yaratmış hem de olağanüstü bir tüketim merkezi hâline gelmiştir ki bu da ticaretini oldukça geliştirmiştir. Bu dönemde Sirkeci, Çemberlitaş ve Beyazıt meydanları birer ticaret merkezi olmuşlardır. Öte taraftan Bizans İstanbulu deniz ticareti bakımından son derece elverişli imkânları sayesinde başka memleketlere yapılan transit ticaretin de merkezi olmuştur. Haliç âdeta bir ticaret limanı hâline gelmiştir.
Osmanlı İstanbul’unda ticaret birçok bakımdan Bizans İstanbul’undakiyle benzerlik ve bir ölçüde süreklilik göstermiştir. Fetih sonrasında Haliç, Beyazıt-Kapalıçarşı, Sultanahmet-Çemberlitaş gibi bölgeler yine ticaret merkezi olmayı sürdürmüşlerdir. İstanbul’un önemli ticari mekânları çarşı ve bedestenlerdi. Daha Fatih zamanında iki bedesten ekseninde Kapalıçarşı doğmuştu. Bedestenler dışında hanlar bir başka ticaret mekânı grubuydu. Arastalar da bugünün pasajları olarak İstanbul’u süsleyen ticari merkezdi. Birer antrepo görevi üstlenen kapanlar daha çok Haliç’in iki yakasında yer almış olup Unkapanı, adını taşıdığı bugünkü yerde, Yağkapanı Galata’da, Balkapanı ise Tahtakale’deydi. Gümrükler, İstanbul’da iç ve dış ticaretin düzenlenmesi ve kontrolü açısından önemli birimlerdi. Yeni Cami’de emtia gümrüğü, Anadolu’dan gelen mallar bakımından Üsküdar Limanı ve Galata Rıhtımı deniz gümrüğü, Karagümrük’te bulunan gümrük ise kara gümrüğü olarak hizmet veriyordu. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren iktisadi ve ticari hayatın uluslarası boyutu arttı ve çeşitlendi. Batılı örneklerinden esinlenerek nezaretler, meclisler kurulmaya başlandı. Devletin bu yeni ticari kurumları doğal olarak başkent olan İstanbul’da kuruldular. Yerli ve yabancı şirketlerin oluşturduğu hareketlilik ve yabancı sermaye sayesinde İstanbul’un bir ticaret merkezi olarak önemi daha da arttı.
Bizans dönemi İstanbul’unda dükkânlar Ayasofya’dan başlayıp Aksaray’a doğru uzanan hat üzerinde yoğunlaşıyor, esnaflık faaliyeti de burada gerçekleşiyordu. Kireç ocakları, boya atölyeleri, çömlek ve cam imalathaneleri ise şehrin dışına taşınmıştı ve orada üretim yapıyorlardı. Bunların dışında devletin suyolları, bina, köprü ve yol yapımı için istihdam ettiği bir zanaatkâr grubu da vardı. Ayrıca silah, mücevher, kumaş ve iplik üretimi yapan işletmeler de saray çevresinde kümelenmişti. Kasap ve fırın gibi gündelik ihtiyaçları temin eden esnaftan ipek ve parfüm gibi lüks üretim yapan işletme sahiplerine kadar herkes loncalara kayıtlıydı.
Fethi takiben İstanbul’da sanayi üretim yerleri sayılabilecek imalathaneler kurulmuştur. Bunlar özellikle askerî sahada ortaya çıkan ihtiyaçları karşılamak üzere kurulan barut, tüfek, top, gemi vb. imalathaneleri olmuştur. Baruthane, Tersane, Tophane bu bağlamda klasik dönem Osmanlı ağır sanayisinin merkezleri olarak İstanbul’da hayat bulmuşlardır. Yine inşaat, kâğıt, tekstil alanlarında kurulan işletmeler askerî alan dışında da bir üretimin olduğunu göstermektedir. Çini, basma, kemha, darbhane, değirmen, fırın imalathaneleri benzer örnek teşkil etmektedir.
XIX. yüzyılla birlikte fabrika ölçekli gerçekleşen sanayileşme çabaları yine devlet öncülüğünde İstanbul’dan başlatılmıştır. Bu bağlamda tekstil sektöründe Beykoz Çuha (1805), Eyüp İplik (1827), Beykoz Deri (1830), Feshane (1835), Zeytinburnu Demir (1846), Veliefendi Basma (1848) fabrikaları öncü devlet fabrikaları olarak kurulmuşlardır. Tanzimat’tan sonra Yedikule’den başlayıp Küçükçekmece’ye kadar uzanan sahil hattı yeni sanayi bölgesi olarak şekillenmiştir. Daha sonraları teknoloji bakımından gelişmiş devlet fabrikaları açılmıştır. Paşabahçe Cam (1884), Yıldız Porselen (1892) ve Beykoz Kâğıt (1886) fabrikaları bu yeni dönem fabrikaları örneklerindendir. Devlet sermayeli bu örneklerin dışında özel sektör tarafından kurulan fabrikalar da olmuştur.
İstanbul fetihten başlayıp Cumhuriyet’e kadar para darbının yapıldığı, para konusunda kararların alındığı, değerli maden hareketlerinin yönlendirildiği, barındırdığı finansal aracılar vasıtasıyla finans ihtiyacı olanların ihtiyaçlarının temin edildiği bir finans merkezi olmuştur. İstanbul’da faaliyet gösteren finansal aracıların başında sarraflar gelmekteydi. Sarraf Loncası’na bağlı olarak örgütlenenen bu sarraflar, özellikle Galata bölgesinde faaliyet göstermişler, hatta bir adları da “Galata bankerleri” olmuştur. Bu sarraflar daha çok Osmanlı tebası gayrimüslim Yahudi, Rum ve Ermeni vatandaşlarıdır. Köşe sarraflığı uygulamasının başlamasıyla birlikte İstanbul’un neredeyse bütün semtlerinde köşe sarrafları faaliyet göstermeye başlamışlardır. Bankerler de sarraflar gibi finansal aracılık yapmışlardır. Bankerler para dışında bankacılık faaliyetleri yapmak suretiyle sarraflardan ayrışırlar. “Galata bankerleri” olarak namlanan bu kimseler devletin kısa vadeli borçlanma ihtiyacını görmüşlerdir. Üçüncü grup aracılar ise bankalar olup Dersaadet Bankası (1849), Osmanlı Bankası (1851), Bank-ı Osmanî-i Şâhâne (1863), Ziraat Bankası (1888) ve Türkiye Millî Bankası (1909) İstanbul’da kurulan onlarca örnekten sadece bir kaçını oluşturmaktadır.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında kalkınma ve sanayileşme noktasında İstanbul hep ikinci planda kalmıştır. Kurulan çok sayıda fabrikadan sadece ikisi, Paşabahçe Cam Fabrikası ve Bakırköy Mensucat Fabrikası, İstanbul’da inşa edilmiştir. Bu arada İstanbul’da bulunan çok sayıda şirket de kamulaştırılmıştır. Ankara-İstanbul ekonomik çekişmesinin bir neticesi olarak İlk İktisat Kongresi 1923’de İzmir’de toplanmış olsa da kongreye en büyük katılım İstanbul’dan olmuştur. Her şeye rağmen 1920-30 yılları arasında Türkiye’de kurulan 201 anonim şirketin 119’u İstanbul’da kurulmuştur. Bu şirketler içinde yabancı sermayeli şirketler İstanbul’da, yerli sermayeyle kurulanlar ise Ankara’da olmuştur. Bu bağlamda Cumhuriyet döneminde kurulan tüm kamu bankalarının merkezi de Ankara olmuştur.
II. Dünya Savaşı’nın olumsuz ekonomik sonuçlarından da İstanbul çok etkilenmiş; un, yağ, şeker gibi temel gıda maddelerinde karne uygulaması ilk İstanbul’da başlatılmıştır. Savaş sonrasında, 1947 yılında, İstanbul Tüccar Derneği kurulmuştur. Bu dernek Demokrat Parti iktidara geldiğinde İstanbul tüccarının sesini duyurmak için büyük gayret göstermiştir. Yine İstanbul Tücar Derneği’nin gayretleriyle ikinci Türkiye İktisat Kongresi 1948’de İstanbul’da toplanmıştır. Bu kongrede alınan kararlar neticesinde artık erken dönem katı devletçiliğinin sürdürülemeyeceği görülmüş ve 1946’da çok partili hayata geçilmiş, ithal ikameci sanayileşme politikalarıyla İstanbul tekrar büyümeye ve gelişmeye başlamıştır. Türkiyenin 1950-80 yılları arasında uyguladığı ithal ikameci sanayileşme politikaları İstanbul’u bir montaj sanayi merkezi hâline getirmiştir. 1980 yılında alınan ve tarihe “24 Ocak Kararları” olarak geçen yeni iktisat ve sanayileşme politikasıyla eksik olan finans ayağı ikame edilmiş ve İstanbul giderek bir finans merkezi olmaya başlamıştır. Ülke dış ticaretinin oldukça yüksek bir kısmı İstanbul’dan yapılmaya başlanmış, şehir 2000’lerin başında İmparatorluk başkenti olduğu günlere geri dönmüştür.
İstanbul sahip olduğu coğrafi konum sayesinde tarih boyunca ve farklı devletlerin egemenliği altında iktisadi bakımdan zaman zaman düşüşler yaşasa da hep canlı ve gelişen bir şehir olmuştur. Bir zamanlar fetih sonrasında Osmanlı coğrafyasının farklı yerlerinden gelen yeni yerleşimlerle şehir nasıl canlanmışsa, Cumhuriyet döneminde şehirden bir şekilde hatırısayılır miktarda gayrimüslimin ayrılması da çeşitlilik ve canlılığı zayıflatmıştır. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte bir Ankara-İstanbul çatışması-çekişmesi yaşanmış, bu gerilim bir kuşak geride bırakılarak aşılabilmiştir. 1920’lerde Ankara’nın “öteki”si olan şehir, 1950’lerle birlikte üzerindeki baskıyı atmış, 1980’lerden itibaren cazibe merkezi hâline gelmiş, 2000’lerden itibarense bir obez şehir olarak Türkiye ekonomisinde yönetilmesi zor bir ağırlığa ulaşmıştır. XX. yüzyılın başında bir imparatorluk başkenti olan İstanbul bir asır sonra yeniden eski gücüne kavuşmuş ve ekonomik potansiyeliyle XXI. yüzyılın başında küresel ekonominin en önemli merkezlerinden biri olacağını ortaya koymuştur.
Bu bölümde İstanbul’un iktisadi tarihi üç alt başlıkta incelenmiştir. Osmanlı öncesi İstanbul’u Eski Yunan ve Roma-Bizans dönemleri birinci kısımda değerlendirilmiştir. Bu kısımda yer alan ilk yazıda daha çok Konstantinopolis’in yükselişinin ekonomik temelleri üzerinde durulmuştur. Şehrin iaşesi, şehirdeki ticari yapı ve ilişkiler, ekonomik kurumlar, kullanılan para sistemi gibi konular bu yazının muhtevasını oluşturmuştur. Bir ikinci yazıda şehrin en temel ihtiyaç maddesi olan su temini meselesi konu edilmiş, Roma döneminde şehre nerelerden ve nasıl su getirildiği sorusu salt iktisadi olarak değil teknik ve mimari boyutları da hesaba katılarak cevaplanmaya çalışılmıştır. Bu kısım Eskiçağ İstanbul’unda halkın en temel tüketim maddelerinden birini oluşturan balık ve balıkçılığın ele alındığı bir çerçeve yazıyla süslenmiştir.
Kuşkusuz İstanbul’un bilinen tarihi içinde Osmanlı’nın ayrı ve önemli bir yeri bulunmaktadır. İkinci kısım müstakil olarak bütün Osmanlı tarihi boyunca şehrin iaşesinin ele alındığı bir yazıyla başlamaktadır. Gerçekten de önemli bir nüfus potansiyelini içinde barındıran şehir ahalisinin temel ihtiyaçlarının giderilmesi, her dönem en temel mesele olmuştur. Başta hububat olmak üzere, et, odun, sebze ve meyve bu iaşeye konu olan mallar olmuştur. Osmanlı öncesinde olduğu gibi su meselesi Osmanlı dönemi İstanbul’unun da en temel meselelerinden birini oluşturmaktaydı. İşte bu hususu ele alan bir yazıda konu fetihten başlayıp Cumhuriyet’e kadar getirilmiş, bu uzun zaman dilimi içinde nelerin yapıldığı özetlenmiş, adeta İstanbul’un su tarihi yazılmıştır. Bu kısımdaki üçüncü yazıda şehir vakıf ilişkisi masaya yatırılmış ve İstanbul’un hayatında vakıfların rolü irdelenmiştir. Biri İstanbul halkının temel ihtiyacı olan ekmeğin hammaddesi olarak hububatın nasıl temin edildiğini Zahire Nezareti üzerinden ve diğeri de bu buğdayın ekmeğe dönüş hikâyesini İstanbul’un değirmenleri üzerinden anlatan iki çerçeve yazı iaşe meselesini tamamlamak üzere yer almıştır.
Müteakiben Osmanlı başkentinde ticaretin nasıl ve nerelerde yapıldığı, aktörlerinin kimler olduğu ve devletin ticaretteki rolü bir yazıda; İstanbul için denizin önemi hususen deniz ticareti merkeze alan ikinci bir yazıda; fetihten sonra başlayıp sanayileşme dönemine kadar devam eden klasik esnaflık ilişkileri ve sanayileşme sonrasında fabrikalarla tanışan İstanbul’un endüstriyel dönüşümü üçüncü bir yazıda; dokuma, kâğıt ve cam sanayisi ile bu alandaki kuruluşlar dördüncü bir yazıda; bankerlerin, bankaların ve paranın aktörleri olduğu İstanbul finans tarihi beşinci bir yazıda incelenmiştir. Ticaret yazısına “İstanbul Bedestenleri”, “İstanbul Ticaret Odası”, “İstanbul’da Temel Gıda Maddelerinin Fiyatları” ve “İstanbul’da Kurulan Anonim Şirketler” başlıklı dört; sanayi yazısına “Sergi-i Umumî-i Osmanî”, “Yıldız Porselen Fabrikası” ve “Zeytinburnu Demir Fabrikası” başlıklı üç; finans yazısına da “Darphane-i Amire” ve “Dersaadet Vergisi” isimli iki çerçeve yazı eşlik etmiştir.
İstanbul’un iktisadi tarihinde üçüncü ve son kısım Cumhuriyet İstanbul’una ayrılmıştır. Üç ayrı yazıdan oluşan bu kısımdaki birinci yazıda İstanbul’un Cumhuriyet’in kurulmasıyla beraber sanayi, ticaret ve finans bakımından Osmanlı’dan nasıl bir miras devraldığı, başkent olmaktan çıkmanın bu konularda nasıl bir değişim ortaya çıkardığı ve günümüzde şehrin ticari, sınai ve finansal olarak nasıl bir envantere sahip olduğu anlatılmıştır. İkinci yazıda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken vakıfların ne durumda olduğu, bunların kurumsal ve mevzuat bakımından nasıl bir değişim geçirdiği ele alınmıştır. Üçüncü ve son yazıda ise aynen Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de şehrin en temel meselelerinden biri olmaya devam eden su meselesi ve bu konuda yapılan çalışmalar sıralanmıştır. Bu kısım Cumhuriyet döneminin ticari ve sinai tablosundan kesitler sunan “İstanbul Sanayi Odası”, “Mecidiyeköy Likör Fabrikası”, “Nuri Demirağ Uçak Fabrikası” ve “Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu” başlıklı dört çerçeve yazıyla tamamlanmıştır.
İstanbul’un iktisadi tarihinin tam bir çerçevesinin çıkarılmasının, Nüfus ve Ulaştırma bölümlerinin bu bölümle beraber değerlendirilmesiyle mümkün olacağı hatırda tutulmalıdır. Hatta buna “Gündelik Yaşam ve Sosyal Hayat” başlıklı bölümdeki kimi yazıları ve siyasi gelişmeleri de katmak gerekecektir.