Hocam sizinle eski İstanbul’u, İstanbul kültürünü ve musiki mahfillerini konuşmak istiyorum. Özellikle musiki mahfilleri çok ilgimi çekiyor; çünkü bu mahfiller zengin bir kültürün yaşatılıp gelecek nesillere aktarılmasında son derece önemli bir rol üstlenmiştir. Gerçi siz İstanbul’da doğmadınız, çocukluğunuz ve ilk gençliğiniz de İstanbul’da geçmedi. Fakat bu şehre 1943 yılında geldiğinize göre tam yetmiş yıldır İstanbullu olduğunuz anlamına geliyor. Bu da sizi doğma büyüme İstanbullulardan daha fazla İstanbullu yapmaya yeter. Bir de İstanbul’un henüz bütünüyle bozulmadığı yıllarda geldiniz. Dolayısıyla bizim konuşmak istediğimiz İstanbul’u çok iyi biliyorsunuz. Şimdi kalktınız Edirne’den İstanbul’a geldiniz. Kafanızda nasıl bir İstanbul vardı, ne ile karşılaştınız?
İstanbul’a liseyi bitirdikten sonra üniversite tahsili yapmak üzere 1943’te geldim. Daha önce de görmüşlüğüm vardı İstanbul’u. Babamın asker olarak görev yaptığı yerlerde orta mektep ve lise yoktu. İlk mektebi bitirdiğim sene babam, Ceyhan’a tayin edildi. 1937 yılı... Ceyhan’da orta mektep yok. Bu sebeple orta mektebi Edirne’de okudum. Edirneliyiz biz aile olarak, dedem, büyükannem, halam hep Edirne’de... Orta mektebin ancak üçüncü sınıfında Ceyhan’a giderek babamı görebildim. O vesileyle İstanbul’dan gelip geçiyordum. Burada teyzem oturuyordu.
Herhâlde istasyonu filan görüyordunuz.
Hayal meyal işte... İstanbul’da sizin de ifade ettiğiniz gibi 1943’ten beri yaşıyorum, hiç ayrılmadan... Şans eseri askerliğimi de İstanbul’a çok yakın bir yerde, Gebze’de yaptım ve İstanbul’dan hiç kopmadım sayılabilir. Şimdi 1943’te İstanbul’a geldim. Amcamın oğlu Vedat beni Haydarpaşa’da karşıladı, vapurla karşıya geçip Cerrahpaşa’da, Hafız Galip Sokağı’ndaki evine geldik. Niyetim Tıp Fakültesi’ne girmekti, müracaatımı yaptım. O tarihte Tıp Fakültesi’ne imtihanla girilebiliyordu. Liseden edebiyat şubesi mezunu olduğum için çok çalışmak mecburiyetindeydim; bunun için kendime Laleli’de, İstanbul Üniversitesi’ne yakın yerdeki Koca Ragıb Paşa Kütüphanesi’ni mesken olarak seçtim. Biliyorsunuz, 1950’lerdeki imar faaliyetleri sırasında yol yükseldi, kütüphane biraz aşağıda kaldı galiba. Eskiden caddeyle aynı sevideydi, hemzemindi.
Yol yokuştu, değil mi efendim?
Evet, yokuş vardı. Laleli’ye çıkarken Koska’ya yakın, bahçesi de olan çok asude bir yerdi. Müdürü de çok ciddi bir adam. Değil konuşmak, öksürmek bile yasak. Orada bir ay kadar aşağı yukarı her gün akşama kadar çalıştım. Mutlaka kazanmak istiyordum. Nitekim sınavları kazanarak Tıp Fakültesi’ne girdim. İstanbul’la ilgili ilk intibalarım o günlerden kalmadır. Zeynep Hanım Konağı diye bilinen mahalde konferans salonumuz vardı. Dersleri orada görmeye başladık.
O zaman Zeynep Hanım Konağı yok.
Yok.
Sizin İstanbul’a gidişinizden üç yıl kadar önce yanmıştı. Dolayısıyla o konağı hiç hatırlamıyorsunuz.
Bu meşhur konağın ismini İbnülemin Mahmud Kemal Bey’den işitirdim, o aileyle yakın münasebeti olduğu için konaktan çok sık bahsederdi.
Babası Emin Paşa, Kâmil Paşa’nın mühürdarıydı. Çocukluğu o konakta geçmiş.
Konağın yeri o tarihte boştu. Fen Fakültesi inşaatı da ya başlamış yahut başlamak üzereydi. Pek fazla hatırlayamıyorum. Harp yıllarıydı tabii, zor şartlar altındaydık. Belki de temeli atılmıştı, öyle yarım kalmış gibiydi. Fizik ve kimya derslerini oradaki konferans salonunda görmeye başladık. Büyük bir salondu. İlk hatırladığım da bu salonda üniversitenin 1 Kasım’da yapılan açılış merasimi. Ondan sonra dersler başladı.
Biliyorsunuz efendim, sözünü ettiğiniz salon aslında Zeynep Hanım Konağı’nın manej yeriymiş. Emrullah Efendi’nin Maarif Nazırlığı döneminde elden geçirilerek konferans salonuna dönüştürülmüş. Bu salonu biraz tasvir eder misiniz efendim?
Salon efendim, böyle bir amfi şeklinde değil, fakat arkalara doğru tamamen düz de değil de çok hafif meyilli... Ahşap direkler var. Kapıdan girildiği zaman çok geniş bir kürsü vardı, uzun bir kürsü. Hocalar orada ders verir, talebe de karşıdan dinliyor. Yani kapıdan girildiği zaman biz o kürsünün yanından salona geçerdik. Hocalarımız da tabii…
Yani giriş kapısı kürsünün yanında.
Evet, kürsünün yanında... Büyük bir salondu, herhâlde 900-1.000 kişiyi alabilecek büyüklükte bir salon. Bir yandan harp devam ediyor, bir yandan biz derslerini Almanca anlatan hocalarımızın derslerini bu salonda takip ediyoruz. Anlattıkları tercüme ediliyor. Hele bir biyokimya hocamız vardı, mikrofondan, büyük bir Alman komutanı yüksek sesle emirler yağdırıyormuş gibi ders anlatırdı.
Almanca öyle bir dil zaten.
Evet, evet. Sanki harp tebliği okuyordu
Peki, tercümeler yeterli miydi hocam?
Yeterli. Çünkü şey, rahatlıkla not tutabiliyorduk. O avantajı vardı. Tercüme edilenleri hoca Almanca konuşurken tamamlayabiliyorduk. O zaman not tutmak için diğerlerine göre daha ucuz sarı defterlerimiz vardı; dinlediğimiz her şeyi not etmeye çalışırdık. O yıllarda öyle her dersin kitabı kolay kolay bulunamıyordu. Onu hatırlıyorum. Madem açıldı, izin verirseniz üniversite hayatımı biraz anlatmak isterim. Üniversite Reformu’nun üzerinden henüz on sene geçmişti. Özellikle klinik öncesi derslerimizin hemen hemen bütün hocaları Alman asıllıydı.
Yahudi hocalar.
Evet, Yahudi hocalar. Daha sonra sınıfımız yükseldikçe o zaman mesela üçüncü dördüncü sınıflarda zaman zaman Türk hocalarımıza da rastlardık. Ama büyük bir ekseriyeti, %75’i diyebilirim, yabancı hocalardı. Tabii Beyazıt Meydanı da gözümün önüne geliyor. Ortada, üniversite kapısına yakın bir yerde genişçe bir havuz vardı, tramvay onun etrafında dönerdi. Sonra sağ tarafta, Beyazıt Camii’nin avlu duvarına bitişik, Küllük dediğimiz edebiyatçıların, şairlerin, İstanbul’un kültürlü insanlarının toplandığı, oturup konuştuğu bir kahve vardı.
Gider miydiniz Küllük Kahvesi’ne hocam?
Pek fazla gittiğimi söyleyemem. Bir de orada hocalarımızın devam ettiği bir lokanta vardı, Emin Efendi Lokantası... Oraya meşhur şairlerin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Mükrimin Halil Bey’in vesaire gittiklerini duyardık. Ama öğrenci bütçesiyle bizim o lokantalara gidecek hâlimiz yoktu. Bir de Dişçilik Okulu’nun yanından Bakırcılar Caddesi’ni hatırlıyorum. Oradan Mercan’daki İbnülemin Konağı’na giderdik, onu konuşacağız herhâlde.
Hocam, bazı dersleri Darülfünun konferans salonunda görüyordunuz. Diğer dersleri nerelerde gördünüz?
Mesela hayvanat ve nebatat, yani ilk sınıf derslerini şimdi İstanbul Müftülüğünün bulunduğu yerde Botanik Enstitüsü var ya, orada yapardık. Onun bir katı daha sonra indirilmiş, daha yüksekti. Tıp Fakültesi’nde birinci sınıf dersleri hep Fen Fakültesi’ne aitti. Bu sınıfı geçtikten sonra 1944-1945’te Tıp Fakültesi’ne kaydolduk. Tıp Fakültesi’ne Selahattin İçli ile beraber kaydımızı yaptırdık 1944 başında. 6.115 onun numarasıydı, 6.116 benim numaram.
Tıp Fakültesi neredeydi efendim?
Üniversitenin merkez binasında. Fakat Fen Fakültesi’ne kaydımı konferans salonunun karşısında bir binada yaptırmıştım. Şimdi o binanın ne olduğunu hatırlayamıyorum. Belki de konferans salonunun müştemilatında; çünkü hemen içeri girilebiliyordu. Efendim, diğer derslerin bir kısmını, mesela fizyoloji ve biyokimya derslerini merkez binanın içinde yaptık. Bağ bahçenin arkasında Morfoloji Enstitüsü vardı. Anatomi ve histoloji derslerini o binada yapardık. Dördüncü sınıftan itibaren de bir kısım dersleri yine merkez binada, ama diğerlerini hastanelerde yaptık. Mesela Cerrahpaşa… Cerrahi ve bazı dâhiliye dersleri orada olurdu. Haseki Hastanesi’nde dâhiliye ve nisaiye dersleri yapılırdı. Bizim sınıf ortopedi ve çocuk derslerini Şişli Etfal Hastanesi’nde okudu. Diğerlerini Çapa, Cerrahpaşa ve Haseki üçgeninde...
Yani üniversite hayatınızı eskilerin nefs-i İstanbul dedikleri yerde, yani Dersaadet’in kalbinde yaşadınız.
Evet, tabii... Beyazıt, Cerrahpaşa, Haseki, Çapa… Sadece çocuk ve ortopedi dersleri için Şişli Hastanesi’ne giderdik. Bizim mezun olduğumuz sıralarda o dersler de Haseki Hastanesi’ne nakledilmişti.
O yıllardan hafızanızda kalan şehir manzaralarından biraz söz eder misiniz?
Efendim, o yıllarda tarihî yarımadada ahşap binalar hâkim. Caddeler ve sokaklar çok dardı. Daha iyi anlaşılsın diye bir örnek vermek isterim. Tramvay, Aksaray’dan Topkapı’ya giderken Murat Paşa Camii’ne hatta Haseki’ye kadar iki hat hâlinde gelir, Haseki Hastanesi civarına gelince tek hatta düşerdi. Alt tarafta yol o kadar dardı ki karşılıklı evler âdeta birbirine yapışmış gibiydi. Tramvay böyle uzunca süre tek hatta giderdi, iki tramvay yan yana sığmazdı. Cerrahpaşa’da dersten çıkardık, Çapa’daki derse gideceğiz. Ne yapmak lazım? Cerrahpaşa’dan Aksaray’a kadar yürüyeceksiniz, oradan tramvayla Çapa’ya gideceksiniz. Kestirme gidemez misiniz peki? Hayır, Cerrahpaşa ile Çapa arasında hiçbir mahalle yoktu. Taşkasap’ta, yani Haseki’nin hemen üstünde evler vardır, fakat daha üst taraf, yani Şehremini ile Cerrahpaşa arası tamamen bostanlıktı. Büyük bostan kuyuları ve gecekondu bile denemeyecek ufak kulübeler vardı. Oralardan bir kuyuya filan düşmeyelim diye çok dikkatli geçerdik. İstanbul’un içinde böyle metruk yerler, geniş boşluklar vardı. Oralarda da işte o kuyulardan elde edilen sularla sebze bahçeleri filan sulanırdı.
Büyük ihtimalle büyük yangınların ardından boşalan alanlardır. Devletin ve halkın fakirliği yüzünden imar edilememiş. Bildiğim kadarıyla 1918’de çıkan büyük Fatih yangını o bölgeyi silip süpürmüş.
Evet, yangınlardan olmalı. O yıllarda herhangi bir yeni yapı da gözümüze çarpmazdı. Çünkü harp yıllarıydı, bütün acılar, zorluklar yaşanıyordu. İstanbul’un nüfusu ancak 450.000-500.000 kişi... Herkes kıt kanaat geçiniyor. Tabii bu bostanlar İstanbul’un sebze ihtiyacını karşılardı. Belki İstanbul’un sebze ihtiyacı dışarıdan değil de mevcut bostanlardan karşılanıyordu. Çok iyi hatırlıyorum mesela Langa, Kumkapı, Yedikule tarafları aşağıya kadar bostandı, sebzelikti. Yani İstanbul’un sadece çevresinde değil, içinde de sebze yetiştirilen bölgeler vardı. Ve tabii eski, ahşap evler... Sadece Beyoğlu’na çıkıldığı zaman daha yeni yapılar, apartmanlar görülürdü. O günkü anlayışımıza göre kendimizi Beyoğlu’na çıkınca çok büyük bir şehre gelmiş gibi hissederdik.
İki farklı dünya gibi.
Evet, iki farklı dünya... Beyazıt, Yedikule, Şehremini, Soğanağa... Böyle semtler vardı. Cağaloğlu’nda bile aileler otururdu, henüz bugünkü gibi işyerleri tarafından bütünüyle istila edilmiş değildi. Şehzadebaşı olsun, Yeşil Tulumba olsun, bunlar çok tanınmış semtlerdi, İstanbul’un eski ailelerinin oturduğu semtlerdi.
Savaşların, ekonomik krizlerin mahvettiği İstanbul bir de uzun süre ihmal edilince bir harabe şehre dönüşmüş. Tasvirlerinizden bunu anlıyorum.
Bir şey yapılamamış. Mesela Tophane ile Dolmabahçe arasında iki tarafa gelişigüzel yapılan ahşap dükkânlar yola taşmış, yol daralmış. Eminönü’nde bir yığın ahşap dükkân vardı; bunlar titizlikle yapılmış değildi, herkes bir yer kapmış da orayı mesken tutmuş gibi. Meydan açıldı da Yeni Cami ortaya çıktı. Titizlikle korumakla mükellef olduğumuz bazı yapılar âdeta istilaya uğramış gibiydi. Öyle bir görüntü vardı doğrusu.
Hocam, yine Beyazıt’a dönelim isterseniz. Beyazıt’tan Şehzadebaşı’na doğru gidiyoruz.
Evet.
Fuat Paşa Konağı var, şimdi Eczacılık Fakültesi... O bölgeden biraz söz eder misiniz?
Orada büyük kıraathaneler vardı. Ben tabii kahvehane meraklısı olmadığım için önlerinden geçerken görürdüm. İki tane bilardo salonu vardı, üniversite talebelerinin çoğu, hatta bazı arkadaşlarım giderdi oralara. Kâğıt falan oynarlar, yani o kadar mesela kıraathane dediğimiz şey şimdi yok. Bilmem nasıl izah edeyim onu, yani Şehzadebaşı’nda Turan Sineması’nı filan hatırlıyorum. Belediye Sarayı’nın hizasındaki sırada beş altı tane kıraathane vardı, şimdi her birinin yerinde büyük oteller var. Tek katlı şeylerdi bu kıraathaneler, dikkatimi çekerdi, niye bu kadar fazla kahvehane var, diye.
Darültalim Kıraathanesi’ni hatırlıyor musunuz? Musiki tarihimizde önemli bir yeri var.
Darültalim’i hatırlamıyorum. Sağda Letafet Apartmanı...
Onun altında imiş zaten.
A, evet. Letafet Apartmanı’na çok girdim çıktım. Üniversite korosuyla da bir aralık bir kış kadar orada çalıştık. Ama Darültalim Kıraathanesi’ni hatırlamıyorum. Hatta oraya bir aralık meşhur bir gazeteciyi, ismini siz çok iyi bilirsiniz, şimdi kimse hatırlamıyor, Ahmet Hidayet Reel’i davet etmiştim.
Evet, eski gazetecilerden... Yanlış hatırlamıyorsan Cumhuriyet’in yazı işleri müdürlerinden...
Benim çok sevdiğim bir İstanbul beyefendisiydi; hanımı Rahmi Bey’in talebesiymiş. O evde mesela Burhan Cahit Morkaya vardı. Onun hanımı Samiye Hanım da Tanburî Cemil Bey’in kemençe talebesi. Aynı zamanda yarışçı...
Otomobil yarışçısı...
Evet, otomobil yarışçısı. Bir otomobil kazasında bir elini kaybetmiş. Kemençe çalamazdı. Bakın siz sordukça bazı şeyleri hatırlıyorum. Onlarla dostluğum vardı. Ahmet Hidayet Bey çok muhterem bir insandı, çok iyiliğini de görmüşümdür. Tıp Fakültesi’ne bağlı radyoloji kliniği hocası Prof. Dr. Muhterem Gökmen tarafından asistanlığa onun yardımıyla kabul edilmiştim. Allah rahmet eylesin. Efendim, benim hakkımda ilk yazıyı yazan yazardır. Fakat yazısını bulamadım.
Cumhuriyet gazetesinde yazmıştı, “Gençler artık göğsümüzü kabartıyor, işte Nevzad Atlığ’ın üniversite korosunda dinlediğimiz gibi…” falan. Kendisine teşekküre gitmiştim. 1949 olabilir, daha eski değil.
Hocam şimdi Cumhuriyet’in arşivine bile girilebiliyor internetten. Bulunabilir sözünü ettiğiniz yazı.
“Söz Aramızda” diye haftada bir yazardı, o yazılardan birinde. Aynı zamanda Cumhuriyet’in bulmacalarını da yapardı.
Eski gazeteciler çok yönlü adamlar, öyle her işi yaparlardı.
Öğretmendi de aynı zamanda, coğrafya öğretmenliği yapardı. Yani geçim için. Nereden nereye geçtik. Şehzadebaşı’nda bir de Münir Nureddin’in devam ettiği Yavru’nun Çayhanesi’ni hatırlıyorum. Kendisini orada görmedim ama oraya sık sık gittiğini duyardık. Neyzen Tevfik’i de orada birkaç defa gördüm. Ama nedense onu görünce biraz korkardık.
Deli adam diye mi?
Sanki bize bir şey yapacakmış gibi... Uzağından geçerdik. Öyle şey şey dolaşırdı sokaklarda. Bir de Kuyucu Murat Paşa Medresesi’nde bir kış çalışmıştık, üniversite korosuna başka yer bulamadığımız için. İçeri girer girmez, sol taraftaki geniş mahalde. Millî Türk Talebe Birliği’ne aitti. Orada da çalıştığımızı hatırlıyorum.
Peki, o civarda Şamlı İskender’in dükkânını hatırlıyor musunuz?
Tabii efendim...
Orayı biraz anlatır mısınız? Musiki tarihimizde önemli bir dükkân...
Eskiden iki çeşit müzisyen vardı: Nota bilenlerle herhangi bir sazı çalabildiği yahut şarkı söyleyebildiği hâlde nota bilmeyenler... İkincilere pratik denirdi. Onlar pratik sıfatıyla anılırlardı. Babam öylesi değildi. Çok iyi okurdu, evimizde çok nota vardı. Şimdi, madem açıldı... “Sun da içsin yâr elinden âşıkın peymaneyi/Bir kadehle mest ü bitab et dil-i viraneyi” şarkısını bilir misiniz? Bimen Şen’in meşhur segâh şarkısı. Lise talebesiyim. Evde arıyorum, tarıyorum, yok! Allah Allah, ne yapacağım ne edeceğim? Bimen Şen’in beş altı sanatlı şarkısı varsa, biri de bu. Yegâh şarkısı da böyle bir şarkıdır, ama maalesef okunmuyor, çift meyanlı harika bir şarkı. Ne yapayım ne edeyim, lisenin ikinci sınıfında falanım. İstanbul’a bir arkadaşıma -yazın Antakya’ya gelmişti arkadaş olmuştuk- mektup yazdım. Bana bu notayı ne olur Şamlı İskender’den al, diye. Notaların arkasında görüyoruz Şamlı İskender ismini. Efendim, hiç unutmam, o arkadaş, bu notayı şöyle temin ediyor: O zaman nota yazarları var. Eğer basılmışı yoksa basılmamışsa nota, ona bir örnekten nota yazdırıyorlar, beş kuruşa, on kuruşa, her neyse... Şamlı İskender de bunu yirmi beş kuruşa satıyor. O zamanki mütevazı harçlığımla bana elli kuruşa mal olmuştu. Şimdi Şamlı İskender’in bende böyle bir hatırası var. Tabii İstanbul’a geldim. Bazı fasıllar bende eksikti, Arşak Efendi’nin fasılları. İlk onları aldım ondan. Şamlı İskender’i o şekilde tanıdım.
Bu dükkânı tasvir eder misiniz hocam?
Şöyle iki katlı bir dükkân... Fakat pek büyük bir dükkân değildi. Şimdi Eczacılık Fakültesi olan Fuat Paşa Konağı’nın karşısında, ama biraz daha aşağıda... Orada bir de Elektrik İdaresi var galiba... Ne diyordum, iki katlı olduğu belli, alt katı dükkân, üstünde ne vardı, bilmiyorum. Şamlı İskender’i de gördüm, hatırlıyorum. O zaman yaşlı bir adamdı, beyaz saçlı. Keman çaldığım için keman tellerini oradan aldığımı hatırlıyorum. Doktor Suphi Bey’in Nazariyat kitaplarını neşretmeye başlamıştı, onları ondan temin ettim. Orada, bazı müzisyenleri de görmüştüm. 1947 falan olabilir. Mesela Muhlis Sabahattin Bey’i...
Muhlis Sabahattin Ezgi...
Evet, Ezgi... Zaten çok kısa bir zaman sonra vefat etmişti, iyi ki görmüşüm. Şamlı İskender’e bir şarkısını mı bastıracaktı, nedir, masanın karşısında oturuyordu. Şöyle bir hayranlıkla baktım tabii, hiçbir şey söyleyecek hâlim yok. Sonra Şamlı İskender vefat etti. Oğlu da iri yarı, babasına benzeyen bir adamdı.
Sonra hocam, yavaş yavaş İstanbul’da musiki mahfillerine girmeye başladınız.
II. Dünya Harbi başladığında Trakya boşaltıldı biliyorsunuz. Biz, 1941’de, dedem büyükannem falan hep birlikte Edirne’den âdeta kaçarak Antakya’ya gittik. Zira babam Antakya’ya tayin edilmişti. Orada lise de vardı. Ben liseye Antakya’da devam ettim. Evde tabii musiki yapılıyor. Yine İstanbul’dan gelme, benden böyle üç dört yaş büyük, burada fasıllara devam etmiş Nami Karslıoğlu adında bir arkadaş edindim. Çok güzel sesi vardı, şarkılar söylerdi. Tabii bizim eve de dâhil oldu. İstanbul’da Kumkapı’da bir hocadan musiki dersleri almış, birçok fasıl geçmiş. Aynı zamanda hafızdı. Bana Antakya’da İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in meclisini anlata anlata bitiremedi. Bir iki defa götürmüşler onu. Öyle ballandıra ballandıra anlatırdı ki ben, İbnülemin’in salonunu mescit büyüklüğünde büyük bir yer olduğunu hayal ederdim. Büyük adamlar geliyor; üstadın bazı kaideleri, onları bana hafızasında kaldığı kadarıyla anlatıyor. İstanbul’a gelmeden önce, daha Antakya’da iken İbnülemin hakkında kulak dolgunluğum var. Lise nihayet bitti, amcazademle birlikte İstanbul’a geldim. Nami de İstanbul’daydı, onun kılavuzluğunda Kumkapı’ya gittik, ders aldığını ve kendisini İbnülemin Mahmud Kemal Bey’e götürdüğünü söylediği Recai Bey’i bulduk.
Recai?
Recai Güney. Ama bu tanınmış bir müzisyen değil, eski İstanbul’un mahalleli müzisyen takımından, nüktedan, şakacı, zarif bir adamdı. Kemençe de çalıyor. İbnülemin’in toplantılarında da kemençe çalarmış. İstanbulluların Türk musikisine merakından, meylinden bahsettik ya... O da işte kemençe çalmaya meyletmiş. Bu hadise 1943’te, herhâlde İstanbul’a gelişimin ikinci ayında falan oluyor. Ekim ayı falan. İşte amcazadem tambur, ben keman çalıyorum. Amcazadem lise tahsili sırasında Antakya’da bizde kalmıştı. Onun babası da asker, o sırada İstanbul’da. Peki, ben nerede kalacağım İstanbul’da? Ben de onların evinde iki sene kaldım. Yani amcazadem Vedat’la Antakya’da beraber olduğumuz gibi İstanbul’da da her dakika beraberiz. Evde beraber müzik yapıyoruz, ama olmuyor tabii. Bu Recai Bey dedi ki, “Siz.” dedi, “Yenikapı’da tambur yapan bir Ziya Usta var, istasyona yakın bir yerde, ona gidin. Sorun, gösterirler. Orada cumartesileri toplantı oluyor, müzik toplantıları. Bu Ziya usta Tanburî Kadı Fuad Efendi’nin talebesi, Mesut Cemil’in arkadaşıymış falan...” dedi. Efendim, neyse, biz bir cumartesi adamın kapısını çaldık. Dedi ki “Öğleden sonra gelin, yukarıda her cumartesi toplanıyoruz.” Peki. Gittik efendim orada tanıdığım Muhittin Erev, sonra Hüseyin Hüsnü Çatalcalı diye Darüttalim’de yetişmiş, pehlivan yapılı bir hanende var. Bir de onun yeğeni var, Talat Eğilmezer... Sonradan çok iyi dostum olan, ağabey gibi sevdiğim Hüsnü Coşar da udî... Toplanıyorlar. Kemanları yoktu, efendim, kabul ettiler bizi. İlk çalıştığımız eser de Seyyid Nuh’un o şaheser şehnaz bestesi: “Bezm-i meyde sâkıyâ devreylesin mül, gül gibi” Çok sanatlı bir eser... Böylece o kadroya dâhil oldum. İstanbul’da girdiğim ilk musiki meclisi, mahfili burasıdır, Tanburî Ziya Usta’nın Yenikapı’daki evinde.
Herhâlde ahşap bir ev...
Evet, ahşap bir ev, en alt katı bodrum katı Ziya Usta’nın atölyesi, tambur yapıyordu.
Lütiye yani.
Lütiye, evet. Tamburları da çok güzel. Aynı zamanda Şehzadebaşı Camii’nde müezzinlik yapıyor zaman zaman. Mecazibden olduğunu da söylerlerdi. Kendi hâlinde bir adamdı. Necdet Yaşar’a ilk tamburunu da ona yaptırmıştık galiba, 1950’de. Kendisi pejmürde, atölyesi berbattı, fakat yukarısı, yani müzik yaptığımız yer derli topluydu, herhâlde hanımı titiz bir hanımdı.
Hocam, yeri gelmişken merak ettiğim bir hususu sormak istiyorum. Birçok sazda o sazı yapan lütiyelerin isimleri bilindiği hâlde tamburda çok az isim var. Ben Ziya Usta’dan başkasının ismini bilmiyorum.
Bir de Ermeni Onnik Usta vardı Mercan’da. Çok meşhurdu. Başka, şey, bir de yani Dürrü Turan’dan bahsedilirdi, ama yani o daha ziyade tel mel falan filan satardı.
Cemil Bey’in tamburlarını hangi ustalar yapmıştı mesela?
Bilmiyoruz maalesef.
Hâlbuki mesela Avrupa’da keman vb. yapan ünlü lütiyelerin isimleri biliniyor. Mesela Stradivarius kemanları...
Tabii, haklısınız. Ama Ziya Usta daha ziyade tambur yapardı. Onnik Usta, başka sazlar da yapardı, fakat zannediyorum en meşhuru tamburdu. Mercan’da gibi ufak bir atölyesi vardı bir hanın içinde. Ne anlatıyordum? Sonra yine Recai Bey’in marifetiyle, 1943’te, kış gelmeden İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in konağına dâhil olduk.
Yani İstanbul’a gelir gelmez İstanbul kültürünün merkezine düşmek gibi bir şey.
Hakikaten öyle. On sekiz yaşında bir gencim, Anadolu’dan da gelmiş bir taşra çocuğu yani... Tabii Recai Bey, konağa gitmeden önce orada nasıl davranacağımızı, nasıl oturup nasıl kalkacağımızı filan uzun uzun anlatmıştı. Ne olacak, ne bitecek? Efendim, başla selam verilmeyecek. Elimizden geldiği kadar eski usulde temenna ettik. Neyse oturduk ve sorgu sualden geçtik. Nerede okuyorsun? Baban kim? Anlattım tabii, “Babam asker, ben burada amcamın yanında okuyorum, Tıp Fakültesi’ne devam ediyorum.” falan. “Ha, ne çalıyorsun?”, “Keman çalıyorum.” Neyse bir yer gösterdi, oturduk. Hasır iskemleler vardı.
Salonun neresindeydi, hasır iskemleler? Kapıya yakın mıydı?
Kapının yanında da vardı... Genişçe bir salon, aslında salon da denemez, büyükçe bir oda...
Biraz konağı anlatır mısınız hocam, nasıl bir yapıydı bina? Yıktılar biliyorsunuz biz yetişemedik.
Şimdi, evet, dış kapıdan avluya girilir, bir merdiven çıkılır. Asıl binanın kapısı o merdivende tabii. Büyükçe kâgir bir konak, fakat içi ahşap. Bir koridordan yürüyorsunuz, şöyle 5-6 m kadar. Sağdan merdivenle üst kata çıkıyorsunuz. Bina aşağı yukarı iki buçuk katlı bir şeydi. Hani baştan dedim ya, beş altı basamak merdiven çıkıyorsunuz. Ama çok karanlığa yakın loşlukta geniş bir sofaya çıkıyorsunuz. Üstat biraz muktesit, en düşük ampuller yanıyor. Orada bir büyük masa var. Herkes paltosunu, pardösüsünü, şapkasını, sazını vb. oraya bırakıyor. Sonra içeriye giriliyor. Genellikle meclis toplanmış oluyordu. Üstat gelenin seviyesine göre yerini gösteriyor. Biz de tam üstadın karşısına gelmeyecek şekilde, biraz uzağına, hasır iskemlelere otururduk. Kapının uzağında geniş bir kanepe vardı, üstat orada oturur, yanına ya bir ya iki kişi oturturdu. Sonra koltuklar vardı. Tam ortada. En ortada da, en büyük bir koltuk vardı. Orada mesela ya bir bakan yahut mesela Necmettin Molla gibi itibarlı biri geldiği zaman o koltukta oturur, yoksa boş tutulurdu. Yani ekâbire ayrılmış bir koltuk. Yanlarda da sekiz on tane koltuk vardı.
Soba ortada mıydı?
Soba, kapıya yakın bir yerdeydi, beyaz büyük bir çini soba. O daima kömürle takviye edilir. Hizmet eden bir beyefendi vardı mutlaka. Çok tanınmış böyle şair mair falan değil ama meclisin müdavimi olan güngörmüş insanlar sırf üstada saygılarından dolayı hizmet ederlerdi.
Herhâlde çay servisi...
E, çay.
Çayları da çok açık olurmuş galiba.
Efendim çay pek içmem.
Ama içmek gerekiyormuş galiba.
Baştan içtim tabii, başlangıçta hayır demem mümkün değildi. Derken müziğe başlandı. Tabii herkes sazını çıkardı. Sobanın başında oturan Tanburî Ali Efendi vardı. Kapalıçarşı’da Bitpazarı’nda elbise alıp satımıyla meşgul olan bir beydi. Mesela kundura tamircisi, Taksim’de hanlarda kundura işçiliği yapan birçok insan tanıdım. Bunların kimisi ud, kimisi tambur çalardı.
Yani elit musikisi değil, halkın da katıldığı musikisiydi.
Mesleklerini onun için söyledim. Düşünün ki Faize Ergin Hanım’a haftalığından iki buçuk lira ders parası ödeyerek ders aldıklarını biliyorum o tambur çalanların. Böyleydi o tarihlerde. Yok saray musikisi, yok divan musikisi... Yok böyle bir şey. Halka tamamen mal olmuştu. O Tanburî Ali nota bilmez, bütün eserler ezberindeydi ve faslı âdeta o idare ederdi. Bir Ekrem Bey vardı, emekli, ud çalardı. Konağa ilk gittiğimde bunlar vardı. Benim o tarihlerde musikim biraz işlekti, hafızam da yerindeydi. Bu sebeple onları o zaman hem beğenmedim, hem de eksik bulmuştum. “Yahu bana bu kadar övdüler, ama fazla bir şey bulamadım.” diye düşünmüştüm. Yapılan fasıl da iyi değildi. İdare iyi değildi. Hiçbirimizin önünde nota yok. Herkes, mesela ben bilmediğim bir şarkı çıkınca çalmaya çalışıyorum, falan filan, yani temiz bir musiki yapılmıyor. Zaman geçtikçe ben oraya arkadaşlarımı götürmeye başladım. Mesela Selahattin İçli, Ahmet Çağan, Fikret Kutluğ, Halil Nadaroğlu... Böylece üstadın teveccühünü de kazandım. Fasıllara hazırlıklı gitmeye başlayınca meclis daha bir revnak kazandı. Daha bir güzelleşti, üstadın sevdiği eserler daha rahat okunmaya başlandı. İşte o zaman, yani itibarım yükseldikten sonra, “Efendim, çay bana dokunuyor!” diye içmemeye başladım. Sonradan bizim Selahattin, orada çalışan birinden öğrenmiş. Meğer o çaylar hep kurutulur kurutulur, kullanılırmış. Hatta şaka falan yapanlar da olurdu. Mesela çay veren şahıs hesaplıyor kaç kişi var, otuz kişi... İkişer şekerden altmış kesme şeker koyuyor, e son çaylara şeker kalmıyor. Birkaç kişi iki tane atacağına üç tane dört tane atıyor, üstadı kızdırmak için. Böyle sıkıntılı bir dönemdi. Hiçbir şey kolay kolay bulunamazdı. Geceleri karartma da vardı.
İbnülemin’in meclislerinde başka kimi tanıdınız?
Mesela Süleyman Erguner’i... Daha evvel tanımıyoruz tabii, müşekkel bir adamdı; fasla falan karışmazdı. Yalnız faslın sonunda uzun bir taksim yapardı. Bir gece meclis dağıldıktan sonra beraber çıktık. Süleyman Bey çok mahviyetkâr bir insandı. Yani gençlere karşı kibri, yukarıdan bakması falan olmayan bir insandı.
İstanbullu mudur Süleyman Bey?
Evet. Sultanselimli. Efendim, sonra yürürken “Oğlum.” dedi “Sen neredensin?” Babamın süvari zabiti olduğunu söyledim. Şöyle durdu, “Kim bakayım yahu?” dedi. “Nazmi, Edirne...” dedim. “Ya, ben sizi tanıyorum Balıkesir’den!” dedi. “Babam orada bulunmuş benim nüfus kâğıdımda doğum yeri olarak Balıkesir yazıyor.” dedi. Meğer Ali Hikmet Paşa kolordu kumandanı iken 1925-1926 yıllarında babam da süvari zabiti olarak maiyetine giriyor. Süleyman Bey askerliğini yapıyor orada o tarihte. Ve babamla karşılaşıyorlar. “Ben.” dedi, “Sizin evde annenin çayını, kahvesini bile de içmiştim.” Böylece Süleyman Bey’le yakınlaştık. Süleyman Bey’le birlikte uzun bir süre tabir caizse bir saz takımı gibi olmuştuk. O hepimizin büyüğüydü ve çok tanınmış bir müzisyendi. Emin Dede’ye çok bağlıydı. Onun Tophane’deki evine çok sık giderdi. Bir tarihte müezzinlik falan da yapmış Sultan Selim Camii’nde. Cibali Tütün Fabrikası’nda muhasebe şefiydi. Zaman zaman orada da buluşurduk. İbnülemin Mahmud Kemal Bey’e tabii yıllarca devam ettik. Fakat o dönemde, İstanbul’da musiki hareketi olarak iki önemli adım atıldı. Bir tanesi Hüseyin Sadettin Bey’in... Bildiğiniz gibi Darülelhan İstanbul Belediye Konservatuvarı hâline dönüştürülünce Türk Müziği Bölümü kaldırılıyor, sadece Tetkik ve Tasnif Heyeti hâlinde devam ediyor.
Hem de musiki mensupları eliyle, değil mi?
Evet efendim. Çok hazin, içler acısı bir şey. Mesut Cemil gibi bir büyüğümüzün musikimiz aleyhinde yazılar yazması affedilir değil tabii. Atatürk’e Münir Nureddin, Mesut Cemil Bey musikimizi çok başka şekilde dinletebilirlerdi. O zaman bence Atatürk’ün görüşü musikimiz hakkında çok başka olurdu.
Ama yani Refik Fersanları, Münir Nureddinleri dinliyordu.
Dinliyordu, ama görünüşe ve gösterişe de bakmak lazım. Yani iki kişiyle kırık dökük sazla… Ankara’da hiçbir şey yok. Buradan, gazinodan bazı sazendeler gidiyorlar, ya bir kişi ya iki kişi... Dinlediği de gazinoda yeni yeni şöhret olmaya başlamış, yani çok ciddi müzik tahsili yapmamış insanlar. Öyle değil mi? Kimi dinliyor? Eftelya’yı dinliyor filan. Böyle bir, bir büyük varlık hâlinde elli altmış kişilik bir ekibi dinlediği yok. Riyaset-i Cumhur Fasıl Heyeti de öyle… Bana Burhanettin Ökte Bey anlatmıştı, “Refik Fersan ve Münir Nureddin Beyler matruddur.” demişti. Yani Riyaset-i Cumhur Fasıl Heyeti’nden tardedilmişler. Atatürk “Atın bunları!” demiş.
Bilmiyordum, çok enteresan.
Enteresan tabii. 1930’larda Ankara’da müzik yapan bir ekip yok. Münir ve Refik beyler, sık sık İstanbul’a kaçma temayüllerinden dolayı kovuluyorlar zaten. Ankara’da da o Riyaset-i Cumhur’dan kimse kalmamış. İşte Rüştü Bardakoğlu falan filan, yani o kadar. Ben, 1935-1936 yıllarında babamın köşke keman çalmak üzere gittiğini biliyorum. Babam müzisyen değil nihayetinde. Yani kimsecikler yok. Münir Bey’le Mesut Bey o bakımdan bence hatalı. Yani o cesareti gösterememişler.
Evet... Şimdi Arel’den söz ediyordunuz hocam.
Şimdi o tarihlerde, tabii 1943’te ilk defa bir büyük açlık var. Yani, mesela radyoda kırk yılda bir Ruşen Bey konuşur. İzahlı Müzik Saati, neredeyse radyonun içine gireceğiz. Ya Hacı Arif Bey’in hayatı… Elimizde bir kitap yok, bir şey bilmiyoruz. Ne zaman doğdu, ne zaman öldü? Okuyacak hiçbir şeyimiz yok. Sadece Radyo dergisinde çıkan yazılardan bir şeyler öğreniyoruz. Radyo o zamanın çok meşhur bir dergisiydi.
Dört beş cildi var bende.
Çok az dergi çıkmıştır o seviyede. İşte, 1943’te konservatuvarda Hüseyin Sadettin Arel’in başkanlığa gelmesiyle Nazariyat Bölümü dersleri başladı. Bunun yanında Ercüment Berker Bey arkadaşımız, üniversite korosunu kurdu ki çok önemli bir harekettir. Daha evvel Ahmet İhsan Kırımlı ile hazırlığını yapmışlar. Ben de hemen ikinci üçüncü ayında kemanla dâhil oldum üniversite korosuna. Marmara Lokali’nde çalışmalar devam ediyordu ben katıldığım zaman. Çalışmaları Ercüment idare ediyor, ama hâkim olan Fulya Hanım’ın piyanosu... Fulya Akaydın... Ablası Enise Can Hanım da keman çalıyor. İlkbahara doğru Ercüment Bey’in Bahariye’deki evinde toplanmaya başladık.
Niçin Bahariye?
Çünkü konser Moda’da. Tabii koro gelmiyor. Sadece sazlar... Mesela ben katıldım, amcazadem Vedat katıldı, efendim, kanunda Fikret vardı, birinci keman Enise Hanım... Hatırladığım kadarıyla bir aralık da Emin Ongan viyolonseliyle geldi. Ama sonradan konsere katılmadı galiba. Ve biz üniversite korosu olarak ilk konseri 1944 yılının Mayıs ayında Kadıköy Halkevi’nde verdik.
Şimdi, başka musiki mahfilleri var mıydı İstanbul’da?
Onları da anlatacağım. İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in pazartesi meclislerini, üniversite korosunu anlattım. Ziya Usta’nın Yenikapı’daki evini de anlatmıştım. Haa, söylemeyi unuttum. İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in konağında, Ekrem Karadeniz’i de tanıdım. Ekrem Karadeniz, Tekel’de müfettiş, gözlerini kaybetmiş. Hiç görmediği için onu dostları getiriyordu, daha çok bizim Selahattin İçli... Selahattin onunla çok yakındı. Tanıştıktan sonra Ekrem Bey’in Fatih’te, Kıztaşı’ndaki evinde toplanmaya başladık. On beş günde bir cumartesileri. Güzel sohbetler olurdu. Mesela Süleyman Erguner Bey gelirdi. Ekrem Bey’in talebeleri vardı, onlar gelirdi. Hocası, biliyorsunuz, hatırlayamadım şimdi…
Abdülkadir Töre...
Evet, Abdülkadir Töre... Ekrem Bey daha ziyade nazariyatla meşgul olurdu. Hüseyin Sadettin Bey’le bir sistem münakaşasına falan da girmişti zaten. Öyle bir meclisti, o bir. Onun dışında daha sonra 1940’lı yılların sonuna doğru Hakkı Süha Bey’in Meclisi... Onu da İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in konağında tanıdım. Yanında daima Tanburî Selahattin Bey’i de getirirdi.
Tanur.
Selahattin Tanur, evet. Selahattin Bey tambur çaldığı gibi ud da çalardı. Ve yine bir cumartesi Şair Nedim Sokağı’ndaki hanede ahşap bir ev, Hakkı Süha Bey’in evi... İki katlıydı. Eski bir İstanbul evi, tertemiz, merdivenlerden yukarı çıkarsınız, ayakkabılar çıkartılır tabii. Efendim, orada, musikiye hâkim olan tabii Selahattin Bey’di. Onun bir iki talebesi vardı, onlar okurlar. Ahmet Çağan arkadaşımız sık gelir. Ben kemanımla katılırdım. İşte fasıl yapılır. Hakkı Süha Bey’in ney üflediğini hatırlıyorum.
Emin Dede’nin talebesiydi. İstanbul Erkek Lisesi’nin efsanevi edebiyat öğretmeni, Vakit gazetesinin köşe yazarı…
Evet, müşekkel, pos bıyıklı, çok esprili, konuşkan bir adam. Plak koleksiyonu vardı, bize de arada sırada Tanburî Cemil Bey’in plaklarını dinletir. Münir Nureddin Bey’in hayranı. Münir Bey’in çok meşhur bir hüzzam gazeli vardır, onu mutlaka dinletir. İbnülemin Mahmud Kemal Bey de oraya zaman zaman gelirdi. Yani, öyle hatırnaz bir insandı. Böyle davetleri de kaçırmazdı. Hakkı Süha Bey’in evinde de daha çok musiki yapılırdı. Ev tam bir eski İstanbul evi. Merdivenden yukarı çıkıyorsunuz, genişçe bir oda, sedir, minderler, iskemleler var. Çok büyük bir ev değildi. Uzun, dar, yan tarafta da yatak odası vardı galiba. Yani, fazla bir şey yoktu yahut belki de çok dikkatimi çekmemiş.
Tabii çok zaman oldu.
Mütevazı bir evdi, öyle çok fazla eşya, ne bileyim eski koltuklar, kanepeler gibi şeyler yok. Sami Bey’in apartmanı gibi değil.
Sami Bey dediğiniz Çerçöp Sami Bey mi?
Evet, Dr. Sami Mortan... Onun evinde de toplanılırdı. Kabataş’ta Set Üstü’nde, üç dört katlı eski bir apartmanı vardı. En altta toplanırız. Yukarıdaki katları değişik eşyalarla süslediğinden bahsederlerdi, ben o katlara hiç çıkmadım.
Yani hâli vakti yerinde bir adamdı.
Öyle... Bu, Mazhar Osman Bey’in sınıf arkadaşı, hâli vakti yerinde... İşi gücü de sağı solu hicvetmek. Yani Üstat İbnülemin için de bir hicviyesi var. Hani Ali Emiri Efendi’ye yazılmış bir methiye vardır, biliyor musunuz, nasıldı? “Hezar gıpta o devr-i kadim efendisine.” Devamı nasıldı?
“Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine.”
Bu beyte başka bir mısra ekleyerek İbnülemin’i de hicvetmişti.
Hakkı Süha Bey’i konuşuyorduk.
Ha, evet... Şair “Beşiktaş’a yakın bir hâne-i vîrânımız vardır.” diyor ya…
Nedim...
Evet Nedim... Onun adını taşıyan sokakta, yani Şair Nedim Sokağı’nda 110 numaralı, bakın unutmamışım, mütevazı bir evdi. Çok uzun fasıllar yapılırdı. Mesela diyelim ki hüzzam faslı, iki saat sürerdi. İki beste okunur, ağır semai… Hadi arada Selahattin Bey önce bir taksim eder, sonra yine şarkılar okunur, yine bir taksim, tambur taksimi vesaire. Sıkıcı demeyeyim, ama Selahattin Bey’in anlayışına göre bir fasıl... Hakkı Süha Bey, Selahattin Bey’e çok hayrandı. Hem uduna, hem tamburuna... Ben o kadar tutmazdım. O tarihlerde mesela bir İzzettin Ökte, bir Ercüment Batanay vardı, yeni yeni şöhrete kavuşmuşlardı.
Tamburda tavrı klasik miydi yoksa Cemil Bey tavrı mı?
Kendine mahsus bir tarzı vardı. Daha ziyade klasik tavır denilebilir. Benim ölçülerime göre kıymetli bir müzisyendi, fakat büyük bir sanatkâr değildi. İşte biz de istifade ederdik edeceğimiz kadar. Zaten ben oralara 1947-1948’e kadar devam ettim. Sonradan üniversite korosu benim bütün vaktimi aldı. İstiklalimi üniversite korosuyla, bu korodaki çalışmalarla ilan ettim gibi. 1948’de ilk konserimi verdim. Ondan sonra kemanımı da ihmal ederek koro şefliğine, hocalığa yöneldim. Bunlar benim için daha önde geliyordu. Kendime bir yön çizmiş, koro şefliğine giden ilk adımı 1947’de atmıştım.
Konserleri nerelerde veriyordunuz hocam? Mekân olarak, doğru dürüst konser salonu filan yoktu o yıllarda.
Şimdi, efendim, üniversite korosuyla ilk konserimizi 1944 yılının Mayıs’ında, Kadıköy Halkevi’nde verdik. 1946’da Belediye Gazinosu’nun sahnesinde verdiğimiz konseri hatırlıyorum.
O tarihlerde konserler, Münir Nureddin Bey’in konserleri mesela, sinema salonlarında veriliyor. Hangilerinde? Mesela Elhamra Sineması, Saray Sineması...
Şan Sineması...
Şan, çok sonra. Anlatacağım onu da. Bir de Tepebaşı’nda iki tiyatro var. Biri Dram Tiyatrosu, ahşap, biri de yukarıya Balık Pazarı’na yakın, Komedi Tiyatrosu. Komedi Tiyatrosu daha büyük. Yani amfiteatr tarzında.
Evet.
Dram Tiyatrosu, bildiğiniz şeyler, yanda localar falan var. Onun döner sahnesi vardı. Şimdi, 1946’daki konserden sonra, 1947 yılında Dr. Neşet Halil Öztan, Mildan Niyazi Bey, bunlar da bir cemiyet kurmuşlardı. Ben oraya da dâhil oldum. Orada bir sene boyunca çalışıldı. Nevâkâr bir türlü hazmedilemedi, düşünün o zamanki müzisyenleri, nota bilen falan pek az. Ne kadar çalışsak yapılamadı. Ben keman çalıyordum başka bir şeyim yoktu. O ekiple o parçayı Dram Tiyatrosu’nda. Sahnesinin döner olduğunu oradan biliyorum. Sonra, ben üniversite korosuyla -Ercüment Bey galiba üniversiteyi bitirdi 1946 yılında bitirmiş, herhâlde askere gitmişti- koroyu ben idare etmeye başladım. Yurtta kalıyordum o zaman, bu Bekirağa Bölüğü orası değil mi, üniversitenin arka kapısının üstündeki? Orası, efendim, Cumhuriyet Halk Partisi Yurdu’ydu. Yani, ne demek Cumhuriyet Halk Partisi? Cumhuriyet Halk Partisi, parti mensupları için bir talebe yurdu işletmeyi düşünmüş. Tabii oraya girmek çok zordu.
Hangi sene bu?
1946.
Cumhuriyet Halk Partisi’nden başka parti yok.
Tabii, başkası yok. Tabii halam Edirne’de öğretmendi. Halk Partisi teşkilatında çalıştığı için biz amcazade Vedat’la beraber oraya yurda girdik, yani halamın sayesinde, partili diye. Efendim, hem ucuzdu, hem de yemekleri falan mükemmel. Yani o zamanki yurt kavramına göre en rahat yurtlardan, kalınacak yurtlardan birisiydi. Birisiydi diyorum, yani yatakhane mesela yüz elli kişilik falan.
Bir çeşit koğuş yani.
Koğuş. En yakın dostlarımdan birisi de Fevzi Halıcı’ydı. Yakınımda, o benden bir yaş büyük, ama daha evvel gelmiş aynı yurda. Dostluğumuz o zaman başladı. Üniversite korosunda çok yardımı dokundu. Biz kendi aramızda yurtta müzik yapıyoruz. Bir de Bursalı bir arkadaşımız var, kanun çalıyor, Mehmet Kutlugün. Peşrev, saz semaisi falan çalıyoruz. Daha sonra aramıza bir iki daha katıldı. Ve beş altı kişi derken başkaları da gelmeye başladı. Bunun üzerine yurt idaresi bize bir oda tahsis etti. Orada çalışmaya başladık. Duyan gelmeye başladı, o zaman şimdiki gençlik gibi değil, herkes Türk musikisine bayılıyor. Mesela Şükran Güngör (ö. 2002) bunların başındaydı.
Meşhur tiyatro oyuncusu, Yıldız Kenter’in eşi.
Evet efendim, sonra on beş yirmi kişiyi bulduk Derken Fevzi, “Yahu kızlar da merak ediyor.” dedi. Kız yurtları da var o zaman. Oralardan da talep geldi. E ne yapalım? Tabii kızların erkek yurduna girmesi mümkün değil o zamanın anlayışına göre. Bunun üzerine Eminönü Halkevi’nden bize bir salon temin edildi, üst taraftan. Fevzi Halıcı o zaman şiir yazıyor, dergilerde falan şiirleri yayımlanıyordu. Yani tanınmıştı şair olarak. Eminönü Halkevi’nde zamanla otuz kırk kişiyi bulduk. Derken, ne yapalım? Konser verelim. İlk konserimizi biz 1948 yılında Eminönü Halkevi’nde verdik. Yurdun müdürü de Fazıl Say... Şimdiki piyanist Fazıl Say’ın dedesi. O zat-ı muhterem İstanbul Lisesi’nde matematik öğretmeni. Aynı zamanda yurtta müdürdü. İkinci sene üç konser verdik, ikisi Eminönü Halkevi’nde, biri Komedi Tiyatrosu’nda. Yani Komedi Tiyatrosu’na da geçtik. Düşünebiliyor musunuz? Biz bir hafta içinde iki Eminönü Halkevi’nde, bir de Komedi Tiyatrosu’nda olmak üzere üç konser yaptık.
Salonlar doluyor muydu efendim?
Dolup taşıyordu. Üstelik üniversite korosu tanınmış bir ekip değildi, amatör bir ekipti. Ne beni kimse tanırdı, ne koroyu. Yani öyle bir musiki sevgisi ki salonlar tıklım tıklım.
Hocam bu şeyi, yeri gelmişken musiki ile İstanbulluluk, İstanbul kültürü arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Rahmetli Mesut Cemil Bey bir gün “Yahu çocuklar, bu musiki İstanbul musikisidir!” demişti. Çok doğru... Bir zamanlar İstanbul’da hemen her evde saz çalan biri vardı. Hanımlar daha ziyade ud çalıyorlardı.
Mesut Cemil’in bir sözünü duymuştum hocam, bu meşhur bir İstanbul türküsü var dügâh makamında. “Aksaray’dan geçer iken çevirdiler yolumu.” Bu İstanbul’u en iyi anlatan türküdür demiş galiba.
Evet, şimdi hatırladım. Dügâh makamı da çok zor bir makamdır. Türkü hâline bunu nasıl getirmişler? Plaklardan yaygınlaşmadan evvel İstanbul halkını musikiye yaklaştıran en önemli vasıta zannederim ki eski konaklar ve çevreleri. Saraya kimsenin gidecek hâli yok. Efendim, Fevziye ve Arif’in Kıraathanesi gibi bazı kıraathanelerin zamanla çalgılı hâle gelmesi, düğünlerde mutlaka musikinin bulunması... Daha sonra tabii XIX. asır sonlarından itibaren plakların yaygınlaşması, Tanburî Cemil Bey’in plakları... Şimdi hayal meyal ben bile hatırlıyorum; her sene bir iki şarkı çok şöhret kazanırdı. Bütün İstanbul ve Türkiye onlarla avunurdu. O bakımdan radyolardan evvel plak sanayiinin bence çok önemi var. Tanburî Cemil Bey’le başlamış, ama daha sonra hanendeler, hafızlar genellikle gazel vesaire okuyarak o güzel sesleriyle halkı kavramışlar. Bir de unutmamak lazım; hemen her merkezde bir musiki cemiyeti var. Mesela işte Kadıköy Şark Musiki Cemiyeti, Üsküdar Musiki Cemiyeti, daha eskilerden Darüttalim, Gülşen-i Musiki Cemiyeti… Beşiktaş Futbol Kulübü bile başlangıçta jimnastik kulübü ve musiki cemiyeti hâlinde başlamıştır.
Doğrusu bunu bilmiyordum.
Evet. Mesela Hakkı Derman, Şerif İçli filan oradan yetişme. Arkadaşlıkları oradan. Hemen hemen her semtte böyle bir şey var. Vakıa bugün de İstanbul’da yüze yakın musiki kuruluşu var. Ama o tarihlerde bu cemiyetler herhâlde musikinin yaygınlaşmasına ve İstanbul’a mal edilmesinde önemli rol oynamışlardır. Esasen eski İstanbul kültürü de edebiyata ve musikiye son derece açık.
Ayrıca eskilerden Halim Paşa gibi, Mahmud Celaleddin Paşa gibi böyle hamiler var. Bunlar hem sanatkârları himaye ediyor, hem de bizzat uğraşıyorlar. Sizin yetiştiğiniz dönemlerde böyle üst seviyede musikiye meraklı, musikişinasları himaye eden, yardım eden, destekleyen kimler vardı?
Yardım olarak değil de... Mesela bakın şimdi aklıma geldi, unutulmuş bir adamdır, Dr. Neşet Halil Öztan, bakteriyologdu ve keman çalardı. Fazla varlıklı bir insan değildi, ama müzisyenlerin her şeyiyle ilgilenen bir insandı, yardımseverdi, koşar hastalıklarına bakar, hastaneye yatırır. Bu da önemli bir şey...
Evet, tabii çok önemli bir şey.
Belki para yardımından da önemli. Mesela ben, Mesut Cemil Bey’i ilk defa Dr. Neşet Halil Bey’in muayenehanesinde tanıdım. Sene 1947. Nereden nereye, diyeceksiniz. Mesut Bey, Ankara Radyosu’nda memur olduğu için izin hakkı çok az, memur. En fazla on beş gün izin kullanabiliyor. İznini İstanbul’da uzatması için ne yapması lazım?
Rapor alması lazım.
Rapor alması lazım. Kime müracaat edecek?
Neşet Halil Bey’e...
Doktor Neşet Halil Bey’e... Neşet Halil Bey ona nereden rapor alıyor, heyet-i sıhhiyeden, Bakırköy Hastanesi’nden. Çünkü tek doktorla olması mümkün değil. Yani, böyle insanlar vardı. Onun dışında tanıdığım mesela başka insanlar da var, ama onlar çok yakın zamanda... Mesela aklıma rahmetli Aydın Bolak Bey geliyor
Tıp Fakültesi’ni ne zaman bitirdiniz hocam?
1949’da fakülteyi bitirdim ve o yıl askere gittim. Ağustos 1950’de yedek subay okulu bitti ve Gebze’de sekiz ay süren kıta hizmetim başladı. Gebze benim için büyük şanstı, yakın olduğu için hafta sonları İstanbul’a gelip gidiyor, üniversite korosuyla çalışmalarımı devam ettirebiliyordum. Askerliğim 1 Mayıs 1951 tarihinde bitti.
Hocam, üniversite korosuyla yaptığınız çalışmalar ve verdiğiniz konserler çok büyük ilgi gördü, belki tahmin bile edemeyeceğiniz bir şöhrete kavuştunuz. Bu başarınız sayesinde askerden döndükten sonra Belediye Konservatuvarı’ndan bir teklif aldığınızı biliyorum.
Evet, 1952 yılı sonlarıydı, İstanbul Belediye Konservatuvarı Sanat Kurulu’ndan bir teklif aldım. Öğretim kadrosuna katılarak üslup ve solfej dersleri vermem isteniyordu. Sanat kurulundan kim var? Mesela az önce sözünü ettiğimiz Dr. Neşet Halil Öztan, Şefik Gürmeriç... Müdür de Eşref Antikacı’ydı. Fakat beni formalite imtihan etmek istediler, kabul etmedim. “Benim sizden bir talebim olmadı, bu sebeple imtihan edilmeyi kabul etmiyorum!” diyerek reddettim. Aslında paraya da şiddetle ihtiyacım var. Üç yüz lira maaşı varmış, benim doktorluk maaşım yüz elli lira... Neyse, ben sıkı durunca imtihandan vazgeçtiler, imtihansız olarak solfej ve üslup öğretmenliğine tayinim yapıldı. Konservatuvar hocalığına tabii büyük bir hevesle başladım.
Tabii, bu arada doktorluk mesleğini de icra ediyorsunuz.
Elbette... Hiç unutmuyorum, bir gün öğleden evvel hastanede çalışırken İzzettin Ökte’den bir telefon aldım. Telaş ve heyecan içinde, Konservatuvar İcra Heyeti konserlerini yöneten Refik Fersan Bey’in mide kanaması geçirdiğini söyledi. Pazar günü verilecek konserde, heyeti benim yönetmemi istiyorlardı. Heyetin çalışmalarına hiç katılmamıştım. Benim Refik Bey’in tarzına, sanatkârların da benim tarzıma intibakının zor, hatta imkânsız olduğunu söylediysem de, ısrarla, “Yarın, cumartesi, genel prova var. Mutlaka gelmelisiniz. Bu işin altından kalkacağınızdan eminim!” diye kesip attı. Ertesi gün, çaresiz, sabah saat 11.00’de prova salonundaydım. Repertuvarda neler var, taksimi, kimler solo yapacak, hiç bilmiyorum. Yaradan’a sığınıp çalışmayı başlattım. İlk eser, Dilhayat Kalfa’nın mahur beste’siydi. O güne kadar icra etmediğim gibi, dinlememiştim de… Çetrefilli bir eser. Heyet iyi çalışmış, ben de notaya dikkatle bakarak idare ediyorum; kusursuz okundu. O gün Sadi Işılay’ın bana verdiği, koroya hâkim olmamı sağlayan desteği hiç unutamam. Kendisi hem keman çalıyordu, hem de şef yardımcısıydı. “Nevzat Bey, biz bu şekilde çalıştık; değiştirilmesini istediğiniz, ‘Şu şekilde icra edilirse, daha iyi olur!’ dediğiniz yerler varsa, ona göre çalalım.” dedi.
Hocam, affedersiniz, konservatuvar neredeydi?
Tepebaşı’nda... Şimdi Sanayi Odası var. Bildiniz mi? Tepebaşı’nda, Meşrutiyet Caddesi’nde. Pera Palas’a gelmezden evvel, eğer Şişhane’den çıkarsanız hâlen Sanayi Odası olarak kullanılan binayı görürsünüz. O bina o kadar eskiydi ki önünden tramvay geçtiği zaman âdeta sallanırdı. Belediye Konservatuvarı oradaydı. Türk Müziği Bölümü ve tabii daha geniş şekilde Batı Müziği Bölümü vardı. İki bölüm de birbirlerinin işlerine karışmadıkları için rahatlıkla herhangi bir geçimsizlik olmadan idare edilirdi.
İcra Heyeti’nin konserleri nerede veriliyordu?
Belediye Gazinosu’nda veriliyor.
Neredeydi bu Belediye Gazinosu?
Taksim’deydi... Gezi Parkı’nın olduğu yerde, şimdi bir otel var ya, Sheraton Oteli, onun yerinde… Fakat çok büyük bir salonu, ön tarafında sahnesi var; biraz yukarıda, büyük bir sahne ama. Konser verileceği zaman, masalar kalkıyor, iskemleler sıraya diziliyor. Sahneye arkadan kulisten giriliyor. Sahne aslında böyle konserler için değil, yemek müziği, eğlence müziği yapılmak için düşünülmüş. Ama koro yerleşebiliyor tabii. Cemal Reşit Rey idaresinde Şehir Orkestrası’nın konserleri on beş günde bir burada veriliyor ve aynı zamanda radyoda da yayınlanıyor. On beş günde bir de icra heyetinin konseri var, Konservatuvar İcra Heyeti’nin... Bir pazar Şehir Orkestrası, bir pazar biz… Refik Bey’den evvel bu konserler Komedi Tiyatrosu’nda yapılırmış. O zaman heyeti Ali Rıza Şengel ve Eyyübi Ali Rıza Beyler idare ediyordu. Sonra işte Refik Bey... Ankara’dan 1950’den sonra İstanbul’a gelince Refik Bey’e vermişler şefliği.
Sizin konserleriniz de radyoda yayınlanıyor muydu?
Tabii, o tarihte yeni açılan İstanbul Radyosu’nda naklen yayınlandığı için bu konserler çok meşhur oldu. O zaman çok önemli bir şey bu. Radyo yayınlıyor, yeni yeni naklen yayına alışmış millet. Bir konser nasıl nakledilir? Alkışlar falan... Kıyamet kopuyor. Hiç unutmuyorum, İzzettin Ağabey solist olduğu zaman, inan ki çok yakışıklı bir insandı...
Tanışmıştık, siz tanıştırmıştınız İzzettin Bey’le.
Evet, o zaman yaşlıydı.
Son zamanları...
Son zamanlarıydı. Gençliğinde görecektin, burnundan kıl aldırmaz, kendine güveni her bakımdan tam. İnanır mısın, İzmir’den ve Ankara’dan sosyetik hanımlar İzzettin Bey’i görmeye gelirlerdi. İzzettin Ağabey böyleydi. Sadi Işılay’ın mesela taksimleri… Ne bileyim, karşınızda Fahire Hanım çalıyor, Yorgo Bacanos çalıyor. Bir yanda Necati Tokyay var, Ercüment Batanay... Santuri Hüsnü Tüzüner’e varıncaya kadar.
Müthiş bir kadro...Evet, müthiş bir kadro... Bu benim hayatımda en büyük şansımdır. Bu büyük müzisyenlerle beraber olmak ve onları idare etmek, kolay kolay herkese nasip olacak şey değil. Benim şansımdır. Şansımı da iyi kullanmaya çalıştım. Efendim, o gazino böyleydi işte. Refik Bey’e bir müddet vekâlet ettim, o tamamen çekilince İcra Heyeti şefliğine tayin olundum. Aradan bir yıl geçti. Şehir Meclisi’nin bir kararı üzerine işe politika karıştı. O zamanki Demokrat Partililer bunu yaptılar. Efendim, ben, İzzettin Ağabey ve Sadi Işılay ayrıldık. Konserleri orada, benden sonra Nuri Halil Bey idare etti. Sonra biliyorsunuz Münir Nureddin Bey İcra Heyeti şefliğine getirildi. Konserler onun döneminde, 1954 Ekim’inden itibaren Belediye Gazinosu’ndan Şan Sineması’na nakledildi.
Meşhur Şan Sineması.
Belediye Gazinosu’ndaki konser düzeni Şan Sineması’nda devam etti. Yine bir pazar yine Şehir Orkestrası’nın, bir pazar İcra Heyeti’nin... Konserler Şan Sineması’nda ta yakın zamana kadar devam etti. Onları hatırlarsınız.
Hocam, ben bir kere Münir Bey’i Şan Sineması’nda 1972 veya 1973 yıllarında dinledim. Bir kere nasip oldu Münir Bey’i dinlemek.
Zaten o tarihten sonra İcra Heyeti erimeye başlamıştı. Bir müddet sonra tamamen ortadan kalktı maalesef. Sonra biliyorsunuz, daha önce hiç karşı karşıya gelmediğim Bedii Faik ve Şevket Rado, beni Başbakan Adnan Menderes’e tavsiye etmişler; bunun üzerine İstanbul Radyosu Türk Musikisi Şube Müdürlüğü’ne tayin edildim. Artık Mesut Cemil Bey’le yakın mesai arkadaşlığım başlamıştı. İşlerim çoğalınca mecburen hekimliği bıraktım, Mesut Cemil’in konservatuvar kurması için davet edildiği Bağdat’a gitmesi üzerine radyoya müdür vekili olarak tayin edildim ve Klasik Koro’nun yöneticiliğini üstlendim. Devlet Korosu ve Türk Müziği Devlet Konservatuvarı fikri kafamda o günlerde şekillenmeye başlamıştı. Ancak bu fikri hayata geçirme imkânını 1960’larda Yılmaz Öztuna’yla tanıştıktan sonra elde edebildiğimi biliyorsunuz, yakından takip ettiniz.
Mesut Bey, İstanbul’a ne zaman tayin edilmişti?
Halk Partisi kaybedince iktidarı 1950’de, İstanbul Radyosu Müdürü Hasan Refik Ertuğ da vazifesinden ayrılmıştı. Onun yerine ikinci müdür olan Zahir Törümküney tayin edildi. Fakat onun müdürlüğü çok uzun sürmedi. Zannediyorum akciğer kanserinden vefat etmişti. Yedi sekiz ay kadar bir zaman... Bunun üzerine Ankara Radyosu’nda müdür olan Mesut Cemil Bey, İstanbul’a müdür olarak tayin edildi. Mesut Bey’in gelişi zannediyorum ki 1951 yılının sonundadır. 1952, 1953, 1954... Mesut Cemil Bey müdür, sonra bendeniz 1955’in sonunda müdür oldum. Ama ben tam müdür olamadım. Şöyle ki çünkü müdürlük, o zaman asli maaşlar vardı. Maaşlar mesela otuz, otuz beş, kırk, elli diye gider. Benim intibakım hiç memuriyetim çok azdı bir askerlik bir de konservatuvarda geçen süre. Yani ancak kırk lira falandı. E, o seksen lira kadrosu var radyo müdürlüğünün. Ben müzik yayınları şefliği, ihtisas kadrosu olduğu için böyle bir şeye formaliteye uygun olsun olmasın oraya tayin mümkündü. Müzik yayınları şefi asaleten oraya tayin edildim. Radyo müdürlüğünü hep vekâleten asilmiş gibi 1980’in Mart’ına kadar götürdüm, aşağı yukarı üç sene de benim müdürlüğüm var. Yani ben şahsen İstanbul Radyosu’nun dördüncü müdürüyüm. İstanbul Radyosu’nun eski hâlini görmenizi isterdim. Geniş salonları, teknik teçhizatıyla bir radyo sarayı gibiydi. Zamanla idari kadrolar genişledi, o salonlar bölündü, o saray maalesef bir radyo hanı hâline geldi. Çok da yazık oldu. Hâlbuki karşıdan bir iki apartman satın alınabilirdi, TRT’nin parası vardı. Yani o binaya bence yazık edilmiştir.
Evet. Güzel de bina.
Güzel bir bina. İçini görmenizi, eski hâlini bilmenizi isterdim. Radyo için tabii o zamanki sanatçılar hakkında bilgiler vermem herhâlde doğru olur. 1940’lar 1949, 1950, hadi 1950 diyelim. Aşağı yukarı altmış sene evveline dönüyoruz.
Evet, evet yarım asırdan fazla.
Altmış altmış beş yıl. O zaman radyoda aşağı yukarı birbirinden değerli kırka yakın solist sanatçı vardı. Bunların çoğu Ankara’da radyoda yetişmiş, şöhret olarak İstanbul’a nakledilmişler. Bir kısmı sahneye çıkmış, bir kısmı Konservatuvar İcra Heyeti’ne gelmiş. İcra Heyeti de o sebeple kuvvetliydi. Ben mesela Mefharet Yıldırım’ı ilk şefliğimden tanıyorum. İcra Heyeti’ndeydi. Muzaffer Birtan olsun, Radife Erten olsun, Mustafa Çağlar olsun... Bir kısmı da tabii İstanbul’daki müzik muhitlerinde yetişmiş. Aynı zamanda piyasa musikisinde şöhret olmuş isimler. Bunların en başarılı olanları ayda dört solo neşriyatı yaparlardı, en az yarımşar saat. Bir kısmı yirmişer dakika, ayda iki üç defa falan. Yani radyonun Türk musikisine ayrılan en önemli saatleri Türk musikisine ayrılmış vaziyetteydi. Mesela günde aşağı yukarı dört beş tane solo programı dinlerdi dinleyici. Akşamları bile mesela on dokuz yirmi arasında bir solo saati, yirmi bir ile yirmi bir otuz en kıymetli saat... Arkadan on dakikalık bir konuşma. Yirmi bir kırktan yirmi ikiye kadar, akşamüzerleri fasıl vesaire böyleydi. Tabii İstanbul sinesinde en kudretli sazendeleri de barındırırdı. Mesela kemanlarda Sadi Işılay, Cevdet Çağla, Hakkı Derman, Nubar Tekyay, Emin Ongan, Ali Demir... Daha başkalarını saymıyorum. Yorgo Bacanos efendim, Şerif İçli, bunlar, ud olarak önemli. Ankara’dan mesela Vecihe Daryal gelmiş. Ahmet Yatman, İsmail Şençalar... Yani bunlar hep İstanbul’un meşhur sazendeleri... Öbür tarafta klarnette mesela Şükrü Tunar. Size Şükrü Tunar’la ilgili ufak bir anekdot anlatayım. Hadiye Ötügen, ablamız gibiydi. Darülelhan’da hem kemençe hem viyolonsel tahsili yapmış.
“G” ile mi yazılıyor?
Hadiye Ötügen, evet. Şehir Orkestrası’nda da birinci çelistti. Evet, muktedir bir müzisyen. Çok değişik bir kemençe stili de vardı. Bir gün Cemal Reşit Rey, orkestradaki klarnet çalanlara “Beyler.” diyor, “Biraz yumuşak üfleyin, bu sertliği bırakın.” Bir iki defa söylüyor, bir türlü başaramıyor. Bir gün diyor ki: “Yahu bakın, şurada, öbür stüdyoda alaturkacı bir Şükrü Tunar var, klarnet çalıyor adam. Gidin onu dinleyin, bakın klarnetten ne güzel ses çıkıyor, keman mı, klarnet mi ben bile ayırt edemiyorum!” Bunu, Hadiye Hanım’dan, birinci ağızdan dinledim. Yani böyle değerli müzisyenlerdi, hepsi sanatlarında zirveye çıkmış elemanlardı. O tarihlerde tabii bant vesaire yoktu. Radyonun çok büyük plakları vardı. O plaklara da nadiren kaybolmaması istenen bazı programlar kaydedilebilirdi. Üniversite korosuyla yaptığım yayınların kaydı acaba var mıdır, diye Ankara’ya müracaat etmiştim. Orada bir iki talebemiz, bereket versin, üniversite korosundan dört tane program buldular. O plakları CD’ye kaydetmişler. Şimdi çok sevinçliyim, 1952 yılında yaptığım dört radyo programı elimde...
Ne güzel...
Nevâkâr’ı icra etmişiz. Başında Sadi Işılay’ın elli beş saniyelik bir keman taksimi var falan filan. Çok hoşuma gitti tabii. Onun dışında bütün yayınlar canlıydı. Efendim canlı yayının güzel tarafı, herkes hazırlanarak geliyordu. Müzik Yayınları Şefi olarak dikkatle takip ediyordum. Bütün yayınlar hepsi birbirinden üstündü. Çünkü hem provada çok iyi çalışılıyordu, hem müzisyenler çalışarak geliyorlardı.
Ama icra edildikten sonra uçup gidiyordu.
Uçup gidiyordu, evet. Sonra 1955’ten sonra ampeks cihazları geldi de biraz daha fazla banda alınmaya başlandı. İstanbul Radyosu’nun hikâyesi de aşağı yukarı böyle.
Hocam, verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ediyorum, lütfettiniz.