İstanbul kuşatmasını sonradan kaleme alan bazı Osmanlı tarihçileri, dönem kaynaklarının kıtlığı sebebiyle çoğu defa rivayete dayalı bilgilerle fethi anlatmaya çalışırlarken başlıca iki tartışma noktasını öne çıkarmış görünmektedirler. Bunlardan ilki, çok iyi bilinen, gemilerin karadan yürütülmesi hususu, diğeri de şehrin savaşla mı alındığı yoksa barış yoluyla mı teslim olduğudur. Burada özellikle bu ikinci mesele, ilkine nispetle tartışma açısından hem daha eski, hem de hukuki bir temele dayalı olduğu için üzerinde yeniden durulmasını gerektirecek önemi haiz bulunmaktadır. Konumuz ana hatlarıyla bu tartışmaların ne zaman, nasıl ve hangi şartlarda ortaya çıktığı, nasıl izah edilmesi gerektiğine dairdir.
Bilindiği üzere, İstanbul’un uzun sayılabilecek kanlı bir mücadele sonrası II. Mehmed tarafından ele geçirildiği hususu, dönemin çağdaş Bizans, Latin ve Osmanlı kaynaklarında hiçbir şüpheye mahal vermeksizin yer alır. Durum böyle olduğu hâlde özellikle XVI. asırda birdenbire şehrin barışla mı yoksa savaşla mı alındığı yönünde tartışmalar ortaya çıkmış gözükmektedir. İstanbul’un fethi konusunu, XVI. yüzyılın ikinci yarısında yazdığı genel tarihinde ele alan Cenabî, İstanbul’un deniz tarafından “anveten”, Edirnekapısı tarafından ise “sulhen” fethedildiğini bildiren ilk Osmanlı tarihçisidir. Ona göre Aksaray’da birleşen asker Ayasofya’ya doğru yürümüştür, bu sebeple Sulumanastır tarafındaki kiliselere dokunulmamış, Aksaray’dan Ayasofya’ya kadar olanlar ise bilahare camiye tahvil edilmiştir.1 Onun verdiği bu bilgiler muhtemelen giderek yaygınlaşmıştır. Mesela ondan yarım asır kadar sonra Evliya Çelebi de seyahatnamesinde Bizanslıların aman dileyerek teslim olduklarını türlü hikâyelerle süsleyerek belirtmektedir.2 Evliya Çelebi’nin ifadeleri, bu hususta hayli yaygın ama literatüre pek yansımamış olan bir rivayetin varlığının önemli bir delili sayılabilir.
Bunun ardından 1716 tarihinde yazmış olduğu tarihinde Dimitri Kantemir, II. Mehmed ile Bizans imparatorunun şehrin teslimi konusunda mutabakat sağladıklarını, fakat bir yanlış anlaşılma sonucu çarpışmaların başladığını, ardından deniz tarafındaki surlardan askerlerin şehre girmeleri üzerine kara surlarında mücadele eden Bizanslıların teslim bayrağı çektiklerini, teslim konusunda karşılıklı bir anlaşma yapıldığını, padişahın bunların haklarını garanti eden fermanı verdiğini yazar. Ona göre Aksaray-Ayasofya arasındaki bütün kiliseler fetih hakkı olarak cami olurken, Sulumanastır (Samatya) ile Edirnekapı arasındaki bazı kiliselere bu anlaşma dolayısıyla dokunulmamıştır.3
Bununla beraber İstanbul’un fethi konusunu ayrıntılı anlatan iki Osmanlı kaynağından Tursun Bey ve ondan mülhem olayı aktarıp biraz daha geliştiren İbn Kemal, sulh yoluyla teslim olmuş bir gruptan hiç bahsetmezler. İçeriden olayı yazan Bizans veya Latin yazarlar kuşatma hengâmesinde muhtemelen şehirde gelişen olaylardan çok da haberdar olmadıklarından barış ile teslim olan bölgeler hakkında hiçbir şey söylemez, aksine kent içindeki korkunç mücadeleden bahsederler. Yalnız Tursun Bey, şehir düştükten sonra bir kulede direnen küçük bir askerî birliğin, fazla dayanamayıp kendiliğinden teslim bayrağını çektiğini yazar.4 Fakat bunu önemsiz bir olay olarak gösterir. Yani fethe şahit olan tarihçilerin hiçbiri sulh yoluyla ele geçirilen bir kent parçasından söz etmezler. Bu bakımdan öncelikle İstanbul’un sulh yoluyla bir parçasının ele geçirildiği fikrinin baştan doğru bir argüman olmadığı açıktır. O vakit bu mesele nereden ortaya çıkmıştır?
Bu sualin cevabının Osmanlı uleması arasındaki hukuki bir tartışmaya dayandığını söylemek sanırım ilk anda hayli şaşırtıcı gelebilir. XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı tarihlerinde de yer bulmaya başlayan bu meselenin menşei aslında tahribata uğramayan kilise ve manastırların varlığı ve dinî ayinlerini sürdürmeleri keyfiyetidir. II. Mehmed şehrin Hristiyan ahalisini yerinde tutarak onların dinî hukuklarına riayet etmiş, kilise ve manastırlarına dokunmamış, ancak tahrip olan, cemaati kalmayan yahut Müslüman çoğunluk içinde kalan kiliseler cami veya mescide çevrilmiştir. Bu sürecin başlangıç noktası bazı araştırmalarda belirtildiği gibi ne I. Selim’in bütün kiliselere el koyma ve Hristiyanları ortadan kaldırma düşüncesi ne de Osmanlı ulemasının birdenbire tutucu bir tavır sergileyerek Hristiyan tebaayı bütünüyle şehirden çıkarma projesidir. Aslında mesele basit bir hadiseye, II. Bayezid devrindeki bir olaya dayanır. Fatih Sultan Mehmed’in patriklik makamı olarak tayin ettiği Çarşamba ile Draman arasındaki Pammakaristos Kilisesi bu hadisenin mihverini oluşturur. Bilindiği üzere fetihten sonra II. Gennadios’u patriklik makamına getiren Fatih, ona önce Havariyyun Kilisesi’ni makam olarak vermiş, Patrik Gennadios az sonra kadınlar manastırı olan Pammakaristos’a geçmeyi arzu edince (1455), burasını boşaltmış ve bu manastır Patrikhane hâline gelmiştir.5 1490’a doğru kilisenin/manastırın Hristiyan cemaati azalınca, etrafında gittikçe kalabalıklaşan Müslüman ahali buranın camiye tahvil edilmesi için başvuruda bulunmuştur. Ancak muhtemelen bu talep dönemin Osmanlı idarecileri tarafından kabul görmemiştir. Bunun sebebi de hiç şüphe yok ki buranın sıradan bir manastır olmaması ve patriklik makamı hâlinde bulunmasıdır.
Zamanla mesele daha da büyüyerek I. Selim dönemine intikal etmiştir. Osmanlı-Safevî mücadelesinin sebep olduğu ve dinî hassasiyetlerin hayli arttığı bu dönemde Müslüman mahallesi içinde kalan Patriklik makamıyla ilgili tartışmalar birdenbire tekrar alevlenmiş olmalıdır.6 Nitekim bu hususa dikkat edilmeksizin I. Selim’e atfedilen şehirdeki hatta ülkedeki bütün Hristiyanların katli yolundaki teşebbüs ve bunun Zembilli Ali Efendi vasıtasıyla önlendiği yolundaki yaygın bilginin varlığına da inanılmaktadır. Aslında I. Selim’i sinirlendiren husus söz konusu patriklik makamı meselesinin ulema arasında tartışma konusu hâline gelmiş bulunması idi. Nitekim 1518’e doğru Hüsam Çelebi tarafından yazılmış bir risalede, bu meselenin zikredilmesi hayli ilginçtir. Ulemanın bir bölümünün kılıç gücüyle alınmış bir şehirde nasıl olup da kiliselerin ibadete açık olduğunu veya istenildiği gibi tasarrufta bulunulmadığını sorgulamaya başladığı, bu risaledeki argümanlardan açık şekilde anlaşılır. Hüsam Çelebi, Hanefî fıkhı normları içinde kiliselerin kılıçla alınmış bir şehirde mevcut olabileceğini, zimmet hukukunun da bu durumda uygulanabileceğini ifade ediyordu. Yani ona göre bir şehir ister kılıçla isterse barış yoluyla alınsın tasarruf hakkı sultana geçmişti, bu durum da ona arzu ettiği şekilde uygulama yapmasına cevaz verebilirdi.7 II. Mehmed bu yetkiye sahip olarak kiliseyi muhafaza edecek bir fermanı vermekte beis görmemiş oluyordu ki bu tatbikata uymakta şer’i açıdan bir sakınca bulunmuyordu. Bu yorum muhtemelen devlet idarecilerine Hristiyan tebaanın hukukuna riayet bakımından daha yakın gelmiş olmalıdır. Zembilli Ali Efendi’nin I. Selim’i yatıştırmasının ardında da bu tip bir “resmî devlet görüşü” yatmaktadır.8 Ancak bu hiç şüphe yok ki sultan tarafından verilmiş bir berat veya ferman vasıtasıyla resmî olarak tescil edilebilecekti.
Bu mesele Kanunî Sultan Süleyman zamanında tekrar gündeme getirildi, ulema arasındaki tartışmalar yeniden ortaya çıktı. Bunun zamanlamasının Kanunî’nin dinin koruyucusu vasfını tam olarak benimsediği ve kendisini hilafet makamının ve İslam dünyasının en önde gelen temsilcisi olarak gördüğü yıllara rastlaması dikkat çekicidir.9 Üstelik Osmanlı dinî düşüncesinde giderek daha etkili olmaya başlayan -selefî akımlarla da desteklenen- katılaşma, muhtemelen dikkatleri yeniden Müslüman mahallesi içindeki Pammakaristos Kilisesi’ne çevirmişti. Olay yeniden büyüme eğilimi gösterince Patrik I. Ieremias, Yavuz Sultan Selim’in daha önce verdiği kararı hatırlatarak, ilgili fetvayı gösterdi, müdahaleleri engelledi.
1578’de derlenmiş olan Patrikhane Tarihi, ilginç bir hikâye takdim eder. Buna göre Patrik Ieremias ikinci patriklik döneminde, kılıçla alınmış bir şehirde hiçbir kilisenin ayakta duramayacağına dair fetvayla karşı karşıya kalmıştı. Bunun üzerine patriği çok seven dönemin sadrazamı ona akıl vererek, kentin sulh yoluyla imparator tarafından Fatih’e teslim edildiğini bundan dolayı kilise hukukunun korunduğunu söylemesini tavsiye etti. Patrik durumu yetkililere bildirdi ve bulduğu iki Müslüman şahit vasıtasıyla da kilisenin kendilerine tahsis edilmiş olduğu bilgisini doğrulattı.10
Bu hikâye kısmen doğru görünür. Keza Pammakaristos Kilisesi hakkındaki bitmek bilmeyen tartışmaların hâlâ devam ettiği bir zeminde ileri sürülen bir argüman olarak da değerlendirilebilir. Gerçekte ise Kanunî döneminde böyle bir durumun ortaya çıktığı, Ebussuud Efendi’nin bir fetvasından açık şekilde anlaşılır. Ebussuud Efendi’nin fetvada ileri sürdüğü görüşler esas itibarıyla hayli önemli görünür: Kontekstinden kopuk olarak kayıtlara geçen fetvadaki sual şudur: “Merhûm Sultan Mehmed Han Hazretleri mahrûse-i İstanbul’u ve etrafındaki karyeleri anveten feth mi etmiştir?” Bu sualin nereden kaynaklandığı hususu verilen gerekçeli cevabın içinde yer alır. Cevapta “Ma‘rûf olan anveten fetihtir, fakat eski kiliseleri mevcut hâliyle bulunduğuna göre bu durum sulha delalet eder.” şeklinde durum izah edilir. Bunu gerekçelendirmek için de 1540-1541’de (945) bu konunun teftiş edildiği, 117 ve 130 yaşında iki kişinin beyanına başvurulduğu, bunların da, şehirdeki Hristiyan ve Yahudi halkın bir kısmının gizlice el altından Fatih ile anlaştıklarını, fetih gerçekleştikten sonra hükümdarın bu grupların hukuklarına riayet ettiğini söyledikleri, bu şahitliğin makbul sayılarak eski kiliselerin varlıklarını korudukları belirtilmişti.11
Netice itibarıyla, ulema arasındaki tartışmayı, kadim bir Hristiyan-Müslüman dinî çatışması ve bunun sonucu Müslüman tutuculuğunun bir yansıması gibi görmek yerine, bir kiliseye geçerli gelenekler uyarınca el konulmak istenmesi gibi pek de komplike olmayan bir zemine oturtmak daha mümkün görünüyor. Şehrin barış yoluyla alındığı hususunu destekleyen modern yazarlardan bazıları, bunu Fatih’in şahsiyeti ve imparatorluk algısıyla bağdaştırarak farklı bir ideolojik çerçeveyi, biraz da romantik bir yaklaşımla takdim etmek istemişlerdir. Hüsam Çelebi’nin ileri sürdüğü görüşler, durumu açıklamak bakımından Osmanlı sistemini ve anlayışını en iyi şekilde yansıtır ve makul bir çerçeve sunar.
DİPNOTLAR
1 Cenâbî Mustafa, Cenâbî Târihi (Türkçe muhtasar tercüme), Nuruosmaniye Ktp., nr. 3097, vr. 80b.
2 Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme, haz. R. Dankoff, S. A. Kahraman ve Y. Dağlı, İstanbul 2006, c. 1, s. 48.
3 D. Kantemir, Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, çev. Ö. Çobanoğlu, İstanbul 1998, c. 1, s. 153-154.
4 Tursun Bey, Târîh-i Ebü’l-Feth, haz. M. Tulum, İstanbul 1977, s. 58; İbn Kemal oradan bilgi aktarır: Tevârîh-i Âl-i Osman, haz. Ş. Turan, Ankara 1957, VII. Defter, s. 68.
5 S. Eyice, “Fethiye Cami”, DİA, XII, 460-462.
6 Bu dönem için bk. F. M. Emecen, Yavuz Sultan Selim, İstanbul 2010, s. 357-358.
7 L. Öztürk, “Hüsâm Çelebi’nin Risâle Ma‘mûle li-Beyâni Ahvâli’l-Kenâisi Şer‘an Adlı Eseri”, İslâm Araştırmaları Dergisi, 2001, sy. 5, s. 135-156.
8 Emecen, Yavuz Sultan Selim, s. 358-359.
9 Bunun için bk. F. M. Emecen, İmparatorluk Çağının Osmanlı Sultanları-I, İstanbul 2011, s. 114 vd.
10 H. Çolak, “Sulhen mi Anveten mi? İstanbul’un Fethi’yle İlgili Bir Hikayenin Gelişimi (16.-19. Yüzyıllar)”, İmparatorluk Başkentinden Kültür Başkentine, ed. Feridun M. Emecen, İstanbul 2010, s. 206.
11 E. Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, İstanbul 1983, s. 104.