Braudel İstanbul’un bir kent değil, bir yığılma bölgesi, kentsel bir dev olduğunu ileri sürer. Bizans’tan Türk devrine miras kalan bu yapının bugün de devam ettiği söylenebilir. Deprem ve şiddetli soğuklar bir yana bırakılırsa, şehrin tarihi boyunca meydana gelen ve uzun süreli ya da geçici sosyal ve ekonomik krizlere yol açan bunca salgın hastalık, yangın ve kuraklığın temel nedeni bu yığılmadır. Hatta ilk bakışta şehrin coğrafi konumunun gereği gibi görülen şiddetli yağmur, dolu ve yıldırım gibi semavi olayların aslında insanların tabii çevreyi değiştirmesinin sonucu olduğu da bilimsel bir gerçektir. Bu açıdan bakıldığında aşırı nüfus yoğunluğunun birtakım afetlere davetiye çıkardığını söylemek yanlış olmasa gerek. Gündelik hayatın her safhasını etkileyen doğal ve sosyal afetlerin yaptığı tahribatın, savaşların verdiği zarara denk olduğu, hatta daha ağır sonuçlar doğurduğu Roma çağından itibaren her devirde ifade edilegelmiştir. Bu yazıda, İstanbul’daki afetler silsilesinden, yangınlar ile şiddetli soğuklar ve seller üzerinde durulmuştur.
İstanbulluların Ateşle İmtihanı: Yangınlar
İstanbul yangınlarının sebepleri her devire göre farklılık göstermektedir. Bizans döneminde insanoğlunun dikkatsizliği sonucu çıkan yangınlar genellikle az hasarlarla atlatılmıştır. Yıldırım ve deprem gibi doğal afetler de bazen yangına yol açmıştır. Özellikle depremler esnasında ısınma sistemlerinin kontrolden çıkması nedeniyle meydana gelen yangınlar birçok yapıya zarar vermiştir. Fakat Bizans döneminde isyan ve ihtilaller sırasında kasten çıkarılan yangınlar daha yaygındır ve sonuçları açısından daha yıkıcı olmuştur. Ayaklanmaların sebepleri ise yöneticilerden duyulan hoşnutsuzluk, savaşlardaki mağlubiyet, önceki imparatorun varislerinin tekrar tahta geçme arzusu ve iç politikadaki yanlış uygulamalar şeklinde sıralanabilir. Öte yandan Hristiyanlığın Katoliklik ve Ortodoksluk olarak ikiye ayrılmasından sonra taraflar arasında baş gösteren gerginlik zaman zaman çatışmaya dönüşmüş, dindaşlarını acımasızca katleden Latinler şehri defalarca yakmışlardır.
Yangın muhalif kesimlerin intikam aracı olarak görülmüştür. İmparatorlukta Ortodoksluğun kurucusu sayılan ve Hristiyanlığı Roma’nın resmî dini ilan eden I. Theodosios’un kararını kabul etmek istemeyen diğer dinî gruplar tepkilerini, Hristiyanlığın en önemli kurumlarını yakarak göstermişlerdir. Örneğin 388 yazında Ayasofya’nın güneyindeki patriklik sarayının Aryanistler tarafından yakılması bunlardan birisidir. Dinî kargaşanın sebep olduğu isyanlar Theodosios’un ölümünden sonra da devam etmiş, Arkadios zamanındaki bu türden bir isyan sırasında (404), öncekilere göre daha sağlam ve büyük olmak üzere üçüncü defa inşa edilmiş olan Ayasofya, kuzey yönündeki Senato binası ile birlikte yakılmıştır.1
Bizans dönemi yangınları genellikle bugünkü Beyazıt, Süleymaniye, Divanyolu, Unkapanı, Eminönü ve Haliç bölgelerinde etkili olmuştur. Ekonominin ve ticari ulaşım merkezlerinin önemli bölgelerinden olan Haliç’teki limanlar çevrelerindeki sur ve mendireklerle korunaklı olmalarına rağmen, bir kısmı burada başlayan, diğerleri de buradan beslenen yangınlar limanlara büyük zararlar vermiş, iktisadi hayatı sekteye uğratmıştır. Çünkü burada sadece limanlar değil, malların yüklenip boşaltılması kolay olsun diye genellikle kıyı şeridinde inşa edilmiş olan ahşap depolar ve tahıl ambarları da zayi olmuştur.2 Erzak ve diğer tüketim mallarının kül olması, halkın aylarca sürecek açlığa ve pahalılığa sürüklenmesi demekti. 475 tarihli yangında ise, içerisinde çok değerli eserler bulunan Lausus Sarayı ile İmparator Iulianos’un yaptırdığı 120.000 ciltlik kütüphane yanmıştı.3 Bu eserlerin kaybı entelektüel hayatın duraklamasına neden olmuştur. Siyasi tarih ve kültür tarihi çalışmalarına ışık tutacak binlerce kaynağın yok olması tarih yazıcılığı açısından tarifsiz bir kayıptır.
Yangınlar idari birtakım krizler doğururken, şehir dokusu zarar görmüş, ekonomik kayıplar halkın yaşamını olumsuz etkilemiştir. 532 tarihli Nika Ayaklanması sırasında meydana gelen yangınlarda Ayasofya Bazilikası neredeyse tümüyle yakılıp yıkılmış, aralarında Büyük Saray’ın Khalke kapısı, Aya İrini (Kutsal Barış) Kilisesi, Zeuksippos Hamamı, Augusteion Meydanı ve Konstantinos Forumu’nun da bulunduğu birçok kamusal mekân, sanat eseri ve gösterişli evler yok olmuştu.4 İsyanın bastırılmasının ardından büyük imar faaliyetleri başlamış, bugünkü Ayasofya’nın yanı sıra Kariye ve Aya İrini kiliseleri ile Yerebatan ve Binbirdirek sarnıçları bu dönemde yapılmıştır.5 Devletin gücünü yansıtan bu düzenlemeler halka moral aşıladığı gibi, daha planlı bir kent dokusu meydana getirildiği için bunları yangınların olumlu sonucu şeklinde değerlendirmek de mümkündür.
Yangınlar siyasi gelişmelere de tesir etmiştir. Sözgelimi 711-717 döneminde saray ihtilalleri ve anarşiye paralel olarak zuhur eden deprem ve yangınlar yüzünden şehir defalarca harap olmuş, Bizans’ın zayıflığından faydalanan Müslüman Araplar İstanbul’u bir kez daha kuşatmışlardı. Ne var ki, zaman zaman İstanbul’a büyük acılar yaşatan lodos bu defa şehrin lehine esmiş, şiddetli fırtına nedeniyle limandan ayrılmak zorunda kalan Emevîlerin erzak gemileri Bizanslılar tarafından Grejuva ateşiyle yakılmış, neticede Müslümanlar tam bir yıl süren bu kuşatmadan sonuç alamamışlardır. Sırrı hâlâ çözülememiş bir bileşim olan ve savunma amaçlı kullanılan Grejuva veya daha yaygın adıyla “Rum ateşi”, düştüğü yerde suyun bile söndüremediği yangınlar meydana getirdiği için istilacıları uzaklaştırmış, ancak şehirde büyük yangınlar çıkması engellenememiştir.
Katolik Haçlıların 1204 yılındaki yağma ve katliamları sırasında çıkarılan yangınlar tarihin en büyük afetleri arasında zikredilmektedir. Dokuz yüzyıl boyunca Hristiyan dünyasının merkezi olan İstanbul günlerce süren yangınlar neticesinde bütün ihtişamını, zenginliğini ve sanat değerlerini bir daha geri getirilemeyecek şekilde kaybetmiştir.6 Kendi dindaşlarından gördükleri bu hunharca saldırı İstanbullularda büyük bir zihniyet değişimine yol açtı. Bizans kamuoyu Haçlıların “Kraliçe şehir”e girişini toplumsal bir felaketin işareti olarak değerlendirdi. Sokaktaki Bizanslı, kendilerini İsa’nın askeri sayanların saldığı dehşetten sonra, artık şehrin kutsallığını kaybettiğine inanmaya başladı. Yangınlar, tecavüzler ve sayısız iğrençliğin boyutları idrak edildikçe Latinlere nefret arttı. Kısacası, öteden beri Latinlere karşı duyulan güvensizlik, şüphe ve kin bundan böyle düşmanlığa dönüşmüştür.7 Osmanlıların fethinden sonra bir kısım Rumların “İstanbul’da Latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim” yaklaşımını benimsemesi bu nefretin en güzel ifadesidir.
Saraylar ve kamu binalarının zarar gördüğü büyük yangınlar ve akabindeki inşa ve tamir sürecinde, senatonun çalışmaları ve bürokrasi aksamış, resmî tören ve festivaller bir süre icra edilememiştir. Mabetlerin yanması toplu ibadetlerin aksamasına sebep olurken, toplum psikolojisi de sarsılmıştır. Bizanslılar yangın olgusunu, tıpkı diğer afetler gibi Tanrı’nın gazabı olarak değerlendirmişlerdir. İnanışa göre, bazen halkın dinden uzaklaşmasına, kimi zaman da imparatorun yanlış politikalarına öfkelenen Tanrı, yangın belasıyla insanları imtihan etmekteydi. Bununla birlikte afet sonrasındaki toparlanma ve yeniden imar faaliyetleri de ilahi bir lütuf olarak değerlendirilir, kulların pişmanlığını gören Tanrı’nın onlara acıyarak yardım gönderdiğine inanılırdı. Ayasofya’nın yapılışında Tanrı’nın verdiği ilham, onun yardımlarının en büyük kanıtı olarak görülmüştü.8 Ahlaksızlığın iyice ilerlediği 472 yılında gökten kül yağması ve evlerin üzerlerinin dört parmak külle kaplanmasını İmparator Leon, küçük erkek çocuklara yapılan cinsel istismar yüzünden Tanrı’nın kendilerine verdiği bir ceza olarak nitelendirmişti. Panik içerisinde Tanrı’ya yakaran ahali de aslında gökten ateş yağdığını fakat Tanrı’nın merhametinin bunu küle çevirdiğini ileri sürerek imparatorun düşüncesine katılmıştı.9 Bizans döneminde büyük denilebilecek yangınların sonuncusu olan 1434 afetinde en görkemli ve önemli yapılarından biri olan Ayvansaray’daki Blakhernai Kilisesi ile aynı adlı mahallenin ve sarayın kül olması da papazlar ve ahali tarafından uğursuzluk olarak değerlendirilmişti.10 Nitekim bir süre sonra Türklerin İstanbul’u ele geçirmesi bu düşüncedekiler için şaşırtıcı olmamıştı.
Öte yandan her afeti daha büyük bir afetin izleyeceği de yaygın bir inanıştı. Örneğin tarihçi Niketas, acımasızlığı ile tanınan Andronikos Komnenos’un (1183-1185) tahtı ele geçirmeye çalıştığı günlerde gökyüzünde bir kuyrukluyıldız belirmesi olayını, onun tahta çıkmasından sonra İstanbul’un ve imparatorluğun başına gelecek felaketlere yorumlamıştı. Niketas bunu siyasi bir felaketin habercisi olarak izah etmiş ise de, Ortaçağ’da bu tür olaylar uğursuzluk alameti ve doğal afetlerin işareti olarak değerlendirilmiştir.11 Pek çok tarihçinin -bugün önemsiz gördüğümüz- böyle olaylara eserlerinde yer vermeleri bu düşüncenin ürünüdür. Dahası, bu algı Yeniçağ Avrupa’sında da görülmekte, hatta aşağıda anlatılacağı üzere, benzer inanış biçimlerine Osmanlı toplumunda da rastlanmaktadır.
Türk İstanbul’unda sıklığı ve tahrip sahasının genişliği bakımından Bizans dönemindekinden daha etkili olan yangınlar idari, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, kültürel, sanatsal ve folklorik açılardan derin izler bırakmıştır. “Anadolu’nun salgını İstanbul’un yangını” düzgüsü, afetin yoğunluğunu en güzel biçimde vurgulamaktadır. Osmanlı döneminde yangınlar genellikle dikkatsizlik, acemilik ve ihmal sonucu çıkmıştır. Evlerin ısınma sistemleriyle mutfaklarda meydana gelen kazalar, ateşe dayalı üretim yapan imalathanelerdeki hatalar, kahvehane veya bekâr odalarında içilen tütün artıklarının söndürülmeden atılması, çeşitli büyüklüklerde yangınlara sebebiyet vermiştir. Kasten çıkarılan yangınlar ise genellikle efendilerine kin duyan besleme ve uşakların fesatlığından, hırsız ve yağmacıların kasıtlarından ve mazlumların zalimlerden intikam alma düşüncelerinden ileri gelmiştir.12 Ancak bu tür yangınlar daha ziyade gayrimüslim muhitlerinde görülmekteydi. Padişahtan veya onun atadığı bir yöneticinin idaresinden hoşnut olunmadığı durumlarda ya da bir yöneticiyi koltuğundan indirmek kastıyla çıkarılan yangınlar da vardır. Patrona İsyanı, Alemdar Vakası ve yeniçeri teşkilatının kaldırılması sırasında çıkarılan yangınlar da sabotaj kaynaklı yangınlara örnek gösterilebilir. Tanzimat’tan sonra petrol, havagazı, elektrik ve kalorifer sistemlerinin yaygınlaşması yangın sebeplerine yenilerini eklemiştir. Széchenyi Paşa’nın itfaiyeyi yeni bir anlayışla düzenlediği II. Abdülhamid döneminde sigortadan fazla para almak düşüncesiyle kasten çıkarılan yangınlar görüldüğü gibi, bazı yangınlar da halkı sigortaya özendirmek isteyen şirketler tarafından çıkarılmaktaydı. II. Abdülhamid’in yaptırdığı araştırma sonuçları ve saraya gelen jurnaller, sigorta yolsuzluğunu açık biçimde göstermekteydi.
Yangınların genişleyerek bir felakete dönüşmesi ise, genel olarak üç etkene bağlanabilir: Bunlar, geleneksel ahşap mimarisinin yaygınlığı, başta poyraz olmak üzere sert esen rüzgârların sıklığı ve itfaiye hizmetlerinin yetersizliğidir. Ahşap yapı tekniğinin tercih edilmesinin sebeplerine gelince, her şeyden önce düşük maliyetli olması, malzemesinin kolay tedarik edilebilmesi ve zevke göre işlenmeye yatkın olmasıydı. Yangın ve diğer afetlerin bir ilahi cezalandırma yöntemi olduğu inancı Müslüman Türk toplumunda da yaygındı. Toplu ölümlere ve büyük maddi kayıplara yol açan afetler kıyamet belirtisi ve ilahi bir uyarı olarak nitelendirilmiştir. Mesela 1660 yangınına tanıklık eden Mehmed Halife’ye göre bu felaket, halkın zenginliklerine mağrur olarak Hak yolundan sapması, birbirini aldatması, zina ve livatanın çoğalması, esnafın hileye saparak fakirleri gözetmeyi unutması, ilim adamlarının sahip oldukları bilginin gerektirdiği gibi davranmamaları yüzünden gelmişti.13 1782 yılında meydana gelen üç büyük yangından yola çıkan bir aydın ise, afetin sebeplerini açık ve gizli olarak ikiye ayırmıştır. Buna göre, yangınların açık sebepleri meteorolojik olumsuzluklar, yani aylardır yağmayan yağmur ile şiddetli esen rüzgârdı. Gizli sebeplere gelince, birincisi, sorunları yöneticiler tarafından önemsenmeyen ahalinin çektiği acıların intikamı; ikincisi erkek ve kadınların aşırı süslenmeleri ve dış görünüşe önem vererek Allah’ın emirlerine aykırı biçimde büyük ve gösterişli yapılar inşa etmeleri; üçüncüsü ise, müneccimlerin güneşin sararmasından, ayın kızarmasından ve rüzgârların değişken esmesinden çeşitli anlamlar çıkarmaya kalkışmalarıydı.14 Islahatlar döneminde Hristiyan Avrupa’dan alınan yaşam biçimlerinin ve düşünce akımlarının benimsenmesi, örneğin feminizm akımıyla Müslüman Türk kadınına yeni bir kimlik kazandırılmaya çalışılması gibi eğilimler birer afet sebebi olarak telakki edilmiştir. Sadece iki yıl içerisinde Meclis-i Mebusan olarak kullanılan Çırağan Sarayı ile hükûmet merkezi Bâbıâli’nin peş peşe yanması, ardından Uzunçarşı ve İshakpaşa yangınlarının tarihî yarımadayı harabeye çevirmesi ve hatta Balkan savaşlarının patlak vermesi, 1910 yılında devlet kararıyla Hayırsız Ada’ya sürülen masum sokak köpeklerinin ahının tutmasına yorumlanmıştır. Öte yandan yangınları iktidardaki İttihatçıların uğursuzluğuna bağlayan bir muhalefet de vardı. Basındaki haberlerin veriliş tarzına ve yazarların üslubuna bakılırsa, meydana gelen her büyük yangın, İttihatçıların iktidardan gitmesinin yolunu açacağı gerekçesiyle muhalefet için yeni bir ümit olarak görülüyordu.
Kaynaklarda yangın anı ve sonrasındaki toplum yaşantısını yansıtan doyurucu bilgiler mevcuttur. Sözgelimi Mehmed Halife’nin 1660 yangınıyla ilgili tasvirinde herkesin kendi başının derdine düştüğünü, çocukların ebeveynine, ebeveynlerin evladına bakamadığını, ateş sönünceye kadar sersemlediklerini, şaşırıp kaldıklarını, üç günden beri açlıktan ve susuzluktan helak olma derecesine vardıklarını belirtir. Suyolları ve değirmenler de yandığından ne ekmek vardır ne de su. Halk dört beş gün kadar aç, susuz ve evsiz kalmıştı. Mehmed Halife sonra bir yolunu bulup Eyüp Sultan’dan ve Tophane’den bin bir güçlük ve sıkıntıyla kifayet miktarı ekmek ve yemiş getirip çoluğu çocuğu ile yakasını kurtardı. Aldıkları ekmek toprağa benziyordu. Daha sonra herkes bir yana dağılıp gitti.15 Eremya Çelebi’ye göre, yangından yaklaşık iki ay sonra Varad’ın fethi haberi şehre ulaşıp üç gün kutlama yapılması dahi halkı mutlu etmeye yetmemişti. Aksine, pek çok askerin şehit olmasından ve yangından dolayı Köprülü’ye lanet okuyanlar bile çıkmıştı.16 Yangını büyük bir kıtlık ve veba salgını izlemiş, daha sonra hayat normale dönmüştü. Bunların hepsinin ilahi bir imtihan olduğunu delirten Mehmed Halife, güçlükleri kolaylığa dönüştürecek kudrete sahip Allah’ın inayetiyle afetlerin bittiğini, ekmek ve gıda maddelerinin bollaştığını yazar.
Yangınlar seyyah anlatılarının temel başlıklarından birisidir. Örneğin Fransız edebiyatçı Gautier’in 1852 tarihli Kasımpaşa yangınına ilişkin tasviri şöyleydi:
Sokak, sarılmış yataklar taşıyan zenci kadınlar, sandıklar yüklenmiş hamallar, çubuklarını kurtarmış erkekler, bir eliyle çocuklarını sürükleyen öteki eliyle de bohçalarını taşıyan telaşlı kadınlarla doluydu; demir çengeller taşıyan memur ve askerler, tulumbalarını yüklenerek halk arasında koşuşan sakalar, yayaları gözetmeksizin yardımcı aramaya giden atlılar ortalığı doldurmuşlardı. Herkes birbirini itip düşürüyor ve çeşitli dillerde küfürler savuruyordu. Kargaşalık hüküm sürerken yangın tahrip sınırlarını genişleterek ilerliyordu.17
Son dönem aydınlarından Ruşen Eşref’in 1918 yangınıyla ilgili gözlemleri de şöyledir:
Gece yarıları alev sellerinin önünde şiltelerin, bakır kap-kacakların, toprak testilerin, kırık koltukların; ürkmüş entarili çocukların, başı açık fırlamış anaların beyinlerinde kederlerinin yükü, ellerinde birer ehemmiyetsiz pırtı, ailelerine barınacak kovuk arayan babaların, kendini sürüyecek değnekten başka bir şeycik taşıyamayan ağababaların, torunlarının omzunda bükülekalmış inmeli ninelerin; veremiyle, zatülcenbiyle bayıla bayıla nasılsa ölüme mahkûm hayatını hiç olmazsa son bir ümitle bu alevlerden kaçırmaya çalışan o zavallı insanların hâli… Ne ateşten kurtardıkları şey belli, ne kursaklarına girecek lokmalar belli!..18
Yangın anlarının en önemli sorunlarından birisi genellikle seyir için toplanan ilgisiz kişilerin meydana getirdikleri izdihamdır. 1865 Şubat’ında Saint Benoit Kilisesi civarında bir marangozhanede başlayan yangın adı geçen kiliseyi de tutuşturmuş, bu esnada oraya birikmiş olan ahali ile tulumbacılardan toplam 45 kişi kilise duvarının üzerlerine devrilmesi sonucu ölmüş, 35 kişi de yaralanmıştı.19 1880 yılının başında Tophane’de meydana gelen yangında olay yerine çıkan bütün sokakların meraklı seyirciler tarafından doldurulması yüzünden evleri yananlar veya yakınlarının yardımına gitmek isteyenler yürümekte zorlandıkları gibi, tulumbacı ve sakalar da çalışamamışlardı. Tercümân-ı Hakîkat’e göre, yangın yerinde hiçbir işi gücü olmayan meraklılarla yağmacıların izdihamı kronik bir sorun hâlini almıştı. Kurtarma ekipleriyle seyirci ve yağmacıları birbirinden ayırmak cidden güçtü. Gazete, hükûmetten bu sorunu çözmesi için nöbetçiler görevlendirmesini istemiştir. Aynı olay sırasında, yangını haber vermek için Defterdar Yokuşu, Boğazkesen gibi bölgeleri işaret eden bekçilerin sayısının, gerçek adresi işaret edenlerden fazla olduğuna dikkat çekilerek, bu vurdumduymazlığın tekerrür etmemesi için köşklülerle bekçilerin ikaz edilmesi gerektiği belirtilmiştir.20
Bir başka ve daha önemli sorun ise, açgözlü hırsızlarla bazı yeniçerilerin yağmaya girişmesi idi. Asli görevlerini bırakıp soyguna azmeden yeniçerilerin bu hilesini bilen zengin Yahudiler yerin altına demir kapılarla korunan mahzenler yaparlar ve değerli eşyalarını buralarda saklarlardı. Ayrıca yangının kendi mülklerine sıçramaması veya yanıyorsa öncelikle söndürülmesi için neferlere para verirlerdi.21 Çok önemli saraylarla kamu binalarının yok olduğu 1633 yangınında Kurşuncubaşızade Mustafa Paşa Sarayı yanarken, bitişiğindeki Pirincizade Sarayı felaketi hasarsız atlatmıştı. Na‘îmâ’ya göre, yeniçeri ağalığı döneminde zenginleşen Pirincizade, yangın esnasında yeniçerilere yüklü miktarda para vermiş, onlar da “var kuvvetin pazuya getirip” binanın saçak vb. uzantılarını kaldırmak suretiyle yanmasını önlemişlerdir. Yine 1818’de Kadırga Limanı’nda başlayan yangın Kumkapı’ya kadar uzandığında burada meskûn zengin Ermeniler ev ve kiliselerini kurtarmak için ortaya para dökünce tulumbacılar bu bölgede çalışmış, geri tarafta görevli kalmayınca alevler Beyazıt’a kadar ilerlemişti. Kısacası söndürücülere verecek parası olmayan fukara, evinin yanmasını seyretmek zorunda kalmıştı.
Yangının etki alanını daraltmak amacıyla başvurulan yıkma yönteminde kullanılan balta ve kanca gibi aletler bile çalınmaktaydı. Yağma konusunda bütün yeniçerilerin kabahatli gösterilmesi elbette mümkün değildir. Suça bulaşanlar, ahlaki zafiyeti olanlardır. Kaldı ki, bazı hırsızlar yeniçeri kıyafeti giymek suretiyle suçu bu sınıfın üzerine yüklemekteydi.22 Yine de, yangınların yeniçeriler yetişmeden sönmüş olması, ahali arasında sevinçle karşılanırdı. Bazı fırsatçılar da, biçare ahalinin telaşlı ve korkulu durumunu istismar eder; yardım yapıyormuş gibi görünerek evlerde veya meydanlara yığılmış mallardan gözüne kestirdiklerini kapıp uzaklaşırlardı. Usta soyguncular bazen sahte yangın haberleri çıkararak halkı sokağa döker, insansız evlere girerek sanatlarını icra ederlerdi. Bugün Avrupa’nın bazı kentlerindeki müze ve kütüphanelerde sergilenen el yazması kitaplar ve eşyaların bir kısmının bu yöntemle çalınıp götürüldüğü bilinmektedir.
Yangın sonrası manzaraya gelince, Gautier, yüzlerinde üzüntü eseri bulunmayan yangınzedelerin hiçbir şey olmamış gibi gündelik işlerine sarılmalarını şaşkınlıkla anlatır. Ahali evlerinin henüz sıcak ve dumanlı enkazı üzerine hasırlar, eski halılar ve sırıklarla tutturulmuş branda bezi parçalarıyla geçici birer tünek kondurmuştur. Bir kahveci, dükkânının külleri arasında çömelmiş oturan eski sadık müşterileri için, yangından kurtulmuş tek eşyası olan ocağında kahve pişirmekteydi. Daha ötede fırıncılar tahta çanaklarda kurtarabildikleri mısır kümelerini ayıklamakla meşguldüler. Bazı yangınzedeler ise, yok olmuş servetlerinin son kalıntıları olan çivi ve demir parçalarını henüz tamamıyla sönmemiş korların arasında ayıklamaya çalışıyordu. Gautier, harabeler üstünde çubuk tüttüren şehir halkının tevekkülünü hayranlıkla kutsarken, bunu Fransa’daki afet dönemi manzaralarıyla karşılaştırmıştır; zira orada bu tür durumlarda, feryatlar içerisinde dövünen insan gruplarından geçilememekteydi. Kısacası İstanbul’da evi yanmış olmak sıradan bir şeydi. Ama Hristiyan toplumu Türkler kadar mütevekkil değildi; eşya yığınları üstüne oturmuş kadınlar bağırarak ağlamakta idiler, tıpkı Fransa’da olduğu gibi.23 Bununla birlikte gerçek, seyyahların düşündüğünden çok farklı idi.
Yangınlar halkın psikolojik durumunda derin etkiler bırakıyordu. Cepheden gelen kötü haberlerin yol açtığı mali krizler, enflasyon, yeniçeri ayaklanmaları ve bunlara bağlı olarak yöneticilerin sık sık değiştirilmesi dönemlerinde gelecekten kaygılanan İstanbullular, havaların normalin dışında seyretmesi, güneş tutulması ve yangın gibi zincirleme olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi kurmaya çalışır, nihayetinde gerginlik katlanarak büyürdü.24 Çeşitli nedenlerle bunalıma girenlerin, darda kalanların “Yangın var!” diye bağırmalarına sıkça rastlanırdı. Çünkü bu sihirli cümleciği duyan derhâl sesin sahibine koşardı. “Üzerime gelme, şimdi ‘Yangın var’ diye bağırırım” sözü ise bazı sinirli kimselerin diline pelesenk olmuştu.25
Yangınlar büyük ekonomik yıkımlar meydana getirmiştir. 1654 yılında Haliç kıyısında başlayan ve genişleyerek Sebzehane, Yemiş İskelesi, Hasır İskelesi, Ketenciler gibi ticari bölgeler ile kâgir arpa ambarını yakan yangın esnasında kazevi ve sepetler içerisinde açıkta duran pirinçler, sahipleri tarafından aceleyle gemilere taşınıp alarga edilerek kurtarılmış ise de, ambar ve dükkânlardaki tonlarca gıda maddesi kül olmuştu. Neticede fiyatlar yükselmiş, pirinç karaborsaya düşmüş, mercimek ise bulunamaz olmuştu.26 Bir kısım esnaf ise afeti kazanca dönüştürmek isterdi. 1693 yılında Unkapanı, Aksaray, Langa ve Sultanahmet arasındaki bölgede on binlerce yapının kül olduğu afetin ardından kerestecilere gün doğmuş ve yüksek fiyatlarla malzeme satmaya başlamışlardı. Ancak dar gelirliler keresteyi kerestecilerden değil de gemicilerden daha düşük fiyata almaya başlayınca keresteci esnafı bir yolunu bulup gemilerde kereste satılmasını yasaklatıp ahaliyi kendilerinden alışveriş etmeye mahkûm ettiren fermanı çıkarttırdılar. Bu esnada Ayazma kapısında bir kömür deposunda başlayan yangın genişleyerek bahsi geçen keresteci esnafının da bulunduğu geniş bir sahanın yanmasıyla sonuçlandı. Silahtar Mehmed Ağa bu olayı, ahaliyi perişanlığa sürükleyen tamahkâr keresteciler için Allah’ın adaletinin tecellisi şeklinde yorumlanmıştır.27 Öte yandan birtakım fırsatçılar yangının doğurduğu kargaşa ortamından yararlanarak, açıkta kalan arsalar üzerinde hak iddia etmeye kalkışmakta, bazıları ise fazla kira almak düşüncesiyle alelacele ve kanuna aykırı olarak yaptırdıkları dükkânların üzerine kahvehane ve bekâr odaları gibi bölümler eklemekte idiler.28 Devlet bu tür fırsatçılarla mücadele etmiştir. Malzeme fiyatları yangın öncesindeki seviyeye çekilmiş, başkente süratle kereste, tuğla, kiremit ve kireç ulaştırılması için ilgili yerlere emirler gönderilmiştir. Yeni bina yapımında yangınzedelere öncelik tanınmıştır. 1870 yangınından sonra Zabtiye Müşiri Hüsnü Paşa mahalle imam ve muhtarlarıyla yaptığı toplantıda, Müslüman ahalinin evlerini gayrimüslimlere kiraya verirken fiyatları makul seviyede tutmalarını istemiştir.29
“Yangınlar olmasaydı İstanbul’un, eşiklerine kadar altın olmak üzere birkaç defa inşa edilebileceğini” söyleyenler şüphesiz afetin alıp götürdüğü on binlerce evle birlikte, bunların içerisindeki paha biçilmez eşyaları hesaba katmışlardır. Örneğin 1660 yangınında Eski Saray yakınlarında bulunan ve o tarihe kadar meydana gelen yangınlarda hiç hasar görmemiş olan Kebeci Han, içerisindeki çoğu Bosnalı ve Acemlere ait on Mısır hazinesi değerindeki mal ile birlikte kül olmuştu. Üstelik nefis ciltler içerisine alınmış tezhipli, minyatürlü el yazması kitaplar, kadınların göz nuruyla işledikleri incili-sırmalı sandık eşyaları, giyecekler, takılar, hat levhaları ve nice evladiyelik ürün yanmıştır. Sonraki kuşakları hayata hazırlayacak birçok folklorik birikimin yok olması kültür bütünlüğüne darbe indirmiştir. Kamu binalarının yanmasıyla kaybolan resmî belgelerin tarih yazımında meydana getirdiği boşluk ise hiçbir zaman doldurulamayacaktır.
Asırların yadigârı etnografik ve kültürel değeri haiz eserlerin kaybı, sahiplerinde birtakım ruhsal ve bedensel sağlık sorunlarına yol açardı. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin ilk müdürü Hafız Tahsin Efendi, kitaplarını kaybetmenin acısıyla ölmüştür. Ömrünü nadir eserlerle güzel yazılar toplamaya vakfetmiş olan Tahsin Efendi, bir yangında eviyle birlikte bu eserlerin büyük kısmını kaybedince, kalan kitaplarını alarak Kabasakal’da kiraladığı bir eve yerleşmiş; mevcut kitap ve levhalarıyla teselli olmaya çalışmakta iken meydana gelen bir başka yangının eserlerinin tamamını kül etmesi üzerine birkaç ay sonra kahrından ölmüştür. Yangınların yok ettiği kitap, mecmua ve divanlardan bahseden Ali Emirî eser kaybını “İstanbul’da hangi bir zat bulunabilir ki kitaplardan bahis açıldığı vakit ‘Bende şöyle güzel bir kitap vardı, falan harîk esnasında sâir kitaplarım ve hanümânımla beraber yandı’ demesin ve müteessir bir vaziyet almasın.”30 şeklinde ifade etmektedir. Mahir İz, Çırçır yangınında evlerinin yandığını fark ettiklerinde annesinin yalnızca kardeşi Fahir ile mücevherat çantasını alarak evi terk ettiğini, babası Kadı Abdülhalim Efendi’nin ise sadece “Kitaplarım!” diye sızlandığını yazar.31 Benzer bir hadise 1999 yılındaki Marmara depreminde yaşanmıştır. Milli Eğitim ve Kültür bakanlıkları yapmış olan Avni Akyol (d. 1931), genç yaşta kaybettiği oğlunun adına Düzce’de inşa ettirdiği kültür sitesinin depremde çökmesi sonucu 12.000 kitap ile fotoğraf ve arşiv belgelerinin kaybolmasına çok üzülmüş, bir ay sonra da kalp krizi geçirerek ölmüştür.32
Afetin sosyolojik sonuçlarına gelince, yangınlar nedeniyle İstanbullular asırlar boyunca muhacir hayatı yaşamıştır. Halk, “İki göç bir yangına bedeldir” atasözüne aldırış etmeden bir semtten diğerine taşınmış, devlet kararıyla ya da kendi tercihleriyle Silivri, Çorlu, Kartal, Şile ve İzmit gibi uzak bölgelere yerleşenler olmuştur. Bununla birlikte yangın olgusunu kanıksayarak, aldıkları ilkel ya da gerçekçi çeşitli tedbirlerle yaşamlarını İstanbul’da sürdürmek isteyenlerin sayısı daha fazlaydı. Bir yerde yangın çıktığı duyulur duyulmaz çok uzak mahallelerin sakinleri telaşa kapılırdı. Zira ahşap yapıların temel malzemesi olan çiviler kıpkırmızı kor hâline gelip yerlerinden bir ok gibi fırlayarak karşı evin tahtasına saplanıp oranın da yanmasını sağlar, afetin genişlemesi hususunda âdeta poyraza refakat ederdi. Evi yananlar için en güvenilir sığınak Allah’ın evi olan camilerdi. Fakat bazı büyük yangınların cami ve avluları da sarması sonucu yanmak ya da dumandan boğulmak suretiyle toplu ölümler yaşanmıştır. Yangından sağ kurtulanlar arasında statü farkı kalmaz, fakir ile zengin eşit konuma gelir, aynı kuyrukta devletten veya hayırseverlerden gelecek yardımı beklerlerdi.
Yangınlardan ancak Allah’ın inayetiyle kurtulabileceklerini savunan ahali, kaderci anlayışın sürüklemesiyle birtakım tedbirlere sarılmıştır. Örneğin ateşin dokunmayacağına inandıkları türbe ve yatırlara yakın yerlerde oturmayı, daha gerçekçi bir yaklaşımla da konutlarını çeşme, hamam ve sarnıçların bulunduğu yerlere inşa etmeyi benimsemişlerdir.33 Başka bir tedbir de evlerin üst katında bir odanın tavanını yapmayıp inşaat hâlinde bırakmaktı. Çünkü tamamlanan eve veya sahibine nazar değebileceğinden endişe duyulurdu. Ayrıca kapılara veya göze en iyi çarpacak bir yere çeşitli nazarlıklar takılırdı. Yâ Hâfız, Maşallah gibi levhaların asılmasıyla yapı bir bakıma sigorta edilmiş olurdu.34 Yangına karşı en gerçekçi çözümlerden biri olan kâgir tekniğinin ekonomik gerekçelerle talep görmemesinin yanında birtakım saplantılarla reddedilmesi de düşündürücüdür. Zira yangında yanan ağaçların duası üzerine Allah’ın şehre rahmet indirdiğine inananlar, afetten korunmak için kâgire sığınmanın tevekküle aykırı olacağını düşünmekteydi. Maddi bir gerekçe olarak ise kâgirin rutubete duyarlılığı öne sürülmekteydi. Tanzimat Dönemi’nde kâgirin en hararetli savunucularından birisi olan Namık Kemal, dinî emirlerin yanlış algılandığına dikkat çekerek, rahmeti geniş olan Allah’ın katında, bu kadar yangınzedenin duasının, cansız ağaçların duasından daha tesirli olacağını savunmuş, kâgirin rutubetinin taşla değil, inşa edildiği arsanın özelliğiyle ilgili olduğunu belirtmiştir.35
Yangınlar birtakım dinî görevlerin ifasına da mani olmuştur. Örneğin 1645 yılında dört Rum, bir Ermeni kilisesinin, 1690’da ise Eyüp Camii’nin bir kısmının yanması sebebiyle toplu ibadetler bir süre yerine getirilememiştir. 1782 yangınında oruç tutulmaması ve Cuma namazı kılınmaması yönünde fetva çıkmıştı. Devlet inanç farklılığına bakmadan mabetlerin faaliyetlerini sürdürmesi için ivedi davranmıştır. Ermeni tarihçi Mikael Çamiçyan bu konuda çarpıcı bir bilgi aktarır. Kumkapı’da Rumların dört kilisesi ile Ermenilerin Surp Asdvadzadzin Kilisesi’nin yandığı 1645 yangınından bir ay sonra Sultan İbrahim, Sadrazam Civan Mehmed Paşa ile birlikte yangın yerine gelir. Kilise harabelerini görünce sadrazama bunların şimdiye kadar niçin tamir edilmediklerini sorar. Mehmed Paşa’nın “Fermanınızı bekliyorlar.” cevabını vermesi üzerine padişah saraya döner dönmez ilgili fermanı çıkarır. Hristiyanlar bu karara son derece sevinirler.36 1718’deki Cibali ve bunun öncesinde meydana gelen yangınlarda kullanılamaz duruma gelen mabetlerin inşası ise devlet adamlarıyla zenginlere yüklendi. Bu kapsamda Sadrazam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa Kumkapı’daki İbrahim Paşa Camii ile birçok mabedin inşa ve tamirini gerçekleştirmiş,37 zevcesi Ayşe Sultan da Vefa’daki Yahya Güzel Mescidi’ni tamir ettirmiştir. Halil Ağa adlı gönüllü ise Laleli Çeşme’deki Kızılminare Mescidi’ni yeniden yaptırmıştır.
Sadece 1818 yılının Ocak-Ağustos döneminde şehirde irili ufaklı 73 yangın meydana gelmişti. Bunlara birkaç evin yanmasıyla atlatılan afetler dâhil değildi. Yangınların sıklığı üzerine ahali evine giremez hâle gelmiş, sokakta sabahlar olmuştu. Türlü kurgular yapılmakta, yalan ve uydurma sözlerle halk telaşa sürüklenmekteydi. Kimsede huzur kalmamıştı. Vakanüvis Şanîzade, haftalarca uyumadan sokakta sabahlayan ahalinin hâlini
Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim gece kaç saattir
beytiyle açıklamıştır. Sultan II. Mahmud, söylentilerin kurgudan ibaret olduğunu belirterek halkın bunlara kulak asmamasını, çevrelerinde gördükleri şüpheli kişileri hükûmete bildirmelerini istemiştir. Yangınların çoğunun dikkatsizlikten kaynaklandığını belirten padişah, ocak ve tandırlarla bunların bacalarının iyice temizlenmesini ve afetin İstanbul’un yakasını bırakması için camilerde farz namazlardan sonra topluca dua edilmesini tavsiye etmişti.38 Padişah İstanbul kadısına gönderdiği fermanda, “evsiz kalan yangınzedelerin bir kısmının Üsküdar, Eyüp, Galata ve Boğaziçi’nde uygun evlere yerleştirilmesini, açıkta kalanlara ise, evleri yapılıncaya kadar çadır dağıtılmasını” emretmişti. Ebniye-i Hassa Müdürlüğü de, evini yeniden yapmak isteyen ahalinin insafsız esnaf elinde mağdur olmaması için malzeme ve işçi fiyatlarını belirlemişti.39 Hükûmet yardım konusunda yabancı devlet temsilcilerini de gözetmiştir. Galata’daki 1826 yangınından sonra Müslüman ve gayrimüslim bütün yangınzedelere atiyyeler verilmiş, II. Mahmud sefaretlere gönderdiği taziye mektuplarının yanında çiçek ve meyve tablalarıyla mücevher kutuları hediye ederek afetzedelerin acısını hafifletmek istemiştir. Bu arada, her şeyini kaybeden ve “Sadakaya muhtaç oldum.” diye yakınan Prusya tercümanı da payına düşen yardımı almıştı.40 1870 Beyoğlu yangınında ise devlet derhâl yardım elini uzatarak, Ermeni mezarlığına 2.000 çadır kurmuş, çadır aralarına çeşmeler yaptırmıştır.41 1887’de vuku bulan Arnavutköy yangını afetzedelerine yardım amacıyla kurulan komisyonun inşa ettiği 17 hane, “Padişahım çok yaşa!” sloganları eşliğinde ahaliye teslim edilmişti. Çadırlarda kalanlara ise kira yardımı başlatılmıştı.42 Bütün bunlar, modern bürokrasiyi oturtmaya çalışan imparatorluğun, geleneksel sosyal devlet karakterini yansıtan uygulamaları olarak karşımızda durmaktadır.
Yardım kampanyalarına padişahtan toplumun en alt kesimine kadar herkes gücü ölçüsünde iştirak ederdi. 1865 yılındaki Hocapaşa yangınından sonra Bâbıâli’de bir yardım komisyonu kurulmuştu. Tasvîr-i Efkâr gazetesi bağışta bulunanların isimlerini ve bağış miktarlarını haftalık olarak yayımlamıştır. Bu listeler incelendiğinde devlet adamlarının büyük yardımlarda bulundukları, taşrada görev yapan valilerden memurlara, İstanbul’daki yabancı devlet temsilcilerinden zenginlere, hatta sıradan ahaliye kadar herkesin yardıma iştirak ettiği görülmektedir.43 Padişah, Sadrazam Fuad Paşa’dan yangınzedelerin derhâl geçici mekânlara yerleştirilmesini, yapılacak binalarınkâgir olması için ahaliye düşük fiyatlı malzeme temini yollarının araştırılmasını istemiştir.
Aydınlar yardımlaşma konusunda yazılarıyla ve uygulamalarıyla ahaliye önayak olmuşlardır. Ermenekli Mustafa Saffet Efendi, Uzunçarşı yangını üzerine yazdığı makalesinde hükümete, Şehremaneti’ne ve ahaliye ayrı ayrı sorumluluk düştüğünü hatırlatmıştır. Hükümet yardım paralarını adilâne dağıtmalı, Şehremaneti “ahaliye yuvasını yapabileceği yeri tayin edivermelidir. Yoksa Çırçır’daki gibi ahaliyi süründürmekten hazer etmeli, Allah’tan korkmalıdır!” “Ahalimiz ise iki ekmeğinin birisini kendisi yemeli, diğerini bu zavallılara iâne etmelidir. Bunu çok görür ise bugün Osmanlıların umumu şu zavallılar için çok değil, hemen birer kuruş bile verse şu ihtiyac-ı mübrimi savuşturabileceğini ümit ediyorum. Binaenaleyh bu konuda hiçbir mazeret kabul edilemez. Hatta evvelce dediğimiz gibi yardımlar fukara kısmına tahsis edilebilirse zekât yerine geçebileceğini düşünerek zenginlerimiz hamiyetlerini göstermelidir. Bugünkü İstanbul’un hanlarında, camilerinde, meydanlarında sefalet çeken biçareleri göz önüne getirmeli ve ona göre Cenab-ı Hakk’ın kendilerine bol bol verdiği nimetlerin bir parçasını esirgememelidir.”44 Rûşen Eşref de 1918 yangınının ardından, afetzedelere yardımın bir vicdan ve haysiyet borcu olduğunu belirterek, dinî, etnik ve ekonomik farklılıkların bir tarafa bırakılarak bütün şehir halkının kenetlenmesini istemiştir. Feyzullah Sacid ise, aynı yangının dehşetini ve bundan sonra yapılması gerekenleri şiirle dile getirmişti:
Şu çıplak aileler kar çamur mu örtünsün?
Bu bînevâlara toprak mı açsın âğûşu?
Leyâl-i bâridenin zulmet-i cihan-pûşu
Olur mu perde-i ismet… Olur mu âh, düşün?
Beşer-karîn isek, ey merhamet, hamiyet sen
Şu kimsesizleri kaldır zemîn-i zilletten!...45
Toplumsal olayları en güzel şekilde yorumlayan âşıklar, yangınlara da ilgisiz kalmamış, bizzat kendi gözlemlerine, duyduklarına, daha geç dönemlerde ise gazete haberlerine dayanarak destanlar yazmışlardır. Yangın destanları genelde yangının çıkış yerini ve sebebini anlatarak başlar. Yangının nasıl duyurulduğu, bir yerden bir yere nasıl sıçradığı, padişah ve diğer yöneticilerin tepkisi, yeniçeri/tulumbacıların çalışmaları, hasar ve ölü miktarı, baştanbaşa yanan sokak ve mahallelerin tasviri, bu arada halk arasında kutsallık izafe edilen binaların yanıp yanmadığı, insan ve hayvan bütün canlıların yangın sırasındaki hâlleri, afetzedelere yapılan yardımlar, yangının nerede söndüğü/söndürüldüğü ve destanı söyleyen âşığın bir daha böyle afetler yaşanmaması için ettiği dua yangın destanlarında hemen hemen ortak değinmeler olarak karşımıza çıkmaktadır.46 Kâtipzade isimli bir şair 1660 yangınını “Tarih-i İhrâk-ı Kebîr” başlıklı uzun bir destanda anlatmıştır. Ermeni şair Cüdaî de 1826 Hocapaşa yangınını nefis bir dille tasvir etmiştir. Bir örnek olması açısından Nâmî mahlaslı Ermeni âşığın 1865 yangını hakkındaki destanının birkaç dörtlüğü aşağıda verilmiştir. Şair bu destanda payitahtı uzun uzun vasfettikten sonra tulumbacıların çalışmalarını, yangının seyrini ve bu arada yönetimin tutumunu ortaya koymuştur.
Ânında yetişti bir iki paşa
Kumanda virerek her baştanbaşa
Sa‘y u gayret ile düştü telaşa
Çok vüzerâ çok zâbitan İstanbul
Bu gayretle yangın söyünür iken
Basılıyor deyû öyünür iken
Bir divâr yıkıldı sevinir iken
Arşa çıktı âh ü figân İstanbul.
Divârın altında kaldı nice can
Kimi tulumbacı kimi zabitân
Cizvit Mektebinden çok sabî sübyân
Yandı ciğerleri püryân İstanbul
Sokaklarda kaldı harikzedegân
Cami avluların itdiler meskân
Kimisi aç susuz sefîl ser-gerdân
Döyünürdü giryân giryân İstanbul
Ol vakit emr itdi şevketlü hünkâr
Dağıldı cümleye ihsanlar tekrâr
Oldu fukarâsı yine kâm-i kâr
Meserretle duâ-gûyân İstanbul.47
XX. yüzyılda itfaiye tekniklerinin ilerlemesine ve yapı türünün betonarmeye dönüşmesine bağlı olarak yangınlar daha az hasarlarla atlatılmıştır. Bu dönemde yangın sebeplerine elektrik kaçağı, tüp gaz patlamaları, işyerleri ve sanayi tesislerindeki patlamalar, deniz araçlarının çarpışması, teröre dayalı kundaklamalar vs. gibi yenileri eklenmiştir. Cumhuriyet döneminde yangınlar Osmanlı devrinden kalma bitişik nizam inşa edilmiş sivil ahşap yapıların bulunduğu bölgeler ile kamusal ve resmî binalarda etkili olmuştur. Mimari değeri haiz saray ve yalı yangınlarının çoğu kundak sonucu çıkmıştır. Kundaklamalarda yeniçerilerin rolünü arazi mafyasının üstlenmesi, yağmacı zihniyetin devam ettiğini, sadece aktörlerin değiştiğini göstermektedir. Değişmeyen bir başka unsur da, itfaiye araçlarının çalışmasına çoğu defa fırsat vermeyen dar sokaklardır.
İtfaiye örgütünün askeriyeden ayrılarak belediyeye bağlanmasından sonra vuku bulan ve 9 ev ile 4 dükkânın yandığı Salmatomruk yangını ahşap geleneğinin yangın riskini devam ettirdiğini gösterdiği kadar, Terkos Su Kumpanyası’nın ataletini de gözler önüne sermişti. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Abrahampaşa Yalısı (1923), Memduh Paşa Köşkü ve Samipaşazade Hâzım Bey Köşkü’nde (1924) meydana gelen yangınlar miras anlaşmazlığı ile arazi ve sigorta yolsuzluğunu akla getirmektedir. Nitekim Hâzım Bey Köşkü’nün bahçesinde su kuyuları bulunmasına rağmen köşk sahibinin bunu itfaiyeden gizlemesi ve buna rağmen suyun fark edilmesinden sonra da ekiplerin kullanmasını engellemeye çalışmasının nedeni sonradan anlaşılmıştı. Zira köşk 1.000 lira karşılığında sigorta edilmişti.48
Cumhuriyet’in ilk yıllarında onlarca, hatta yüzlerce yapının yandığı yangınlar vuku buldu. 1925 yılında Heybeliada’da 60 ev, 30 dükkân ve 2 fırın yandı. Olayın Beyazıt Kulesi’nden görülmesiyle birlikte İstinye’deki Heybeliada motoru sevk edilmiş, Kadıköy grubundan bir motopompun Bostancı İskelesi’nde bekletilmekte olan İstanbul istimbotuna yerleştirilmesi emredilmiş; bunun yetersiz kalması üzerine İstanbul ve Beyoğlu gruplarından birer motopomp da adaya gönderilmiştir. Fakat bunların hazırlanması ve mesafenin uzaklığı nedeniyle zaman kaybedilmesi birçok yapının kül olmasıyla sonuçlanmıştır.49 Bu sonuç, modern bir deniz itfaiyesine olan ihtiyacı ortaya çıkarmıştı. 11 saat süren ve 110 evin yandığı 1926’daki Maltepe yangını esnasında yaşananlar ise tam bir rezalet idi. Yangın vaktinde haber verilmemiş, Ada itfaiye grubunun sevki için görevlendirilen Basra vapuru kaptanının isteksiz davranması yüzünden de 45 dakikalık gecikme yaşanmıştı. Öte yandan karadan harekete geçen gruplar da yolların dar ve bozuk olması nedeniyle ilerleyememiş, kamyonetin arkasına yerleştirilmiş olan motopomp birkaç defa sökülerek elde taşınmak zorunda kalmıştı. Yangının sebebi ise patlıcan kızartılan yağın parlamasıydı.50 Bir yıl sonra Üsküdar’da 201, Küçükpazar’da 90 yapıyı küle çeviren yangınlarda da benzer manzaralar ortaya çıkmıştır.
Yeni dönemde toplumun birçok kesimini yakından ve doğrudan etkileyen afetlerden birisi Kapalıçarşı yangınlarıdır. Örneğin 1943’te çarşının döşemeciler ve yorgancılar bölümlerinin yanı sıra civardaki ahşap evlerin yanması sonucu esnaf zarara sürüklenirken, evleri yananlar da Osmanlı dönemlerini hatırlatan güçlüklere maruz kaldılar. Yaklaşmakta olan kış nedeniyle mağduriyet katlandı. Afetzedelerin iaşe ve barınma sorunları hükûmeti aylarca uğraştırdı. 1946 yılında esaslı bir tamir geçiren Kapalıçarşı’nın, 26 Kasım 1954 tarihinde çıkan yangın neticesinde üçte ikiden fazla kısmı kül oldu. Elektrik kontağının neden olduğu afet sırasında civardaki ahşap evlerin sakinleri tedirgin olmuşlar, kurtarabildikleri değerli eşyalarıyla sokakları doldurmuşlardı. Dükkânlarındaki para, senet ve değerli eşyaları almak isteyen esnaf, polis ve jandarmalar tarafından güçlükle durdurulabilmişti. Neticede 65 sokaktan 34’ü, 2.730 dükkândan 1.506’sı tamamen, 24’ü kısmen yanmış, 10.000 esnaf ile 100.000 işçi işsiz kalmıştı. Çarşıyı besleyen başka sanayi merkezleri de hesaba katıldığında zarar görenlerin sayısı daha da artıyordu. Cumhuriyet İstanbul’unun gördüğü en büyük felaketlerden biri olan bu yangın, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın belirttiği gibi şehre sadece iktisadi açıdan değil, tarihî, turistik, kültürel ve sosyal açılardan da büyük bir darbe vurmuştu. Zira Çarşı, inşa edildiği Fatih devrinden beri İstanbul’a gelen yerli ve yabancıların mutlaka uğradığı sembol yapılardan birisiydi. Yangından sonra Kapalıçarşı’ya bir süre kimse sokulmadı. Bunun nedenlerinden birisi yağma kaygısı, diğeri de söndürme sırasında aşırı ölçüde su sıkılmasından dolayı yapıların çökme riski taşımasıydı. Her ne olursa olsun, çarşıda ticari hayat bitmişti. Mağduriyetlerin en aza indirilmesi ilkesiyle hareket eden hükûmet, esnafın borçlarını erteleme kararı aldı. Esnaf için şehrin uygun yerlerinde barakalar inşa edildi. Esnafın yanında çalışan işçiler için de İş ve İşçi Bulma Kurumu ile temasa geçilmiş ve işe alımda önceliğin bu işçilere verilmesi kararlaştırılmıştır. Ahali ve sivil toplum kuruluşları mağdurların yardımına koşmuş, onlara İstanbul Ticaret Odası 100, Sanayi Odası 50, Fetih Cemiyeti 2.000 lira yardımda bulunmuştur.51 Beş yıl süren inşa ve tamirin ardından esnaf işyerlerine kavuşmuştu ama çarşının özgün yapısı kaybolmuştu.
Gelişen yangın önlemlerine ve itfaiye teknolojisine rağmen önemli resmî kurumların ve tarihî değeri haiz özel yapıların yanmasına engel olunamamıştır. 1865 yılında Darülfünun olarak inşa ettirilen ama sonradan Adliye Nezareti’ne verilen, Cumhuriyet devrinde ise İstanbul Adliyesi olarak kullanılan Darülfünun binasının 1933’te yanmasından sonra, 1942’de Vezneciler’deki Zeynep Hanım Konağı, 1948’de Fındıklı’daki Güzel Sanatlar Akademisi, 1950’de Sahaflar Çarşısı, 1957’de bedesten ile Kapalıçarşı yandığı için geçici olarak Şehzadebaşı Camii avlusuna taşınan Mobilyacılar Çarşısı, 1958’de Süleymaniye’deki Siyavuş Paşa Konağı, 1961’de Eyüp’teki Bahariye Mensucat Fabrikası; sonraki yıllarda Beşiktaş’taki konservatuvar, Kanlıca’daki Marki Necib ve Saffet Paşa yalıları, Beylerbeyi’ndeki İsmail Paşa Yalısı, Ortaköy’deki Esma Sultan Sahilsarayı, 1994’te Said Halim Paşa Yalısı, 2012’de Millî Eğitim İl Müdürlüğü olarak kullanılan Rauf Paşa Konağı ve 2013’te Feriye saraylarının Galatasaray Üniversitesi’ne tahsis edilen bölümü yandı. Çeşitli tarihlerde fabrika, vapur, kahvehane, tiyatro, sinema, iş hanı ve otellerde meydana gelen yangınlar ekonomik, kültürel ve sanatsal faaliyetlerin kesintiye uğramasına, bilimsel etkinliklerin aksamasına sebep olmuş, toplumun bu alanlardaki beklentilerine cevap verilememiştir.
Cumhuriyet dönemi yangınlarında can kayıpları daha düşük seviyede seyrederken, kolektif kullanım alanları tehlike oluşturmaya başlamıştır. 1970 yılında İstanbul Kültür Sarayı’nın yanması üzerine değerlendirme yapan Metin And, Türkiye’de XVII. yüzyıldan beri tiyatro yangınları yaşandığını, her yangından sonra korumaya dönük kararlar alındığını ama bunların uygulanamadığını belirtmiştir. 1970’lerin başında bile tiyatro ve sinema salonları yangına karşı korumasız olduğu gibi, seyircilerin yangından kaçışını sağlayacak imkânlardan mahrumdu.52 Cumhuriyet tarihi boyunca İstanbul’un aşırı biçimde göç alması çarpık kentleşme sorununu ortaya çıkarırken, yangın ve diğer afetlerin yaşandığı zamanlarda bunun acı sonuçları görülmüştür. Bu dönemde sigorta anlayışı hâlâ yerleşmemiş, binalar itfaiye tertibatı konusunda çağın gerisinde kalmıştır. Çeşitli tarihlerde kahvehane, otel, sinema salonu ve okul gibi kamusal binalarda çıkan yangınlar toplu ölümlerle neticelenmiştir. Özellikle kitlesel ölümlere yol açan yangınlar ahaliyi tedirgin etmiştir. Bunun yanında günümüze yaklaşıldıkça hem yangınlara hem de saldırılara karşı yapıların güvenlik sistemlerinin geliştirildiği, itfaiye örgütünün de araç, personel ve yöntem bakımından sürekli bir dönüşüm içinde olduğu dikkatten kaçmamaktadır.
İstanbul yangınları ve bununla ilintili olan tulumbacılık Osmanlı’dan günümüze Türk edebiyatı ve sanatında birçok ürüne konu edilmiştir. Nabizade Nazım, Ahmed Rasim, Mizancı Murad, Midhat Cemal, Refi Cevad Ulunay başta olmak üzere birçok edebiyatçı roman ve hatıralarında, şairler ve halk ozanları şiir ve türkülerinde yangın temasını geniş biçimde işlemişlerdir. Edebiyatımızda “yangın destanları” M. Sabri Koz, “tulumbacı destanları” ise Reşad Ekrem Koçu tarafından toplu hâlde incelenmiştir. Bazı şairler “aşk ateşi” ile “İstanbul yangınları” arasında ilişki kurarken, sevdalı kalplerini “yangın yeri”ne benzetmişlerdir. “Yangın yeri” deyimi, işgal yıllarında İstanbul’un ve vatanın genel durumunu ifade için kullanılmıştır. Külhanbeyi argosunda dayak yiyenlerin hâlini tasvir için kullanılan “suratı yangın yerine dönmüş” metaforu da anlamlıdır. Yangın çıktığında ev halkının yükte hafif, pahada ağır eşyasını dışarıya taşımasından dolayı “yangından mal kaçırmak” deyimi doğmuştur. Zengin olup bütün varlığını alevlere kurban verenler “kül fakiri” hâline gelirken, evlerdeki ve avlulardaki malları aşıran yağmacılar bir anda büyük bir servete konarlardı. Hükûmet yardımlarından da en büyük hisseyi kapan açgözlü yağmacıların lügatinde yangın, “kızıl bayram”dı. “Edirne sudan, İstanbul ateşten batacak.” sözü iki payitahtın iki kâbusunu pek güzel ifade etmektedir. Yangın teması kantonun yanı sıra tiyatro ve sinema gibi modern sanatlara da girmiştir. Şamran Hanım’ın Yangın Var kantosu, Güngör Dilmen’in Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Yangını oyunu, Sadık Şendil’in müzikli oyun olarak yazdığı ve Atıf Yılmaz’ın sinemaya uyarladığı Yedi Kocalı Hürmüz ile Ömer Lütfi Akad’ın Yangın Var filmleri bunlardan birkaçıdır. Osmanlı döneminde üretilen “Yangın olur, biz yangına gideriz”, “Fındıklı bizim yolumuz” gibi tulumbacı türküleri hâlen dinlenmeye devam etmektedir.
Mevsim Hareketleri: Kış, Fırtına, Sel
İstanbul’un karşı karşıya kaldığı şiddetli kış ve don olaylarının geçmişine dair en eski bilgiler MÖ V. asırda yaşayan Herodot’un kayıtları arasında görülmektedir. Herodot, kendi yaşadığı tarihten beş-on asır öncesine ait dönemlerde Boğaz’ın, üzerinde yürünebilecek kadar kalın buz tabakasıyla kaplandığını yazmıştır. Bizans döneminde 378, 401, 608-609, 660, 716, 753, 739, 927-928 yıllarında toplum hayatını etkileyen büyük kışlar görülmüş; yapıların yıkılmasına, denizin taşmasına ve seferlerin aksamasına yol açan fırtınalar yaşanmıştır. Marmara Denizi’nin birçok defa surların ötesine kadar taştığını, 1332 yılında deniz dalgalarının surların bir bölümünü yıktığını belirten Hammer, bu tür depremlerin çoğu kez taşmalara sebebiyet verdiğini ileri sürmüştür.53
Şiddetli soğuk ve ağır kış şartları uluslararası ticareti ve iaşe sevkiyatını önlediğinden erzak temini güçleşmiş, fiyatlar aşırı şekilde yükselmiştir. Dört ay boyunca don hadisesinin görüldüğü 927-928 kışında Karadeniz’in Boğaz girişi buzlarla kapandığından iaşe sıkıntısı çekilmiştir. Erzak darlığı devleti zor duruma düşürmüş, İmparator Romanos Lakapenos’un henüz çıkarmış olduğu ve üreticiyi yakından ilgilendiren arazi kanunu da amacına ulaşamamıştır. Bu müşkül durum, aç kalmış ahaliden arazisini gülünç derecede küçük fiyatlarla veya ödünç gıda maddesi karşılığında satın alan aristokratlar tarafından istismar edilmiştir.54 Denizi donduran şiddetli soğuklar, temel besin maddelerinden olan deniz hayvanlarının ölmesine neden olmuş, balıkçılar ise günlerce işlerini yapamamışlardır.
Olağanüstü hava olayları kitle psikolojisini derinden etkilemiştir. Bunu anlamak için Konstantinos Kopronymos döneminde 753 ve 755 yıllarında egemen olan şiddetli kışlardan birincisine tanık olan Patrik Nikeforos’un anlattıklarına bakmak yeterlidir:
Sonbaharın başlarında görülmemiş soğuklarla kış geldi ve sadece tatlı sular değil, tuzlu deniz suyu da dondu. Bu durum şehir halkını korkuya sevk etti. Öyle bir kar yağdı ki, buzun üzeri bile kalın bir kar tabasıyla kaplandı, denizle sahil arasında fark kalmadı. Boğaz’da biriken buzlar Marmara Denizi’ne doğru gitti. Büyük buz parçalarından birisi İstanbul surlarının dibinde karaya vurdu, surlar o kadar şiddetli sarsıldı ki ahali müthiş bir korkuya kapıldı.55
Bu tür gelişmeler gelecekte vuku bulacak daha büyük tehlikelerin habercisi olarak da yorumlanmıştır. Ruhsal travmalar birtakım bedensel rahatsızlıklara ve ölümlere yol açmıştır. Örneğin 491-518 arasında tahtta bulunan Anastasios ölüm döşeğinde iken bir gece yarısı muazzam bir şimşeğin ardından gelen gök gürlemesini duyunca korkudan dehşete kapılarak ölmüştü.56
Hristiyan Bizans toplumu sel ve don felaketlerini Allah’ın gazabı olarak değerlendirmiştir. III. Leon döneminde Boğaz’ın donduğu 739 kışında Üsküdar’ın Boğaz’la bağlantısı bir süre kesilmiş, sadece yayalar değil, ağır yüklü arabalarla Boğaz’ın bir yakasından diğerine geçenler olmuştur. Bizans halkı bu afeti, adı geçen imparatorun ikonoklasm olarak adlandırılan, azizlerin ve Meryem’in tasvirlerini kırma politikasının karşılığı olarak düşünmüştü.57 V. Konstantinos (741-775) zamanında Karadeniz’in 100 mil uzunlukta bir bölümünün yanı sıra Haliç ve Boğaziçi’nin bazı yerlerinin buz tuttuğu 763 yılında, bu defa havaların aniden yumuşaması afet getirmiş; Karadeniz’in çözülen buzları kuvvetli bir akıntının sürüklemesiyle Boğaz’ı doldurmuştu. Bazı buz kütlelerinin yüksekliğinin surların boyunu aşması ve bunlardan birinin Sarayburnu’ndaki Akropolis’in merdivenlerini parçalaması nedeniyle korkuya kapılan ahali günlerce evlerinden dışarıya çıkamamıştır.58
Fırtınaya esir düşerek kıyıya vuran gemiler bazı açgözlüler için geçim kaynağı hâline gelmişti. Soyguncular karaya oturan gemilere yardım etmedikleri gibi, içerisinde yağmalanacak bir şey bulamadıkları zaman öfkelenirlerdi. İmparator Andronikos Komnenos gemi soygunculuğuna son vermek istedi. Fakat danışmanları bu yerinde karara itiraz ettiler. Danışmanlar yağmacıların canavar bir ruha sahip olduklarını, gemi yağmacılığının müzmin bir hastalık hâlini aldığını, daha önceki imparatorların bu konuda başvurdukları sert tedbirlerin bir yararının görülmediğini öne sürmüşlerdi. İmparatorların her işin üstesinden gelebileceğine inanan ve seleflerini basiretsizlikle suçlayan Andronikos, danışmanlarının direnmesine rağmen kararından vazgeçmedi. Emirlerini yerine getirmeyenlere dayanılmaz acılar tattıracağını ilan etti. Soyguncuları gemilerin orta direğine asmakla, kent meydanlarında baş aşağı sallandırarak teşhir ettirmekle tehdit etti. İmparatorun acımasız kişiliğini bilen ve korkudan taş kesilen devlet adamları, emirleri ilgili yerlere ulaştırdılar. Gerçekten de sadece iki yıl tahtta kalan Andronikos’un tedbirleri sonuç vermiş, yağmacılar bu işten vazgeçmişler, hatta kazazede gemilere yardıma koşmuşlardır.59
Afetler şehir ve toplum hayatında birtakım sorunlar getirmiştir. Şiddetle esen fırtınalarda köklerinden sökülüp savrulan ya da sürüklenen ağaçlar önüne gelen canlı ve cansızların ezilmesine, yolların ve yapıların tahrip olmasına yol açmıştır. İnsanları âdeta eve hapseden soğukların uzaması, kiliselerin kapalı kalması birtakım dinî faaliyetlerin yapılmasını engellemiştir. Böyle zamanlarda papazlar Tanrı’ya yakararak kışın bitmesi için dua ederken, ahali de ıstıraplarını yaktıkları ağıtlarla dile getirmiştir. Yetişkinleri eve hapseden şiddetli kışlar, bunu eğlenceye dönüştüren çocuklar için yeni oyun ortamları yaratmış, Haliç’te veya Boğaz’da buz üzerinde oynamanın tadını çıkarmalarına imkân sağlamıştır. Kuraklık, deprem, şiddetli kışlar ve bunun üstüne veba benzeri salgınlar, demografik ve ekonomik açıdan ciddi bir fatura çıkarmıştır. Esnaf hayatı ve meslekler kesintiye uğramış, ölen çiftçiler yüzünden araziler metruk hâle gelmiş, mal fiyatları üç dört kat yükselmiş, açlık ve kıtlık baş göstermiştir. Nihayet ölümler ve göçler nedeniyle giderek azalan şehir nüfusu, Türkler tarafından fethedildiği tarihe doğru 50.000’in altına düşmüş durumdaydı.
Bu afetlerin Osmanlı döneminde toplumsal hayata yansımaları ise, Müslüman-Türk şehircilik anlayışının neden olduğu sorunlar ve modern yaşam unsurlarına bağlı değişiklikler dışında, Bizans’takine benzerlik göstermektedir. İki denize kıyısı bulunması, bir boğaz ve bir haliç ile irili ufaklı akarsulara sahip olması nedeniyle sel, don ve fırtınadan ilk etapta buralar etkilenmiş, limanlar ve deniz endüstrisiyle ilgili kurumlar ziyadesiyle tahribata uğramıştır. Meydana gelen zararlar ticari hayata, ekonomiye, ulaşıma ve üretim faaliyetlerine büyük darbe indirmiştir. Ayrıca imparatorluğun başkenti olması hasebiyle bürokrasi sekteye uğramış, merkezden şehir içine ve taşraya dağılan hizmetler aksamıştır.
Osmanlı döneminde meydana gelen klimatolojik ve semavi hadiseler şehrin coğrafi konumuna uygun doğal bir karakter göstermektedir. Afetlerin sebepleri ve gelişimi hakkında ahali, aydınlar ve yöneticiler türlü yorumlar getirmişlerdir. Örneğin 980 (1572-1573) yılında kuzey yönünde oldukça büyük ve parlak bir yıldız görünmesini müneccimler, şiddetli yağmurlar yağıp seller çıkacağı şeklinde yorumlamışlardı. Gerçekten de bu olaydan sonra Anadolu ve Rumeli’ye aşırı yağmurlar yağmış, İstanbul’da 400’den fazla ev yıkılıp yollar kullanılamaz hâle gelmiş, kervanlar yollarda kalmış, hatta Kâbe’ye bile yağmur yağdığı için hacılar tavaflarını sulara bata çıka yapmışlardı.60 1746’da Beyazıt Camii minarelerinden birisine isabet eden yıldırım yüzünden minarenin külah kısmının yanması, binanın bir mabet olmasından dolayı kamuoyunda paniğe yol açmış, fakat caminin diğer kısımlarının zarar görmemesi sevinçle karşılanmıştır. Bu hadise üzerine üretilen ve yarı latife yarı darbımesel hükmündeki “Bir başa bir külah feda olsun” sözü uzun süre dillerde dolaşmıştır.61
Öte yandan saltanatın sık sık değişmesi uğursuzluk sayılmış, ayrıca padişah ve devlet adamlarının yanlış kararlarının ülkeye felaket getirdiğine inanılmıştır. Mesela 1595 Şubat’ındaki şiddetli kış, III. Mehmed’in kardeşlerini öldürmesine bağlanmıştı. Zira 27 Ocak sabahı haremdekilerin göklere yükselen feryatları altında Topkapı Sarayı’ndan 19 şehzadenin tabutu çıkarken lapa lapa kar yağmaya başlamış, bunu fırtına ve soğuklar izlemişti. Günlerce esen karayel, kıble ve yıldız rüzgârları yüzünden gemiler limana yaklaşamamış, içme suları donmuş, değirmenler çalışamamış, ekmek fiyatları yükselmişti. Her saltanat değişikliğinde İstanbul’da kıtlık yaşanmasının âdet hükmüne girdiğini belirten Selânikî, ahalinin türlü sıkıntılara girdiğini, fiyat kontrolünün sağlanamadığını, gıda maddelerinin karaborsaya düştüğünü, adalet mekanizmasının çalışmadığını, kısacası herkesin dilediği gibi at oynattığını yazmıştır. 1621 yılının Ocak-Şubat döneminde iki hafta süreyle durmaksızın yağan karın yanında hüküm süren soğuklar yüzünden donarak ölenler olmuş, Sarayburnu ile Üsküdar arası tamamen buz tutmuş, deniz ulaşımı kesildiği için erzak sıkıntısı baş göstermiş, et ve ekmek fiyatları fırlamış, stoklardaki gıda maddeleri de tükenmişti. İstanbullular bu afeti, on dört ay içinde üç padişah değişmesinin ve II. Osman’ın 12 Ocak akşamı on beş yaşındaki Şehzade Mehmed’i boğdurmasının bedeli olarak değerlendirdi. Zira Mehmed boğulurken ağabeyi için ağır beddua etmişti.62
Doğal afetleri dünyevi hatalarla ilişkilendirme yaklaşımı XVIII ve XIX. yüzyıllarda da sürmüştür. Örneğin 1739 yılında arife ile bayramın ilk gününün karıştırılması sebebiyle Sultan I. Mahmud dâhil herkes orucu bir gün eksik tutmuştu. Bu yüzden Allah’ın gazabına uğradıklarını düşünen ahali tatsız bir bayram geçirdiği gibi, bayramın ilk günü başlayan şiddetli kış mevsimi, karlı, fırtınalı ve tipili olmak üzere üç ay sürmüştür. Modernleşme dönemindeki afetler ise, Avrupalılaşma politikalarının sonucu olarak değerlendirilmiştir. Mesela 1805 yılının Nisan ayında günlerce süren kar yağışı, iaşe sıkıntısı, aynı yılın Kasım ayında fırtına yüzünden denizde seyreden gemilerin Bahçekapı ile Yalı Köşkü arasına sürüklenmesi, aynı gece çıkan ve ancak karın yağmasıyla sönen Cibali’deki yangın ile bir gün sonraki deprem, iki hafta sonra Mısır sahillerinde kopan şiddetli fırtına nedeniyle İskenderiye Limanı’nda 11 kalyon ile Berrü’ş-Şam’dan Dimyat’a gelmiş olan 48 tüccar gemisinin batması gibi musibetler, yeniçerilerle gelenekçiler tarafından Nizam-ı Cedid reformlarıyla ilişkilendirilmiştir.63
Bununla birlikte semavi afet ve olayların yeryüzündeki gelişmeleri etkilediği görüşünü reddedenler de vardır. Şemdanîzade 1761’de vuku bulan bir güneş tutulmasına müneccimlerin birtakım anlamlar yüklemesine Asr-ı Saadet döneminden naklettiği bir rivayet ile karşı çıkmıştır. Hz. Muhammed’in oğlu İbrahim’in vefatının sahabe tarafından, aynı gün gerçekleşen güneş tutulmasına bağlanması üzerine Hz. Peygamber’in “Güneş ve ay Allah’ın delillerinden birisidir, bir kimsenin ölümü için tutulacak değildir.” buyurduğunu ve ashabına küsuf namazı kılmalarını öğütlediğini hatırlatan Şemdanîzade, zamane müneccimlerinin yalancı, hadis-i şerif hilafına verdikleri hükümlerin de batıl olduğunu ileri sürmüştür.64 Na‘îmâ ise, 1654 yılında gökyüzünde peyda olan mızrak uzunluğunda ve kol kalınlığındaki parlaklığın şehirde kol gezen veba salgınını arttıracağına inanılmasını, gerçeklikten uzak cahil yorumları olarak nitelemiş, bu tür düşüncelerin Bizanslılardan geçtiğine dikkat çekmiştir. Çağdaş tarihçilerden Sakaoğlu, saltanat değişikliğinin afete yol açacağı düşüncesinin, padişahı devirmek kastıyla çıkarılan ayaklanma girişimlerini önlemek için halka telkin edilen bir vehim olabileceği ihtimali üzerinde durmaktadır.65
Şiddetli yağmurlar ve akabinde oluşan sel felaketleri daha ziyade yaz ve sonbahar aylarında görülmektedir. Bu afette özellikle derelere yakın köylerde evler yıkılırken, bostanlar harap olmuş, sebze ve meyve tarlaları denize sürüklenmiştir. 1751 sonbaharında on saat süren yağış ve ardından gelen taşkın sonucunda çarşıları su basıp birçok ev ve işyeri yıkılırken, çıkan fırtınada Topkapı Sarayı bahçesindeki binden fazla servi ağacının dal ve budakları kırılmış, bazıları kökünden sökülmüştü. Bazı camilerin kurşunlarının söküldüğü, Karadeniz’de 200, İzmit Körfezi’nde 40 geminin telef olduğu bu afete “ağaçkıran” adı verilmiştir.66 Vakanüvis Lütfî’nin Kanunî zamanındaki afete benzettiği, 1866 Eylül’ünde sertçe esen boranın ardından meydana gelen sel nedeniyle Baltalimanı Deresi üzerindeki köprünün ikiye ayrılması karayolu ulaşımını kesmiş, tarlalardan sökülüp gelerek Haliç’in yüzeyini kaplayan sebzeler yüzünden de Fener-Eyüp arasındaki kayıklar işlememiştir.67 Ormanlık alanlar zarar görmüş, doğal çevre bozulmuştur. Harman zamanında meydana gelen seller gıda maddelerinin azalmasına ve açlığa neden olmuştur. Büyük ve küçükbaş hayvanlar ile kümes hayvanları telef olduğu için et, süt ve yumurta gibi temel besin maddeleri piyasadan çekilmiştir.
Taşkın veya kuraklık nedeniyle mahsulün daralması hastane, imaret ve kışla gibi kurumların mutfağını da etkilemekteydi. Askerler için mevsim sebzelerine göre yemekler hazırlanması kuralı kıtlık durumunda uygulanamıyordu. Örneğin 1899 Haziran ayı yemek programında mevsim sebzeleri gelmediği için mevcut olanlarla yetinilmiş, eldeki bakla ile semizotunun da tükenmesi nedeniyle alay ve taburlara sebze yerine nohutlu yahni verilmesi kararlaştırılmıştır.68
Osmanlı kaynakları seller sırasında meydana gelen can kayıpları hakkında somut rakam vermemektedir. Kayıp tespitinin her türlü imkânın bulunduğu günümüzde bile net biçimde yapılamadığı hesaba katılırsa, o devir yazarları mazur görülebilir. Bununla birlikte bazı kaynaklarda somut rakamlar öne sürülmüştür. Örneğin Evangelatou 1630 kışındaki sellerde 800 kişinin öldüğünü kaydetmiştir.69 Defterdar Sarı Mehmed Paşa ise, 1689 yılındaki fırtınada Boğaz kıyılarında ve Kayıkhane’de demir atmış gemilerin birbirlerine çarpması neticesinde büyük hasarlar meydana geldiğini, Üsküdar ve Beşiktaş açıklarında seyreden kayıkların batması sonucunda 400-500 kişinin öldüğünü yazmıştır.70 Sultan I. Abdülhamid’in oğlu Şehzade Murad’ın cenaze töreninin yapıldığı 21 Şubat 1785 tarihinde birden bire bozan havanın fırtınaya dönüşmesi sonucu seyir hâlindeki gemi ve kayıklar birbirine girmiş ve binlerce kişi denize düşerek boğulmuştu. Eminönü’nden Samatya’ya kadar olan bölgedeki balıkçı kayıklarından 169’u batmış, içindekiler denize dökülmüştür. Fırtına dindikten sonra sadece Eminönü-Samatya arasında denizden 3.000’e yakın ceset çıkarılmıştır.71 1811 Haziran’ındaki selde Beşiktaş’taki taş köprü ile Kâğıthane’deki çok sayıda köprü ve bina yıkılmış, sayısız hayvan telef olmuştur. Vakanüvis Şanîzade, denize dönen Beşiktaş’ın sokaklarında çok insan boğulduğunu, su üstünde yüzen birilerinin ise evlerin pencerelerinden içeriye alınmak suretiyle kurtarıldığını, hamama sığınan bazı kimselerin burayı da su basması üzerine kurtulamadıklarını yazar.72 1857 yılının Ağustos’unda bozulan havalar yıl sonuna kadar mevsim normallerinin altında seyretmiş, Aralık’ta başlayan kar üç ay devam etmiş, cemreler zamanında bile kuşbaşı karlar düşmüştü. O yıl Erzurum’da kış görülmediğini belirten Cevdet Paşa soğuk havalar yüzünden İstanbul’da pek çok kişinin öldüğünü yazar.73
1913 yılında Sarıyer, Büyükdere ve Fincancı derelerinin taşması sonucu sular evlere ve dükkânlara dolmuş, birçok ceset ve ev eşyası akıntıyla birlikte gelen kumların altında kalmıştır. Büyükdere sakinlerinden Dr. Nafiz’in Dâhiliye Nezareti’ne gönderdiği telgraf, afetin yol açtığı çileyi ve gelecekten duyulan kaygıyı özetlemekteydi:
Büyükdere feyezânı neticesi olarak hanelerimizin önündeki dere mecrâsı bir metreyi mütecâviz seylâb birikintisi ile dolmuştur. El-ân kimse vazife ittihâzıyla tathiriyle meşgul olmamıştır. İlk gelecek yağmurla bütün mahallece tehlikeye ma‘rûz bulunuyoruz. Bir an evvel tehlikenin izalesinin ferman buyrulması müsterhamdır efendim hazretleri.
Sarıyerli Hüseyin ise, lağımlardan gelen atıklardan dolayı pis kokular yayıldığını, tifo salgını başladığını, sağlıklarının tehdit altında bulunduğunu ileri sürerek mümkünse başka bir yere taşınmak istediklerini dile getirmişti.74
Pamukciyan’ın 1789 seli hakkında beş Ermenice kaynağa dayanarak sunduğu manzara, toplumun afet esnası ve sonrasındaki durumunu tasvir etmektedir. Buna göre 11 Ekim sabahı şafak sökerken başlayan yağmur sağanağa dönüşmüş, gök gürültüleri eşliğinde bardaktan boşanır gibi yağmur yağmaya başlamıştır. En fazla Boğaziçi köyleriyle Üsküdar, Kasımpaşa, Beşiktaş ve Ortaköy bölgeleri yıkıma uğramıştır. Bağlar, bahçeler ve yollar sularla dolmuş, Türklere ait 75 ev yıkılmış, 20.000’den fazla ağaç mahvolmuştur. Komşu evlere sığınmak için kendi evlerinden çıkan bazı kimseler boğulurken, bazıları da çöken binaların enkazı altında can vermiştir. Dükkânlar ve fırınlar yıkılmış, su kuyuları kumla dolmuştu. Denizin yüzeyi ağaçlar ve ev eşyalarıyla kapandığı için deniz görünmez olmuştu. Birçok kimse yakınını ve eşyasını kaybettiği için ağlarken, Ortaköy ve Kuzguncuk’taki Yahudi sandalcılar eşya aşırma derdine düşmüşlerdi. Evini ve eşyasını kaybedenlerden bir kısmı yaza kadar başkalarının evlerinde kaldılar. Yaz gelince evler yeniden inşa edildi, ağaçlar dikilip sokaklar temizlendi. Yaraların sarılması amacıyla Türk ve Ermeni halkları ortak yardım kampanyaları düzenlemişlerdi.75
Sellerin sebep olduğu maddi hasarı tahmin etmek açısından 1563 afeti incelenebilir. Bu afette Kanunî’nin yaptırmış olduğu su kemerlerinin temelleri sarsılmış, Mağlova Kemeri ise tamamen yıkılmıştı. Silivri, Haramidere, Büyük ve Küçük Çekmece köprüleri çökmüş, Eyüp Türbesi’ni su basmıştı. Kaynaklar bilgi vermese de, sonrasındaki tamir ve inşa faaliyetlerinin yoğunluğuna bakılırsa, bu afette on binlerce yapı yerle bir olmuş olmalıdır. Nitekim kaptanıderya emrindeki azap ve forsalardan yeniçeri ağasının emrindeki ustalar ve acemi oğlanlarına kadar bütün kamu görevlileri inşaat işlerinde çalıştırılmıştır. Padişah, bentlerin yıkılan yerlerinin tamiri ve Çekmece’de böylesine büyük afetlere direnebilecek sağlamlıkta bir köprü inşa edilmesi için yarım milyon altın tahsis etmiştir.76 Afeti Nuh Tufanı’ndan sonraki en büyük felaket olarak nitelendiren Solakzade, Edirnekapı, Topkapı, Yenibahçe ve Langa’daki ev ve bostanlardan eser kalmadığını, Haliç kenarındaki nice görkemli kasır ve yalının yerle bir olduğunu, binlerce ahalinin boğulduğunu yazar.77 1565 Nisan’ında meydana gelen fırtınada bir kadırga, içerisindeki 150 kişiyle batmış, 1573’te ise 6 kadırga ve mal yüklü yaklaşık 300 gemi yitirilmiştir. Bundan iki yıl sonra ise, limanda demirli çok sayıda tahıl gemisi batmıştı.78 Bütün bunlar hazineye ağır masraf getirdiği gibi, yetişmiş insan gücü kaybına ve erzak sıkıntısına da neden olmuştur.
Yoğun kar yağışı ve uzun süreli buzlanmalardan bitki örtüsü ve hayvanlar büyük zarar görürken, deniz ulaşımı aksamış, yerleşim birimlerinin çevreleriyle bağlantısı kesilmiştir. Braudel’in sunduğu bazı istatistik değerler incelenirse, şiddetli soğuk ve kışların ulaşımı aksatmasının yarattığı ekonomik ve psikolojik tahribat daha iyi anlaşılır. Örneğin 1581 Mart’ında Mısır’dan gelen buğday yüklü sekiz gemi şehrin ancak bir günlük ihtiyacını karşılayabilmekteydi. 1600’ler boyunca tüketilen günlük buğday miktarı ise 300-500 ton arasındaydı. Yılda ortalama 200.000 sığır ile bir o kadar koyun ve kuzu ve deniz yoluyla gelen 12.904 kantar erimiş tereyağ tüketilmekteydi. Bunun yanında fıçılarla bal, şeker ve pirinç, çuval veya torbalarla peynir ve havyar gelmekteydi. İstanbul Batı’dan da kumaş ve lüks eşya ithal etmekteydi.79 Tüketim maddelerinin birçoğu deniz yoluyla taşınmaktaydı. Karadeniz’den gelip Unkapanı’nda boşaltılması gereken buğdayın, donmanın tesiriyle gemilerin limanlara yanaşamaması yüzünden yerine ulaştırılamamasının nasıl bir tehlike meydana getireceğini tahmin etmek güç değildir.
Boğaz’ın kar ve buzlanma nedeniyle donmasının, insanlara herhangi bir nakil vasıtasına ihtiyaç duymaksızın Rumeli’den Anadolu’ya geçme imkânı ve keyfi sunması bir yana, deniz ulaşımını aksatarak vapurların işlemesine geçit vermemesi hayatı çileye dönüştürmekteydi. Her şeyden önce yolcu ve mal sevkiyatı durmaktaydı. 1893 kışında fırtınanın etkisiyle bazı kayık ve mavnalar batarken, Haliç vapur işletmesinin bir vapuru Defterdar yakınlarında karaya oturmuş, Eyüp’te bağlı vapurun halatı koparak denize sürüklenmiştir. Tramvay Şirketi seferlerine iki hafta ara verirken, Anadolu Demiryolu Şirketi de seferlerini durdurmuştur. Ulaşımı aksatan unsurlardan birisi de yoğun sisti. Vapur ve kayık seferleri sis yüzünden aksayınca evlerine gidemeyen birçok memur otellerde gecelemek zorunda kalmıştır. Nihayet Haliç’in donması asıl büyük tehlikeleri doğurmuştur. Seyir hâlindeki sandal, kayık, mavna gibi küçük taşıtlar oldukları yerde çakılıp kalırken, içerisindeki yolcu ve mürettebat için ölüm kalım mücadelesi başlamıştır. Ancak bunlar büyük gemilerdeki fedakâr personelin yardımlarıyla kurtarılmışlardır.80
Şehri bir ay esir alan 1911 kışında kasırgaların savurduğu karlar sokaklarda yığınlar meydana getirmiş, yollar kapanmış, elli metre ötesinin görülemediği tipi nedeniyle insanlar evlerine erzak götürememişlerdir. Kazalarda araçların arızalanması yüzünden toplu taşıma seferleri durmuş, Kadıköy, Haydarpaşa, Adalar, Şirket-i Hayriye, Haliç postaları neredeyse tamamen durmuştur. Boğaz’dan Köprü’ye gelmek isteyen bazı vapurlar, Boğaz’ın çeşitli yerlerinde mecburen durmak zorunda kalmışlardır. Buğday yüklü İngiliz bandıralı vapur, Nikolayef’ten gelirken Yaytarla mevkiinde karaya oturmuş, 25 tayfası güçlükle kurtarılmıştır. Trabzon’dan Yemen’e iki tabur sevk etmek üzere Haliç’ten çıkmış olan Haleb vapuru Sirkeci’de duramayarak Haydarpaşa açıklarına gitmiştir. Çariçe vapuruyla Yemen’e gitmek için rıhtıma gelen 79. Alay askerleri ise, vapurun yanaşamaması üzerine Harbiye Nezareti’nin emriyle geri dönmüşlerdir.81
Yağmur, sel ve donmanın etkisiyle şehir içi yollar ve kaldırımlar büyük zarar görür, derelerin ve denizin üzerini kaplayan moloz ve ağaçların temizlenmesi hükûmete aylarca sürecek bir mesai ve büyük mali yük getirirdi. Mesela 1850 kışının yaptığı tahribat üzerine 239.000 kuruş sarf edilerek Bebek, Arnavutköy, Okmeydanı ve Sadabad başta olmak üzere şehirde bozulan yolların inşasına girişilmiş, bu arada önceki yıl yapılan ve şose olmadığı için bozulmaya yüz tutmuş olan Beylerbeyi yolu da elden geçirilmiştir.82 Doğal afetler haberleşme ve aydınlatma alanlarını da olumsuz etkilemiştir. Telgraf ve telefon hatlarının kopması yüzünden bu vasıtalarla yapılan iletişim kesilmiştir. 1869 yılında telgraf direklerinin çoğu devrildiğinden hem haberleşmede güçlük çekilmiş hem de bunların tamiri yeni bir masraf çıkarmıştır.83 1909 yılındaki yağmur yüzünden meydana gelen elektrik akımı neticesinde Etyemez’de Mirliva Tahsin Paşa ve Bahriye Yüzbaşı Mehmed’in evleri ile birkaç haneye ait telefon telleri kopmuş, fincanları da kırılmıştı. Yine merkez karakolunun telefon tellerinin kopması nedeniyle haberleşme kesilmişti.84
İstanbul halkının ısınma sistemi XIX. yüzyıla kadar tandır, mangal veya ilkel ocaklardan ibaretti. Yakacak olarak odun veya odun kömürü kullanılırdı. Odun Yalova, Mihalıç, Şile, Kandıra, Aydıncık, Biga ve Karadeniz kıyılarından; odun kömürü ise Midye ve Terkos civarından karşılanmaktaydı. Fırtına ve don zamanlarında deniz ulaşımı yapılamadığı gibi tek ağır nakliye vasıtası olan manda arabalarının yürümesi de imkânsız hâle gelir, neticede odun ve kömür sevkiyatı dururdu. Bu durum fiyatların yükselmesine yol açar, ahali yakacaksız kalırdı. Kısacası şiddetli kışlarda halkın ıstırabı artar, kış bir azap ve işkence mevsimine dönüşürdü.85
Afet dönemlerinde devlet, halkın sıkıntı çekmemesi için zahire ticareti yapan tüccarlara her türlü destek, teşvik ve yardımı yapmaktaydı. İstanbul’un iaşesi amacıyla zahire mübayaa edilerek ambarlarda saklanır, daha sonra ihtiyaç hissedildikçe değirmenci ve fırıncılara verilirdi. Özellikle nakliyatın güçleştiği veya tamamen durduğu kış aylarında zahire sıkıntısı baş gösterdiğinde devlet ihtiyaç sahiplerini gözetmekte, âdeta bir sigorta vazifesi görmekteydi.86 Yönetim felaketlerin yaralarını sarmaya çalışırken, bu işi istismar eden esnaf ve üreticiyle de mücadele etmiştir. Örneğin 1573 kış şartlarının ağırlığından dolayı ekmek fiyatları yükselmiş, fırıncılar un tedarikinde güçlük çektikleri için hükûmetten narh uygulamasını istemişlerdi. Aslında esnafın bu talebinin altında, fırıncı sayısının birdenbire artmış olması yatıyordu. Zira afet öncesinde 30-40 civarında olan simitçi sayısı, afetten sonra 150’ye çıkmıştı. Bunun üzerine Sultan II. Selim, İzmit, Kazıklı ve bunlara yakın civardaki değirmenlerden un getirtilerek halkın ekmek ihtiyacının giderilmesini, İstanbul kapanlarındaki buğdayların da o bölgeye sevk edilmesini istemiştir.87 XVII. yüzyılın ikinci yarısına ait bir hükümde, kışın şiddetli geçmesi ve gemilerin yanaşamaması ihtimaline karşı fırınların üç aylık malzemelerini önceden temin etmelerinin istenmesi, karaborsayla mücadele politikası kapsamında düşünülmüş önemli bir kış hazırlığıydı.88
Devlet, değirmen ve fırıncı esnafı için geniş düzenlemeler getirmişti. Yıkılan veya yanan bir değirmen ya da fırının yerine başka bir bina inşa edilmek istendiğinde, o bölgede yeterli değirmen ve fırın varsa ve halk sıkıntıya düşmeyecekse izin verilir, aksi takdirde başka bir şey inşasına müsaade edilmezdi. Sahibinin maddi gücünün yeniden inşaya elvermemesi halinde, halkın ekmeksiz kalmaması için değirmenci esnafı değirmen taşlarını başka bir değirmene nakletmek zorundaydı. Yeniden inşa hususunda devlet bunların sahiplerini teşvik eder, döşemelerin yeniden yapılması veya tamirinde İstanbul esnafının yetersiz kalması durumunda Edirne’den döşemeciler getirtilirdi.89 Devletin fırıncı ve ekmekçi esnafı üzerindeki denetiminin, ürünlerin kalitesi, fiyatı ve gramajı ile sınırlı kalmayıp, bunların üretildiği ve satıldığı mekânların inşa ve tamirine de el atmış olması, toplumsal faydanın ön planda tutulduğunun açık göstergesidir.
Afetlerin sevindirdiği kesimler de vardı. Sel veya fırtınanın etkisiyle yerlerinden sökülen ağaçlar denizde veya yollarda birikir, bunlar mahrukat sıkıntısı çeken veya yıkılan evini yeniden inşa etmek isteyen fukara için umut olurdu. Bununla birlikte başlıca geçimini şiddetli kışlar üzerinden sağlayan mahrukatçı esnafının bir kısmı hileye yönelir, ağır çekmesi için odunları ıslatır, bazen odun ve kömür karaborsaya düşerdi. Bu türden bir yolsuzluğun görüldüğü 1854 yılında Sultan Abdülmecid Kaza-yı Erbaa (Silivri, Çatalca, Küçük ve Büyük Çekmece), İzmit, Kartal, Gebze ve Şile yöneticilerine emir göndererek, kömürün zaruri ihtiyaçlardan biri olması hasebiyle zamanında gönderilmesi gerektiğini hatırlatarak, el altından yüksek fiyatlara satılmasının memurluk sıfatına ve insanlığa yakışmayacağını belirtmiş, yörelerindeki esnafın depolarda sakladığı kömürlerin bir an önce İstanbul’a sevk edilmesini sağlamaları hususunda yöneticileri uyarmıştır.90
Padişahlar, yangınlarda olduğu gibi doğal afetler esnasında da halkın yanında yer almaya gayret etmişlerdir. III. Osman 1756 sonbaharında fırtınanın sürüklemesiyle Kumkapı’da karaya oturan Mısır kalyonundaki 600 kişiyi kurtarma çalışmalarına katılmış, özel mavnalar getirtip yolcu ve mürettebatın kurtarılmasını sağlamıştır. 1891 Ağustos’unda vuku bulan sel nedeniyle can kayıpları ve maddi hasar meydana gelmesi üzerine II. Abdülhamid’in emriyle bir yardım kampanyası başlatılmış, ağırlıklı olarak Hasköy ve Yeniköy bölgelerindeki selzedeler için toplanan yardımlar yerlerine ulaştırıldıktan sonra muhtarlara ve diğer yetkililere bir duyuru yapılarak yardım alamayanların listesi ve ihtiyaç duydukları yardım miktarının tespiti istenmiştir.91 II. Abdülhamid geleneksel hâle getirdiği kış yardımları sayesinde, resmî ve bürokratik kurumlarla yaratılamayan refah devleti anlayışını sosyal yardımlarla ikame etmek istemiştir. 1882 kışında yardım kampanyasına 1.000 lira destek sağlayan padişaha, çeşitli miktarlardaki yardımlarla hükûmet erkânı da iştirak etmiştir.92 1893’teki şiddetli soğuklarda yardımların kapsamının genişlediğini görüyoruz. Afet yönetimi için padişahın emriyle kurulan komisyon fukaraya dağıtılmak üzere yorgan ve fanila satın almış, yoksul ve kimsesizlere yakacak dağıtılmıştır. Vapurlar çalışmadığı için evlerine gidemeyip otellerde sabahlamaya mecbur kalan memurların konaklama masrafı hazineden karşılanmıştır.93 Sultan Reşad 1911 kışında muhtaçlara dağıtılmak üzere hazineden 1.000.000 kuruş ayrılmasını istemiştir. Bunun bir kısmı nakdî yardım olarak hibe edilecek, bir kısmı ise sonradan geri alınmak üzere yemeklik zahire olarak ödenecekti.94 Kendisi de 20.000 kuruş yardımda bulunan padişah, 1912 yılında yine özel bütçesinden aynı miktarda bağış yapmıştır.95 Sultan Vahdeddin ise 1920 yılında şiddetli yağan kar ve etkili olan soğuklardan dolayı fakir ve muhtaçlara Şehremaneti tarafından kömür dağıtılmasını, fukaraya daha fazla sıkıntı çektirilmemesini istemiştir.96
Afetzedelerin sıkıntılarının hafifletilmesi amacıyla harekete geçen kurum ve kuruluşlar toplumsal dayanışmanın en güzel örneklerini vermişlerdir. 1911 kışında Matbaa-yı Osmaniye çalışanları muhtaçlara kömür tedariki için kendi aralarında topladıkları 44 kuruşu Fukaraperver Cemiyeti’ne teslim etmişlerdi. Haftalardır toplanamayan Cemiyet-i Umumiye-i Belediye afet nedeniyle olağanüstü toplanmış, her belediyenin kendi muhitindeki fakirlere uygun miktarda kömür dağıtması kararlaştırılmıştır. Üsküdar Osmanlı Muhtacîni Yardım Cemiyeti de ahaliye ekmek ve kömür yardımında bulunmuştur.97 Afetlerin yol açtığı kuraklık ve kıtlık ortamlarında hükûmet vergi muafiyeti getirmiş, tohumluk ve iaşe yardımı yapmış, yardım kampanyalarına önayak olmak suretiyle sosyal devlet özelliğini sergilemiştir. Aynı anlayış Cumhuriyet döneminde de sürdürülmüştür.
Osmanlı döneminde şiddetli kışların ve sellerin yaptığı tahribat tarih kitaplarına, edebî eserlere ve destanlara yansıtılmıştır. 1621 kışı için şair Seyyid Haşimî, son mısraı “Yol oldu Üsküdar’a bin otuzda Akdeniz dondu” şeklinde biten şiirini yazmıştır. Aynı afet için yazan Neşatî’nin şiirinin son mısrası ise “Be-meded dondu bin otuzda soğuktan deryâ” şeklinde bitmekteydi. III. Osman’ın tahta çıkmasından bir ay sonra 11 Ocak 1755’te başlayan ve yirmi gün süren don olayında Hasköy ile Eyüp arasının buz ovasına dönüşmesi üzerine Vakanüvis Hakim, olaya “Buz üstünden geçen bir kimse geldi dedi târîhin/Deniz altmış sekizde dondu buzdan ben deniz geçtim.” tarihini düşmüştür.98 1876 yılının 27 Temmuz’undaki sel hakkında Îcâdî mahlaslı şairin, “Sene bin iki yüz yetmiş üç/Receb’in beşinde sel revan eyledi” şeklinde başlayan 8 kıtalık bir şiiri vardır.99 Şiddetli kışların zorlaştırdığı hayat şartları bir yana, bunu eğlenceye dönüştürmenin yolu da bulunmuştur. Şair Hevayî’nin 1755 kışını tasvir eden şiirine göre Haliç iki karış buz tutmak suretiyle insanlara karşıdan karşıya geçme imkânı sunmuştu. O kış akıllı ile delinin birbirine karıştığı, çocukların buz üzerinde aşık oynayıp eğlendiği, buz eğlencelerine bedensel engellilerle hastaların bile katıldığı anlatılmaktadır.100
Kış mevsiminin şiddeti İstanbul’da giyim-kuşam, yeme-içme ve eğlence mekânları konusunda zengin bir kış kültürü oluşmasını sağlamıştır. Mangal başı buluşmaları, helva sohbetleri afet günlerinde daha anlam kazanmıştır. Öte yandan saray yaşantısı da kışa göre düzenlenmiş, yaz mevsimini yazlık saraylarda ve köşklerde geçiren padişahlar kış gelince Topkapı Sarayı’na taşınmıştır. Bu nakiller belli törenler dâhilinde yürütülmüştür. Devrin şairleri bu taşınmaları uğurlu sayan, padişaha övgüler yağdıran “şitaiye” adı verilen kasideler sunup caize almak istemişler, kimi edip ve şairler de tarih düşürmek suretiyle yönetimin gözüne girmeye çalışmışlardır.101
Doğal afetler İstanbulluları Cumhuriyet döneminde de zaman zaman yoklamıştır. Bunların sebepleri konusundaki kaderci yaklaşımlar daha az yaygın olmakla birlikte devam ettirilmiştir. Telgraf, elektrik ve telefon sistemlerinin yaygınlaşmasına paralel olarak kara taşıtlarının çoğalması nedeniyle afetlerin etki alanı genişlemiştir. Örneğin 1927 Şubat’ında taşıt ve yaya trafiği felç olmuştu. Yayaların sık sık kayarak düşüşünün resmedildiği bir karikatürün altyazısında, tek başına ya da çiftlerle grup hâlinde yapılan caz dansı olan çarlistona gönderme yapılarak “Havalar birkaç gün daha böyle devam ederse ister istemez hepimiz çarliston öğreneceğiz.”102 denilmekteydi. Ayın ortalarına doğru bir ara fırtınalı soğuk dinmiş, bu defa çamur çilesi başlamıştı. Rahat bir nefes alan İstanbulluların huzurunu bu defa fiyatların aşırı biçimde yükselmesi kaçırmış, “et ateş pahasına çıkmıştı”. Ayın ortalarında yeniden hortlayan tipi sebebiyle vapur seferleri büyük ölçüde aksadı, ada vapurları ise hiç çalışamadı. Gazeteler şehir civarında sürülerle aç kurtların dolaştığını yazmaktaydı. Alınan tedbirler kapsamında kartopu oynamak da yasaklanmıştı. İlgili emirde “Bazı çocukların sokaklarda gelip geçeni kartopuna tutarak müessif bazı hadiseler çıkardıkları nazar-ı itibara alınarak tehlikeli bir şekil alan bu oyunun men’i muvâfık görülmektedir. Bu hususta polis memurlarına tebligat icra edilerek” bu modanın önüne geçileceği yazılmıştır.103 Havaların düzelmesi bazı yuvalar için yıkım da olmuştu. Zira şehrin muhtelif yerlerinde onlarca ev çökmüş, yangınlar çıkmış ve birçok aile açıkta kalmıştı. Tarihin en büyük soğuklarından biri 1929’da yaşandı. Avrupa’yı kasıp kavuran kış Ocak ayının ilk haftasında İstanbul’a ulaştı. Fırtına bazı evlerin bacalarını söküp kiremitlerin uçmasına neden olurken, yer yer yangınlar çıktı. Yakacak fiyatları fırladı. Limandaki gemiler birbirlerinin üstüne devrilirken, birçok vapur kazası meydana geldi. Karadeniz’e gitmek isteyen vapurlar Boğaz’dan çıkamadılar. Rüzgârın Kâğıthane’den sürüklediği kumlar Eyüp ve Sütlüce’de kum tepecikleri oluşturdu. 9 numaralı Haliç vapuru kuma oturdu.104 Çevrede aç kalan kurt ve domuz sürüleri Çamlıca, Dudullu, Bakkalköy ve Alemdağı’na indi. 31 Ocak gecesi biri Romanya’dan diğeri Rusya’dan gelmiş olan ve sokakta yaşayan iki muhacir donarak öldü. Yaklaşan ramazan ayında camilerde mahya yakılamayacağı ilan edildi. Ayrıca Şehzadebaşı’ndaki geleneksel ramazan eğlencelerine gölge düşmüştü. Mart ayında havanın yumuşamasıyla birlikte bazı bölgelerde damlar çöktü, duvarlar yıkıldı, bazı evlerde yangın çıktı, sokaklar eriyen kar suları yüzünden derelere döndü.105
1954 Şubatı’nda şiddetli soğukların etkisiyle kara, deniz, hava ve demiryolu ulaşımı sekteye uğradı. Yeşilköy’den havalanacak uçak seferleri iptal edildi. Tuna Nehri’nden koparak Karadeniz üzerinden sürüklenen buzlar Boğaz’ın girişini kapattı. Büyükdere Koyu, Sarıyer İskelesi ve Koyu, Ortaköy önleri, Kanlıca ve Çerkezköy koyları büyük buz kütleleriyle dolduğu için deniz trafiği kesintiye uğradı, şehir hatları vapurları seferlerini güçlükle yerine getirebildi. Birkaç noktadan Boğaz’ı karşıdan karşıya geçmek mümkün olmuştu. Vali ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay, Boğaz’dan karşıya geçmeyi yasakladı ve her iki yakanın belli noktalarına nöbetçiler görevlendirdi.106 1963 yılının 17 Ocak günü, 1929 Şubat’ından bu tarihe kadar yaşanan en soğuk gün oldu. Sıcaklık -12ºC dereceye düştü. İstanbullular aydınlanma, ulaşım hizmetleri ve su bakımından zor birkaç gün geçirdi.
Cumhuriyet döneminde sel afetinin daha ziyade Mayıs-Eylül döneminde yaşandığı ama yaz aylarında gerçekleşenlerin daha yıkıcı olduğu görülmektedir. Seller aşırı yağışlar sebebiyle oluşurken, bunun faciaya dönüşmesi arazi kullanımındaki yanlış uygulamalar neticesinde doğal akış yönünün değiştirilmesi ve altyapı tesislerinin yetersizliğinden kaynaklanmıştır. Bununla birlikte modern vasıtaların bozulması sebebiyle felaket felaketi doğurmuş, örneğin her sel afeti sırasında elektrik kontağından kaynaklanan yangınlar ve suların geçit vermemesinden dolayı trafik kazaları meydana gelmiştir. Öte yandan kurtarma araç ve makineleri biriken sular nedeniyle çalışamadığından, çoğu defa suların kendiliğinden çekilmesi beklenmiş, afetzedelere saatler hatta günler sonra ulaşılabilmiş, bu da yeni mağduriyetleri getirmiştir.
XX. yüzyılda meydana gelen su baskınları elektronik ve bilişim sistemlerini bozduğu için toplumsal hayattaki yansımaları önceki devirlere oranla bazen daha yıkıcı olmuştur. Örneğin sellerin direkleri yıkması sonucu elektriğin kesilmesi, en başta elektrikle çalışan fırınları vurmuş, ahali ekmeksiz kalmıştır. Sanayi tesislerinde üretimin durması imalatçıyı maddi zarara sokarken, hizmet bekleyen ahali canından bezmiştir. Isınmada elektriği tercih edenler birtakım hastalıklara düçar olmuş, telefon hatlarının kopması ise bürokratik akışın ve toplumsal iletişimin durmasına yol açmıştır. Okul binalarının ve öğretim materyallerinin zarar görmesi üzerine tatil kararı alınması eğitimin aksamasına sebep olmuştur.
20 Temmuz 1951 günü sabah başlayıp akşam saatlerinde şiddetini arttıran yağmur sonucu meydana gelen afette bazı yerlere yıldırım düşmüş, evler yıkılmış, yollar bozulmuş, çok sayıda yapı sular altında kalmıştı. Son otuz yılın en şiddetli yağmurunun düştüğü afette kara ulaşımı durmuş, telefon hatları bozulmuş, elektrik kesilmiş, sebze ve meyve bahçeleri zarar gördüğü için gıda maddelerinin fiyatları yükselmiştir.107 1974 Mayıs’ının ortalarında üç gün süreyle yağan yağmur 12 Mayıs tarihinde iyice şiddetlenmiş, Alibeyköy Barajı’nın kapaklarının açılmasının da etkisiyle Kâğıthane ve Kemerburgaz bölgelerini su basmıştır. Yüzlerce ev, fabrika ve ekili arazinin sular altında kalması nedeniyle sosyal ve ekonomik sorunlar yaşandı. Son altmış iki yılın en yağışlı ayının yaşandığı 1995 Temmuz’unun 9 ve 10. günü m²’ye 114 kg yağış düşmesi sonucu şehir tarihinin en büyük maddi kayıplarından biri yaşandı. Afeti “Megaköyü Sel Aldı” başlığıyla sunan Sabah gazetesine göre “Son yıllardaki aşırı göçler ve çarpık yapılaşma nedeniyle köy hâline gelen İstanbul, iki gün süren yoğun yağmura teslim” olmuştu. Sultanbeyli, Beykoz, Adalar, Çubuklu, Kadıköy, Kartal, Üsküdar ve Ümraniye’de toplam 1.097 ev sular altında kalmış, trafik kilitlenmiş, yüzlerce araç birbirine girmiş, enerji nakil hatları devrilmiş, cep telefonları çalışmamış, bazı televizyon ve radyo yayınları kesilmişti. Afete en son teknolojiyle yapılan otoyollar bile dayanamamış birçok yerde asfalt bozulmuştu. Gazetelere yansıyan fotoğraflarda, sulara gömülmüş araçlarının üzerine çıkarak yardım bekleyen insanların birbirleriyle şakalaşmaları, araçlarının içerisindeki yiyecek ve içecekleri birbirlerine ikram etmeleri dikkat çekmektedir.
17 Ağustos 2004 tarihinde Alibeyköy ve Çinçin derelerinin taşması sonucu başta Alibeyköy olmak üzere Eyüp, Esenler, Küçükçekmece ve Güngören’de 4.500 ev ve işyeri su baskınına uğramıştır. Cadde ve sokaklardaki su seviyelerinin 2 m’yi bulması yüzünden birçok insan binalarda mahsur kalmıştı.
Sel baskını nedeniyle park hâlindeki birçok araç suya kapılarak sürüklenmiş, çok sayıda araç birbirine girmiş, binalar yıkılmıştı. Ulaşımın güçleşmesi nedeniyle sivil savunma ekipleri ve iş makineleri bölgeye saatler sonra ulaşabilmiştir. Gerek afetzedelerin gerekse kurtarma ekiplerinin en fazla ihtiyaç duyduğu iki kaynak olan elektrik ve suyun kesilmesi başka güçlükleri doğurdu. Bazı iş makineleri ise kaza ile altyapı tesislerine zarar vererek gaz kaçağı gibi sorunlara neden oldu. Afete hazırlık anlamında evlerinde bot bulunduran ahali komşularının ve kurtarma ekiplerinin yardımına koşmuştur.108 Afetin ardından Alibeyköy Deresi’nin ıslahına başlandı. Buradaki mülk sahiplerine başka bölgelerden evler verilerek arsaları kamulaştırıldı. Sonuçta, 2006 yılında da aynı miktarda yağış düşmesine rağmen Alibeyköy bölgesi hiçbir zarar görmedi.109 İstanbul tarihinin en büyük sel felaketlerinden birisi 2009 yılında yaşandı. Ayamama Deresi’nin taştığı bu afette en fazla Halkalı ve İkitelli bölgeleri zarara uğradı. Tavukçu ve Papaz derelerinin de taştığı afette Basın Ekspres yolu, Arnavutköy, Sultangazi, Bağcılar, Eyüp, Esenler, Gaziosmanpaşa, Güneşli, Bahçelievler, Başakşehir, Büyükçekmece ilçelerinde su baskınları ve sel meydana geldi. Selimpaşa, Silivri ve Çatalca’nın yanında Anadolu yakasında Kartal ve Pendik taraflarında yüzlerce ev ve işyeri sulara gömüldü. Sadece itfaiyeye ihbar edilen su baskını sayısı 1.432 idi. Basın Ekspres Yolu’nun trafiğe kapanması ve birçok ilçe arasında ulaşımın kesilmiş olması felaketin boyutu hakkında fikir vermektedir. Tüm Trakya’nın etkilendiği afette cep telefonları çalışmamış, televizyon yayınları aksamıştı. Bununla birlikte birtakım gayriahlaki davranışlar bu afet esnasında da gözlendi. Bazı fırsatçılar suyun sürüklediği eşyaları toplarken, bazıları ise su basan fabrikaların mallarını yağmaladılar. Bunların yanı sıra meraklı insanların toplanması arama ve kurtarma faaliyetlerini zorlaştırmıştı. İstanbul’da 31 kişi ölmüş, 9 kişi de kaybolmuştu. 7 kadının servis aracı içerisinde boğulması, 10 tır şoförünün uyku esnasında araçlarının içinde ölüme yakalanması gibi garip ölümler yaşandı. Kurtarma ve tahliye faaliyetleri ve sokakların temizlenmesi haftalarca sürdü. Dere yataklarındaki sıkışık yapılaşmalar, buna göz yuman veya ruhsat veren yahut önlemini almayan yerel yönetimlerin kusuru, sel afeti olduğunda suları denize akıtacak altyapı tesislerinin yetersizliği bir kez daha gün yüzüne çıkmıştır.110
Şiddetli kışlar, fırtınalar ve seller Türk kültüründe, atasözü ve deyimlerle dolu zengin bir folklorik birikim oluşmasını sağlamıştır. Kışın soğuk yüzünün hayatı güçleştirmesi, karın beyaz renginden galat olarak “kara kış” deyimiyle ifade edilmiştir. “Lodosun gözü yaşlıdır.”, “Alçak yerde yatma sel alır, yüksek yerde yatma yel alır.”, “Baskısız tahtayı yel alır, yel almazsa sel alır.”, “Sakın Nisan’ın beşinden, öküzü ayırır eşinden.”, “Sel gider kumu kalır.” gibi atasözleri bunlardan bazılardır. Aydınların Nuh Tufanı’na benzettikleri olumsuz hava şartları halk ağzında “kış kıyamet” deyimiyle karşılanırken; yine de kanaat ve şükrün ifadesi olarak yağmur “rahmet”, kar ise “bereket” olarak değerlendirilmiştir.
DİPNOTLAR
1 Alfons Maria Schneider, “Brände in Konstantinopel”, BZ, 1941, c. 41/2, s. 383.
2 Wolfgang Müller-Wiener, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Limanı, çev. Erol Özbek, İstanbul 1998, s. 7, 16.
3 Birsel Küçüksipahioğlu, “IV-VII. Yüzyıllarda İstanbul’da Doğal Afetler”, Afetlerin Gölgesinde İstanbul, ed. Sait Öztürk, İstanbul, ts., s. 33.
4 Auguste Bailly, Bizans Tarihi, çev. Haluk Şaman, İstanbul, ts., c. I, s. 77-79; Küçüksipahioğlu, “IV-VII. Yüzyıllarda İstanbul’da Doğal Afetler”, s. 34.
5 Schneider, “Brände in Konstantinopel”, s. 384.
6 Işın Demirkent, “İstanbul-Tarih-Kuruluşundan Fethe Kadar”, DİA, XXIII, s. 211; Schneider, “Brände in Konstantinopel”, s. 386-387.
7 Mustafa Daş, Bizans’ın Düşüşü, İstanbul 2006, s. 21, 33.
8 Frank Vercleyen, “Bizans Döneminde İstanbul’da Depremler: Halk Üzerinde Etki”, çev. Feda Şamil Arık, TAD, 1997, c. 19, sy. 30, s. 308.
9 Küçüksipahioğlu, “IV-VII. Yüzyıllarda İstanbul’da Doğal Afetler”, s. 22.
10 Schneider, “Brände in Konstantinopel”, s. 388.
11 Muharrem Kesik, “İstanbul’da Doğal Afetler (1100-1250)”, Afetlerin Gölgesinde İstanbul, ed. Sait Öztürk, İstanbul ts., s. 69.
12 Hrand D. Andreasyan, “Eremya Çelebi’nin Yangınlar Tarihi”, TD, 1973, sy. 27, s. 60.
13 Mehmed Halîfe, Târîh-i Gılmânî, haz. Kâmil Su, Ankara 1986, s. 98-99.
14 Derviş Mustafa Efendi, Harîk Risâlesi: 1782 Yılı Yangınları, haz. Hüsamettin Aksu, İstanbul 1994, s. 50.
15 Mehmed Halîfe, Târîh-i Gılmânî, s. 98-99.
16 Andreasyan, “Eremya Çelebi’nin Yangınlar Tarihi”, s. 72-73.
17 Théophile Gautier, İstanbul çev. Nurullah Berk, İstanbul 1975, s. 240.
18 Ruşen Eşref, “Yangın”, Vakit, nr. 225 (3 Haziran 1918).
19 Tasvîr-i Efkâr, nr. 276 (26 Ramazan 1281/22 Şubat 1865).
20 Tercümân-ı Hakîkat, nr. 480 (10 Safer 1297/23 Ocak 1880).
21 Stephan Gerlach, Türkiye Günlüğü: 1573-1576, çev. Turkis Noyan, c. 2, İstanbul 2007, s. 571.
22 Kenan Yıldız, 1660 İstanbul Yangınının Sosyo-Ekonomik Tahlili, doktora tezi, Marmara Üniversitesi, 2012, s. 39-40
23 Gautier, İstanbul, s. 243-244.
24 Nicolae Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, çev. Nilüfer Epçeli, c. 4, İstanbul 2005, s. 374.
25 Malik Aksel, İstanbul’un Ortası, Ankara 2000, s. 16.
26 Naîmâ, Târih, c. 3, İstanbul 1281-1283, s. 322.
27 Silâhdâr Fındıklılı Mehmed Ağa, Târih, c. 2, İstanbul 1928, s. 732.
28 Yıldız, 1660 İstanbul Yangınının Sosyo-Ekonomik Tahlili, s. 44-45.
29 Basîret, nr. 97 (13 Rebiülevvel 1287/13 Haziran 1870).
30 Ali Emîrî, “Kitap Zayiatı”, Tarih ve Edebiyat, 31 Temmuz 1336/1920, nr. 29, s. 821-822.
31 Mahir İz, Yılların İzi, 3. bs., İstanbul 2003, s. 52.
32 Cumhuriyet, 1 Ekim 1999; Hürriyet, 1 Ekim 1999.
33 Necdet Sakaoğlu, “Yangınlar”, DBİst. A, VII, 428.
34 Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, c. 1, İstanbul 1332, s. 1217.
35 Namık Kemal, “Yangın”, Hadîka, 12 Kânunuevvel 1289/24 Aralık 1873.
36 Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi: XVII. Asırda İstanbul çev. H. D. Andreasyan, haz. K. Pamukciyan, İstanbul 1988, s. 81.
37 Râşid Mehmed, Târih, c. 5, İstanbul 1282, s. 160-161.
38 BOA, HH, nr. 25705.
39 Takvîm-i Vekâyi‘, nr. 66 (27 Rebiülevvel 1249/14 Ağustos 1833). Yangında Vakanüvis Ahmed Lutfî Efendi’nin evi de yanmıştı.
40 Ahmed Lutfî, Târih, c. 4, İstanbul 1290, s. 105-106.
41 Osman Nuri, Mecelle, c. 1, s. 1315-1316.
42 Tarik, nr. 1336 (28 Rebiülevvel 1305/14 Aralık 1887).
43 Örnek olması bakımından birkaçını burada zikredelim: Sadrazam Fuad Paşa 80.000, Hariciye Nazırı Âli Paşa 75.000, Meclis-i Vâlâ azası Kabulî Paşa 5.000, Tıngırzade Ohannes 15.000, Mısırlıoğlu Bogos 25.000, İran sefiri Mirza Hüseyin 20.000, Rusya sefiri İgnatief 3.000, Galata ve Bebek Lazarist rahipleri 1.000, Fazıl Mustafa Paşa’nın annesi 75.000, babası 10.000, Cebel-i Lübnan Mutasarrıfı Davud Paşa 10.000 kuruşla kampanyaya destek vermişlerdir, bkz. Tasvîr-i Efkâr, nr. 330-332 (23-30 Rebiülâhir 1282).
44 Ermenekli M. Safvet, “Tâli‘siz İstanbul”, Beyânü’l-Hak, c. 5, nr. 121 (4 Şaban 1329/31 Temmuz 1911), s. 2199-2200.
45 Sırât-ı Müstakîm, c. 6, nr. 152 (8 Şaban 1329/4 Ağustos 1911), s. 349-350.
46 M. Sabri Koz, “İstanbul Yangınlarına Destanlar”, 7. Uluslararası Türk Kültürü Kongresi: Türk ve Dünya Kültüründe İstanbul, Bildiriler III: Edebiyat ve Folklorda İstanbul, Ankara 2012, s. 895.
47 M. Sabri Koz, “19. Yüzyıl Aşuğlarından Nâmî’nin İstanbul Destanı”, Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’na 55. Yıl Armağanı, haz. Ali Berat Alptekin, Kayseri 1994, s. 278-281.
48 Tarık Özavcı, İstanbul Yangınları 1923-1965, İstanbul 1965, s. 15-17.
49 Özavcı, İstanbul Yangınları, s. 17.
50 Özavcı, İstanbul Yangınları, s. 19.
51 Önder Kaya, Cumhuriyetin Vitrin Şehri: 3 Devirde İstanbul, İstanbul 2010, s. 146-151.
52 Metin And, “Türkiye’de Tiyatro Yangınları”, Milliyet, 8 Aralık 1970.
53 Joseph von Hammer, İstanbul ve Boğaziçi çev. Senail Özkan, c. 1, Ankara 2011, s. 23-24.
54 Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi çev. Fikret Işıltan, Ankara 1995, s. 255; Mustafa Sabri Küçükaşçı, “Bizans ve Osmanlı Dönemlerinde Kendinden Söz Ettiren Üsküdar Kışları”, V. Uluslararası Üsküdar Sempozyumu Bildirileri, İstanbul 2008, II, s. 489.
55 Pierre de Tchihatchef, İstanbul ve Boğaziçi çev. Ali Berktay, İstanbul 2000, s. 143.
56 Küçüksipahioğlu, “IV-VII. Yüzyıllarda İstanbul’da Doğal Afetler”, s. 22.
57 K. Pamukciyan, “Ermeni Kaynaklarına Göre İstanbul’un Şiddetli Kışları”, Ocak 1996, İstanbul, sy.16, s. 70.
58 Tchihatchef, İstanbul, s. 142; Pamukciyan, İstanbul’un Şiddetli Kışları, s. 70.
59 Muharrem Kesik, “İstanbul’da Doğal Afetler (1100-1250)”, Afetlerin Gölgesinde İstanbul, ed. Sait Öztürk, İstanbul ts., s. 65-66.
60 Peçuylu İbrâhim, Târih, c. 1, İstanbul 1283, s. 500-501.
61 Şem’dânîzâde Fındıklılı Süleyman Efendi, Müri’t-tevârîh, haz. Münir Aktepe, c. 1, İstanbul 1976, s. 125.
62 1621 kışı sadece payitahtta değil, bütün Osmanlı ülkesinde ve çevresinde de etkili olmuştur. Örneğin Safevî elçisi ve şahın hediyesi, ulaşımın kesilmesi yüzünden bu yıl gelmemiştir, bkz. Küçükaşçı, Üsküdar Kışları, s. 493.
63 Ahmed Cevdet Paşa, Târih, c. 8, İstanbul 1309, s. 32-33.
64 Şem’dânîzâde, Müri’t-tevârîh, c. 2/A, s. 40.
65 Necdet Sakaoğlu, “Eski İstanbul Kışları”, İstanbul, Ocak 1996, sy. 16, s. 64.
66 Şem’dânîzâde, Müri’t-tevârîh, c. 1, s. 159-161.
67 Lutfî, Târih, c. 11, s. 43.
68 BOA, Y.MTV, nr. 190/130.
69 Florentia Evangelatou-Notara, “İkincil Önemdeki Yunanca Kaynaklarda Doğal Afetler (14-19. Yüzyıllar)”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Doğal Afetler, ed. E. A. Zachariadu, çev. Gül Çağalı Güven ve Saadet Öztürk, İstanbul 1999, s. 126.
70 Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekâyiât: Tahlil ve Metin (1066-1116/1656-1704), haz. Abdülkadir Özcan, Ankara 1995, s. 362.
71 Zeynep Dramalı, Tarihi Tersten Okumak, İstanbul 2004, s. 370.
72 Şânîzâde Mehmed Atâullah Efendi, Târih, c. 1, İstanbul 1290, s. 46-47.
73 Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir: 13-20, haz. Cavid Baysun, Ankara 1991, s. 46-47.
74 BOA, DH.İD, nr. 49/7.
75 K. Pamukciyan, “İki Yüz Yıl Önce Vuku Bulan İstanbul’un En Büyük Sel Felaketi”, TT, Kasım 1989, sy. 71, s. 34-35.
76 Selânikî, Târih haz. Mehmet İpşirli, c. 1, İstanbul 1989, s.1.
77 Solakzâde Mehmet Hemdemî, Târih haz. Vahit Çabuk, c. 2, Ankara 1989, s. 293.
78 Müller-Wiener, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Limanı, s. 68.
79 Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, c. 1, İstanbul 1989, s. 233-234.
80 Ali Akyıldız, Haliç’te Seyrüsefer: Haliç Vapurları Şirketi ve Faaliyetleri, İstanbul 2007, s. 39-41.
81 Tanîn, nr. 877 (11 Safer 1329/11 Şubat 1911).
82 BOA, C.BLD, nr. 5765.
83 BOA, A.MKT.MHM, nr. 437/25, 18 ZA 1285.
84 BOA, DH.EUM.THR, nr. 13/50, 15 ZA 1327. Bu sırada bir bakkal dükkânına yıldırım düşmesi sonucu tezgâhtar ve çırak çeşitli yerlerinden yaralanmışlardır.
85 Mehmet Halit Bayrı, İstanbul Folkloru, 2. bs., İstanbul 1972, s. 29.
86 Salih Aynural, İstanbul Değirmenleri ve Fırıncıları Zahire Ticareti (1740-1840), İstanbul 2002, s. 77.
87 Ahmed Refik, Onuncu Asr-ı Hicrî’de İstanbul Hayatı (961-1000), İstanbul 1336, s. 127-128.
88 Küçükaşçı, Üsküdar Kışları, s. 401.
89 Aynural, İstanbul Değirmenleri ve Fırıncıları, s. 89-90.
90 BOA, A.MKT.MHM, nr. 61/52.
91 BOA, DH.MKT, nr. 1914/86; BOA, DH.MKT, nr. 1924/8.
92 Nadir Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, İstanbul 2004, s. 171-172.
93 Akyıldız, Haliç’te Seyrüsefer, s. 39.
94 BOA, İ.MLU, nr. 4/12.
95 BOA, BEO, nr. 3846/288441; nr. 3989/299155.
96 BOA, DH.UMVM, nr. 99/46; BEO, nr. 4615/346092.
97 Tanîn, nr. 879 (12 Safer 1329/12 Şubat 1911).
98 Şem’dânîzâde, Müri’t-tevârîh, c. 1, s. 179. Sakaoğlu, son mısradaki “ben deniz” ifadesinin ihâm sanatına güzel bir örnek olduğuna dikkat çekmiştir, bkz. “Eski İstanbul Kışları”, s. 66.
99 Cahit Öztelli, Uyan Padişahım, İstanbul 1976, s. 655-656.
100 Akyıldız, Haliç’te Seyrüsefer, s. 38.
101 Sakaoğlu, “Eski İstanbul Kışları”, s. 66.
102 Milliyet, nr. 361 (10 Şubat 1927); nr. 362 (11 Şubat 1927).
103 Milliyet, nr. 363-364 (14-15 Şubat 1927).
104 Cengiz Kahraman, 1929 Kışı Bir Şehir Efsanesi, İstanbul 2007, s. 20-23.
105 Kahraman, 1929 Kışı, s. 83, 174.
106 Akşam, 24-26 Şubat 1954.
107 Akşam, 21 Temmuz 1951.
108 Milliyet, 18 Ağustos 2004.
109 Radikal, 3 Kasım 2006.
110 Taha Akyol, “Felaket Ders Olsun!”, Milliyet, 10 Eylül 2009.