PENCERE ÖNÜNDE TARİHÎ BİR GEZİNTİ: 1930’LARDA FATİH SEMTİ

Yakın tarihimizin dikkate değer simalarından olan Tahirü’l-Mevlevî (Mehmet Tahir Olgun), İstanbullu bir babayla Kafkasya menşeli bir annenin çocuğu olarak 13 Eylül 1877 tarihinde dünyaya geldi. Gülhane Askerî Rüşdiyesi ve Menşe-i Küttâb-ı Askerî’de okudu. Cumhuriyet’ten önce ve sonra önemli görevlerde bulundu.

Tahirü’l-Mevlevî, Mevlevîhanelerde ve ikamet ettiği Fatih semtinde Osmanlı şehir kültürünü bütün incelikleriyle yaşamış bir aydındır. Çocuk yaşta Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Mehmed Esad Dede’nin derslerine devam ederek Mesnevîhanlık icâzeti aldıktan sonra Şeyh Mehmed Celâleddin Efendi’den 1894 yılında sikke giymiş, daha sonra Yenikapı Mevlevîhanesi’nde çileye soyunarak “dede” ünvanına hak kazanmıştı. Fatih ve Süleymaniye camilerinde verdiği Mesnevî derslerinin notlarından oluşan Mesnevî Şerhi, kültürümüzün kaynaklarına nüfuz etmek isteyenler için kullanışlı bir kılavuzdur. Birkaç defa gazete çıkarma teşebbüsünde bulunduğu gibi 1920 yılında Mahfil adında bir de dergi çıkaran Tahirü’l-Mevlevî, bir ara İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanmış ve beraat etmişti. Ciddi bir yekûn tutan basılı eserleri, onun ince bir şair, derinlikli bir kültür adamı; İslâm tarihine ve medeniyetine, özellikle klasik Fars ve Türk edebiyatlarına hakkıyla vâkıf bir âlim olduğunu göstermektedir. Basın ve İstiklâl Mahkemesi hatıralarını anlattığı Matbuat Âlemindeki Hayatım adlı eseri de yakın tarihimizi anlamak bakımından önemlidir.

Mahfil dergisinde ve daha sonra imzasına rastladığımız Bilgi Yurdu, Yücel ve Şadırvan gibi dergilerde, edebiyat ve İstanbul şehir kültürüne dair yazılar da yayımlayan Tahirü’l-Mevlevî’nin 1936 yılında, Şadırvan dergisinde beş sayı üstüste yayımlanan “Pencere Önünde Tarihî Bir Gezinti” başlıklı yazısının dergi sayfalarında kalmasına gönlümüz razı olmadı.

1- Zarif bir İstanbul beyefendisi, Tahirü’l-Mevlevî (M. Tahir Olgun)  (Yusuf  Çağlar Arşivi)

Tahirü’l-Mevlevî’nin derin tarih ve edebiyat kültürünü de yansıtan bu uzun yazı, Menderes dönemi imar hareketlerinde büyük tahribata uğrayan Fatih semtinin imardan önceki dokusu hakkında çok önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Ancak müellifin eski harflerle yazdığı bu yazılarda, özellikle eski şairlerden yaptığı nakiller, mürettipler tarafından yeni harflerle dizilirken bazı kelime ve terkipler yanlış okunmuştur. Bütün bu şiirleri aslıyla karşılaştırmak suretiyle hataları düzelttik ve imla problemlerini giderdik.

21 Haziran 1951 tarihinde vefat eden ve Yenikapı Mevlevîhanesi’nde annesinin yanına defnedilen bu büyük ilim ve kültür adamının hatırasını saygıyla yâd ediyoruz.

Beşir Ayvazoğlu

 

PENCERE ÖNÜNDE TARİHÎ BİR GEZİNTİ

I1

Vakit erkence. Ortalığın mahmur­luğu daha tamamiyle geçmemiş. Yap­raklar ve otlar üstünde biraz evvelki çisentinin izleri parlamakta. Şair Mesihî’nin:

Hâb-ı gafletten uyanmağa uyûn-ı ezhâr
Her seher su sepeler yüzlerine ebr-i bahâr

hayali tahakkuk etmiş gibi.

Taşkasap sırtında Fâtih yamaç­larına bakan bir pencere önünde oturu­yorum. Ben çay -vehmiyle ne olduğu bilinmeyen bir ot haşlaması- içerken yeni doğmuş güneşin dudakları da çiçekler ve yapraklar üstündeki rutubeti emiyor.

Dalları penceremin camını okşa­yan ayva ağacının -eski bir tabirle- pür-nakıl çini fincanları andıran pem­bemsi çiçekleri bahar kadar taze ve hayat kadar nazik. Hepsinin etrafında ak ve oynak iki kanattan ibaret kele­bekler uçuşuyor. Mahalle çocukları gibi yağmacı olan bu haşarılar, saldır­dıkları o fincanların içindeki neşe rahiki ile mest oluyorlar. Esen hafif bir rüzgâr onları kovalıyor. Fakat onları kaçıran esinti, çiçeklerin nazlı yapraklarını da uçuruyor. Çiçek ve kelebekten müteşekkil bir savruntu fezayı kaplıyor. İnsanın:

Berk-i ezhârı hevâ şöyle çıkardı feleğe
Pür-kevâkib görünür künbed-i çerh-i devvâr

beytini okuyacağı geliyor.

Karşımda şarktan garba doğru Fâtih, Edirnekapısı, Bayrampaşa ve Maltepe’ye kadar kavislenen bir man­zara var.

Arazi hafif bir meyil ile Sülüklü, Etmeydanı ve Haliçlere inerek Gureba Hastahanesi ve Yeni Bahçe vadisine uzanıyor. Sonra tedricî bir yükselişle oldukça açık bir ufuk teşkil ediyor.

Şu saydığım yerlere yirmi yıl ka­dar evvel yüksekçe bir yerden bakıl­mış olsaydı Bakî’nin:

Dikti leşker-geh-i ezhâra sanavber tûğun
Haymeler kurdu yine sahn-ı çemende eşcâr

tasavvuru bir hakikat gibi görülürdü. Fakat Fâtih yangını buraların o daimî yeşilliğini bitirdi ve pek çok kısmını taş ve kül yığını hâline getirdi. O zamandan beri de açılacak yollarla cad­deler yalnız harita üstünde gösterilebildi. Hatta yenisi açılacak diye kapa­nacak güzergâhlar üzerinde ev yapıl­masına izin verildiği için eski geçit­ler de kapatılmış oldu.

Bereket versin ki tabiatın bezeyicilik âdeti, bahar mevsimlerinde olsun o yıkıntı ve süprüntü çöllerini yeşil bir örtü ile gizliyor ve süslüyor. Ötesinde, berisinde mesken namına kurulan aca­yip kılıklı taş ve çimento yığınları ise o tabii güzelliği de bozuyor ve kirle­tiyor. Penceremin görebildiği şu mah­dut sahada hayalî ve tarihî bir gezinti yapmak istedim. Tramvay yolunda ve eski hekimbaşılardan Ömer Efendi’nin yaptırmış olduğu -şimdi yıkık- me­drese önünde durdum.

Burası yangından evvel bir dört yol ağzı idi. Topkapı’dan gelen cadde, Aksaray’a gider; sağ taraftaki Molla Gürani Yokuşu Haseki’ye çıkar, soldaki Hayrettin Paşa Sokağı da Haliçlere inerdi.

Molla Gürani Yokuşu’nun dikliğin­den başka tarihî ehemmiyeti vardı:

Genç Osman, Yedikule Zindanı’na götürülürken buradan geçirilmişti. Molla Gürani Camii de büyücek bir mabet olduğu için civarın Ayasofya’sı hükmünde idi.

Malumdur ki Molla Gürani Ahmed Şemseddin, II. Murad devri âlimlerindendi. Fâtih, daha çocukken ve Manisa valisi bulunduğu sırada ona muallim olmuş, derse giderken yanında bir değnek götürdüğü için haylaz şehza­deyi çalışmaya mecbur etmişti.

Buradaki cami 1471’de (876) yapıl­mış, kendi de vefat edince mihrabın ar­kasına gömülmüş. “Devlet-i Cennet” ter­kibi hocanın vefatı tarihi imiş ki ebced hesabınca 893 (1487) yılını gösterir.

Gene Molla Gürani Yokuşu’ndan yukarı doğru çıkarken Pîrî Paşa Zaviyesi vardı. Yavuz’un son, Kanunî’nin ilk sa­drazamı olan Pîrî Paşa’nın yaptırdığı bu zaviye Koruk Tekkesi adını almıştı. Sürurî’nin:

Çâr tâk-ı adne çıkdı Şeyh Koruk

tarihi, oranın şeyhlerinden biri için olsa gerektir.

Koruk Tekkesi, Abdülhamid zama­nında mükemmel bir biçimde tamir edilmişti. Fâtih yangınında yandıktan sonra yeniden ve tuğla ile yaptırıldı. Eyüp karşısın­daki Sütlüce’de medfun olan İshak Ka­ramanî’nin mezarından birkaç kürek toprak ile Sultanhamamı’nda kütüpha­nesi bulunan Aşir Efendi’nin kabir taş­ları buraya getirildi.

Hayalen önünde durduğum me­dreseyi Hekimbaşı Ömer Efendi yap­tırmış, İstanbullu olan Ömer Efendi 1715 (1127) tarihinde III. Ahmed’e başhekim olmuş, 1723’te vefat etmiş, medresesinin haziresine gömül­müş.

Damadı şair, vak’anüvis ve Şey­hülislâm Çelebizâde İsmail Âsım Efen­di de 1759’da ölünce kayınpederinin yanına defnolunmuş. Ömer Efendi’nin Molla Gürani Camii yanında bir de Şifa Hamamı varmış. Lakin be­nim yetişebildiğim zamanlarda mevcut değildi; olduğunu gören ve söyleyene de rast gelmedim.

Medresenin köşesinde ve Halıcılar’a inen yolun başında bir sebil yapılmıştı ki orasının jandarma karakolu olarak kullanıldığını, içinde jandarma kıyafetli birkaç ihtiyarın barındığını hatırlı­yorum.

Sebilin alt yanında bir taş mektep görülürdü. Ömer Efendi’nin vasiyeti üzerine vefatından sonra damadı tara­fından yaptırıldığı hâlde haksız olarak Molla Gürani Mektebi denilirdi. Hâlâ sağlam duran bu bina, benim de feyz aldığım ibtidai bir mektep idi.

Dar kemerli bir kapıdan geçilerek on beş yirmi ayak merdivenle bir so­faya çıkılır, oradan dershaneye girilirdi. Dershane epeyce geniş ve kubbeli idi. Kapıya karşı sağ köşede hocanın, sol köşede kalfanın yerleri vardı. Hocanın rahlesi üstünde ayrıca bir cevizden daha büyük bir balmumu topu yapı­şıktı. Çocukların cüzünde yahut Mushaf’ında ders yerini gösteren balmumları düşmüş bulunursa, hoca rahledeki top­tan bir parça koparır, elinde yuvarlayıp yumuşattıktan sonra düşenlerin yerine yapıştırırdı. Dershanenin ortasına alçak sıralar, sıraların arasına küçük minderler dizilmişti. Biz o minderlerin üstünde otururduk. Sokağa bakan iki pencerenin içerisinde iki hâfız ezbere çalışırdı.

Mektebin duvarları gayet kalın, çerçeveler de duvarın dış kenarına yakın olduğu için pencerelerin içi âdeta cumba hâlini almıştı. Sofaya nazır pencerelerden birinin içinde kocaman iki bakır maşrapa dururdu ki hararet basan çocuklar gidip onlardan su içerlerdi. İkincisinin içine de sabahları sahlep, akşamları boza yahut hoşaf getirip satan Hayrullah isimli ihtiyar bir Arnavut, güğümlerini kordu.

Sofada önü yalaklı bir musluk vardı ki merdiven başındaki kuyudan çekilen su ile doldurulurdu. Gene ora­da birkaç raflı bir pabuçluk uzanmıştı. Çocuklar takunya, pabuç, kundura gibi ayakkabılarını onun üstüne dizer­lerdi.

Kapının arkasında kahverengi boyalı mustatil bir tahta asılı idi. Bu­nun bir yüzüne yeşil boya ile “geldi”, öbür yüzüne de “gitti” kelimeleri yazıl­mıştı. Buna “geldi gitti tahtası” der­lerdi. Aptesthaneye gidilirken bunun “gitti” tarafı, gelince de “geldi” ciheti çevrilirdi. Şimdi bunlar gözümün önünden geçerken çocukluk zamanla­rını ve o zamanların neşelerini anmakla avunuyorum.

II2

Hocamız Hâfız Hasan Efendi namında bir zat idi. Fâtih’in topçula­rından Sarı Musa’nın mescidinde imam, Kanunî’nin meşhur hasekisi Hürrem Sultan’ın camisinde hatip idi. Bize ara sıra imla yazdırırdı. Fakat yazdırdıkları tabut, teneşir, kefen, pamuk, lif gibi imamlık mesleğine ait kelimelerdi. Allah rahmet eylesin.

Aşağıya doğru inelim. Mektebin duvarına bitişik büyük bir kapı görü­nürdü, içerisinde azametli bir konak vardı. Oraya Hayreddin Paşa Konağı derlerdi. O sokak da bu paşanın namı­na izafe edilmişti.

Hayreddin Paşa, Tunus’ta yetişmiş malumatlı bir zat idi. Tunus beyliğinde mühim memuriyetlerde bulunduktan sonra İstanbul’a gelmiş, evvela Şûrâ-yı Devlet reisi, sonra sadrazam olmuş, sekiz ay sadarette bulunarak istifa ve 1887’de irtihal etmişti. Akvemü’l-mesâlik fî marifeti ahvâli’l-memâlik un­vanlı Arapça bir kitap yazmış, bu eser Türkçeye ve Fransızcaya tercüme olun­muştu.

Hayreddin Paşa Konağı’nın biraz aşağısında ve sağa sapan sokağın köşesindeki çeşmeciğin üstünde büyücek ve eski bir ev görülürdü. O da Mekteb-i Harbiye Nâzırı ve sonra Rumeli kuman­danı olup Bağdat’a sürülen ve orada ölen meşhur Süleyman Paşa’nın konağı idi.

Biraz daha aşağıya inilince beş, altı yol ağzı olan bir meydancığa geli­nir ve o meydancığa Halıcılar Çarşısı denilirdi. Bir çınar ağacının gölgelen­dirdiği bu sahada epeyce dükkân sıra­lanmıştı. Sağında Molla Şeref Mescidi, solunda Yavuz’un medresesi ve camisi, ön tarafında ve biraz ileride ise Kilise Camii vardı.

Molla Şeref Mescidi, ulemadan Kırımlı Molla Şerefeddin’in eseri idi. 1524’te (931) bina edilmişti. Yanı ba­şında bir kahve, kapısı önünde bir set yapılmıştı. Mahalle ihtiyarları orada otururlardı. Ben çocukken ve halıcı­lardan geçerken onlar arasında gayet heybetli bir adam görürdüm. Başındaki Sultan Mahmudkârî geniş ve yüksek bir fes alnı ile kulaklarının yarısını örter, fesinin altındaki beyaz takke kenarlarından birer parmak taşardı. Çehresini hemen hemen kaplayan sarkık kaşları, pala bıyıkları ve uzun sakalı ara­sındaki iri ve canlı gözleri baktığı yerlere heybet ve hürmet yağdırırdı. Arkasına Avniyye denilen biçimde bir kaput giyer, uzun ve enli palasını oturduğu vakit yanında, ağır ağır yü­rüdüğü zaman dayanmak için elinde bulundururdu. Gazi Baba diye hür­met edilen ve herkes tarafından eli öpülen bu ihtiyar aslanın vücudunda silah dokunmamış yer olmadığı, hatta kalça etlerini gülle götürdüğü söyle­nirdi.

Solda ve Gureba Hastanesi’ne do­ğru giden yolun ikiye ayrıldığı nok­tada Yavuz Sultan Selim’in hayatında yapılan hem medrese hem cami sade­lik içinde bir sanat ve metanetle ken­dini gösterirdi. Yavuz’un asıl camii burasıydı. Mimarı da Sinan’dı. Sultan Selim Camii denilen mabet, Kanunî tarafından babası namına yaptırılmıştı. Bu medrese ve cami, Sulukule’den girip Yenibahçe ve hastane çayırları önünden açıkta geçen, Halıcılar, Sülüklü, Horhor ve Aksaray’dan kapalı olarak giden Bayrampaşa Deresi’nin ta kena­rına yapılmıştı. Dere taştığı vakit yalı cihetindeki odalara su dolardı. Hatta derenin taşkın sularıyla şiddetli yağ­murlarda vadinin iki tarafından gelen seller, Halıcılar, Etmeydanı, Horhor ve Aksaray gibi basık yerleri deniz hâline getirir, karşıdan karşıya hamal yahut araba ile geçilirdi. Bir kış günü Darüşşafaka’daki dersime yetişmek için Halıcılar’daki sel denizinin bir kenarında diz kapaklarıma kadar sıvandığımı ve karşıki sahile öyle geçebildiğimi hatır­larım.

Mimar Sinan gibi bir üstadın böyle dere kenarına öyle bir bina yapmış olmasına akıl ermiyor. “Belki o vakitler derenin yatağı uzakta ve üstü tonozlu idi. Bakılmadığı için tonozlar yıkıldı da sular mecrasını değiştirdi.” demek hatıra geliyor.

2- İBB Başkanlık binası tarafından Bozdoğan Su Kemeri ve Fatih semtinin görünüşü. Sol tarafta Fatih Camii görülüyor; minarelerinden birinin külahı yok

3- Fevzipaşa Caddesi. Sağ tarafta Fatih Sultan Mehmed’in Sahn-ı Seman Medresesi (Akdeniz Medreseleri)

O civara Halıcılar Köşkü denil­mesi, vaktiyle oralarda bir hünkâr köşkü bulunduğunu ve etrafının ma­mur ve kibar yatağı olduğunu anlatı­yor. Halıcıların garp tarafında Lütfi, şimal cihetinde Hüsrev Paşaların tür­beleri, az daha şimalde Bâlî ve İskender Paşaların camileri bulunması bunu teyid ediyor.

Bahsettiğim türbeler yangında harap olmuş, Bâlî ve İskender Paşa ca­mileri evkaf tarafından tamir edilmiştir. Gureba Hastanesi’ne giden yolun sol tarafında Lütfi Paşa’nın harap tür­besi bulunmaktadır. Gureba Hastanesi, II. Mahmud’un haremi ve Abdülmecid’in validesi Bezmiâlem Kadın’ın hayrıdır. Bundan başka birçok eser vücuda getirmiş olan o kadın, Dolmabahçe Camii’ni de yaptırmış 1852’de vefat ederek Sultan Mahmut Tür­besi’ne gömülmüştür.

4- Fatih Camii, Demokrat Parti döneminde restore edilmiş, sağ minaresinin külahı takılmış

Lütfi Paşa ise Kanunî’nin sadra­zamlarından idi. Ufak tefek manzume­lerinden başka müteaddit eser yazmıştı. Âsafnâme’si ve Târih’i meşhurdur. Târih’i devlet matbaasında ve merhum Âli Bey’in aslından çok haşiyeleriyle basılmıştır. 1562’de ölmüş ve bu­radaki türbesine gömülmüştü.

Bu türbenin karşısındaki kahve­hanede cuma sabahları alaturka mu­siki meraklıları toplanır, eski usulde besteler, nakışlar, kârlar, semailer oku­nurdu. Molla Gürani’de tramvay yo­lundaki büyücek bir kahve dükkânının meşkhanesinde Üstad Hacı Keramî merhum tarafından musiki talim olu­nurdu.

Biraz da şarka doğru dönelim: İleriki tuğla yığıntısı Kilise Camii’dir ki Bizans’tan kalma mühtedi bir mabet idi. Antika olması dolayısı ile geçen sene­lerde sıvaları kazındı, tuğlaları meydana çıkarıldı, cümle kapısına tahtadan iki kanat takılıp bırakıldı. Evvelce ora­larda otlatılan hayvanların öğle güne­şinde ağılı, saygısız bazılarının da isti­rahat yeri oluyordu. Uzaktan görmekle iktifa edelim. Yanına gitmeye kalkışa­cak olursak kanalizasyon yapıldığı hâlde akıntısı kesilmeyen dereyi geç­mek lâzım. Potinlerimizi çıkarsak bile etraftan getirilip dökülen moloz ve süprüntülerin ıslanmasıyla hâsıl olmuş çamur deryasına batmak muhakkak. Dere boyunu hayalen takip ederek Etmeydanı’na doğru yürüyelim.

Yassı tuğlalardan kat kat yapılmış olan şu kemer, meşhur Yeniçeri Kış­lası’nın medhali. Vaktiyle Topçu Yüzba­şısı Kara Cehennem İbrahim Ağa’nın güllelerine göğüs verdiği gibi hâlâ da çoluk çocuğun tahripkârlığına karşı durmaya çalışıyor. Yüksekliği o kadar az ki uzunca boylu bir adam, altından geçecek olsa başını çarpacak. Etmeydanı’nı sel basmasın diye zaman zaman zeminin yükseltilmesi, kemerin alçalmasına sebep olmuş. Bunun iç tarafın­daki kışla gayet genişti. Hadîkatü’l-cevami‘ sahibinin Orta Cami’den bah­sederken, “Yeni Odalar’ın ortasında vakidir.” demesi, kışlanın genişliği hakkında bir fikir verebilir. Çünkü Orta Cami ile kemerin arasında epeyce mesafe vardır. 1825’te ve Yeniçeriliğin kaldırıldığı sırada bu kışlanın kapısı topa tutulmuş, binası da gülle ile tutuşturulmuştu. Vakanüvis Esad Efendi Üss-i Zafer isimli kitabında kış­laya edilen hücumu pek güzel anlat­mıştır.

Yeniçerilik tarihinin son sahifesi demek olan şu kemere biraz bakılsa ve büsbütün yıkılıp gitmesine meydan verilmese iyi olur sanırım. Kemerin ilerisinde ve hafifçe bir yokuşun orta­sındaki mabet Orta Cami’dir. Kanunî devrinde yapıldığı rivayet edilen Orta Cami, kışla ile birlikte yanmış. Uzun müddet virane hâlinde durduktan sonra -galiba Hayri Bey merhumun Ev­kaf nâzırlığında yeniden yaptırıl­mıştı. Tarihe bakılacak olursa Yeniçeri ihtilâllerinin çoğunda Orta Cami’in adı geçtiği görülür. Ocağa sığınan II. Osman oraya getirilmiş, I. Mustafa’nın ikinci defa saltanatına ora­da karar verilmiş, Edirne Vak’ası’nın müzakereleri orada icra edilmişti.

III3

Caminin karşısında Damad İbra­him Paşa’nın yaptırmış olduğu Orta Çeşme’nin akan tek musluğundan ahali istifade etmekte. Bu çeşme, iki yüzlü ve dört aynalı olarak yaptırılmışken bir tarafındaki ayna taşları ve tarih kitabeleri yok olmuş. Orta Çeşme’den Sofular’a giden yolun sol köşesinde “Feyzullah Efendi Sokağı” yazılı bir levha mıhlanmış ki üstünde adı yazılı olan Feyzullah Efendi, hırsı ve tamaı ile Edirne Vak’ası’nın zuhuruna sebep olan meşhur şeyhülislamdır. Bu sokağın daha yukarısında ve biraz sağ tara­fında Millet Kütüphanesi bulunuyor. Mevcudiyetiyle iftihar edebileceğimiz bu kıymetli müessese, Feyzullah Efen­di’nin yaptırdığı bir medrese idi. Bele­diye, bu güzel binayı da yıkmak istemişse de Evkafça mükemmelen tamir edilmiş ve merhum Ali Emiri Efendi­’nin himmetiyle zengin bir kütüphane hâline getirilmişti. Kütüphanenin biraz aşağısında ve sağ cihetinde etrafı bir meydancık olan Kıztaşı görülmek­tedir. Bu taş 11 m 20 cm yüksekliğinde bir sütundur. Miladi V. asırda dikilmiş, tepesine İmpa­rator Marsiyan’ın bir heykeli konulmuş ki heykel ile sütunun irtifaı 21 m’ye çıkıyormuş.

Bay Celal Esad’ın Eski İstanbul unvanlı eserinde ve “Marsiyan Sütunu-Kıztaşı” bahsinde, hülasa ettiğim ma­lumat verildikten sonra deniliyor ki:

Bugün Kıztaşı diye maruf olan bu taştan başka bir sütun daha vardı ki asıl ona Kıztaşı derlerdi. Bunun se­beb-i tesmiyesi de mezkûr sütun üstün­de aşk ilahesi Afrodit’in heykeli bulunmasındandı. Güya bu heykelin ya­nından geçen kızlar şayet bakire değil iseler belli olur imiş. İmparator Jüsten’in (565-578) baldızı bu heykel yanın­dan geçerken bakire olmadığı bir sada-yı gaiple ahaliye ihbar edildiğinden imparatorun emriyle bu heykelin kırdırıldığı rivayetine bazı eserlerde tesa­düf edilmektedir.

Kütüphanenin karşısına tesadüf eden seddin üstündeki ilk mektep, eskiden askerî rüşdiye mektebi idi. Her vilayet merkezinde bulunan askerî rüşdiyelerden İstanbul’da Gülhane, Soğukçeşme, Fâtih, Eyüp, Kocamusta­fapaşa, Beşiktaş ve Toptaşı mevkile­rinde yedi tane vardı ki sıkı bir ter­biye ve ciddi bir talim ile pekiyi talebe yetiştirirlerdi. Şimdi Konya ve Erzincan’da bulunan askerî orta mektepler bunların yerine açıldı.

Gülhane Rüşdiye-i Askeriyesi hâlâ Gülhane Hastahanesi’dir ki ben rüşdiye tahsilimi orada bitirmiştim.

İlk mektebin altındaki seddin yıkık duvarını solumuza alarak yokuşu çıkar ve yine sola dönecek olursak Fâtih Camii heybet ve azametiyle gözümü­zün önünde yükselir.

Avlusuna girilecek kapı şimdi bir çıkıntı hâlinde duruyor. Çünkü yan duvarları yıktırılmış, caminin avlusu cad­de hâline konulmuştur.

Kapının sağ tarafında türbe haziresi vardır ki evvelce meydanda duran musalla taşları, içerisine alınmış olduğu için cenaze namazları orada kılınmaktadır.

Musalla taşları, mukaddema mey­danda bulunduğundan onların üstüne dizilen cenazeler karşısında ve gelene geçene karşı açıkta namaz kılış hiç iyi bir manzara teşkil etmiyordu. Onların içeriye götürülmesi çok iyi olmuştur.

Hazire dâhilinde ilmen yahut rüt­be itibarıyla büyük birçok kimselerin mezarları vardır. O mezarlarda yatan­ların hepsini bilmesek bile kapıdan girilince hemen sağ tarafta görünen bir kabrin sahibini öğrenmemiz lâzım gelir ki üstündeki yazılardan Şeyhülmuharririn Ahmed Midhat Efendi merhumun merkadi olduğu anlaşılır. Ayakucunda da merhumun evvela aleyhtarı sonra da pek ziyade hürmetkârı olan Hoca Hâlis Efendi merhum yatmak­tadır.

Midhat Efendi, ömrünün son za­manlarında Cemiyet-i Tedrisiye’nin (şim­di Okutma Kurumu) idare heyetine seçilmiş olduğu için müzakerede bulunmak üzere haftada bir defa Darüşşafaka’ya gelir ve gece orada kalırdı. 1915 senesi içinde bir gece gene orada içtimada bulunduktan sonra rahatsızlanmış, şimdiki müdür Bay Ali Kâmi Akyüz’ün kucağında Hakk’ın rah­metine kavuşmuştu. Ertesi gün cenazesi mektepten kaldırıldı, tabutu ök­süz yavruların omuzunda olduğu hâlde Fâtih’e götürüldü. Namazı orada kılın­dıktan ve tezkiyesi Hâlis Efendi tara­fından yapıldıktan sonra gömüldü.

Ben, Ahmed Midhat merhum için “Nevha” başlıklı bir tarih yazmıştım ki şunlar, onun beyitleri cümlesindendi:

Yetişmiyor içimizde nedense bir fâzıl
Belâya bak, yetişenler de eyliyor rıhlet
Vatanla bir gidiyor inkırâza fikr ü zekâ
Ufûlü Midhat’ın işte bu kavle bir hüccet
Yazık o mihr-i mesâî gurûb edip gitti
Yerinde kaldı kapanmaz amîk bir zulmet
Çalıştı nısıf asırdan ziyâde, neşretti.
Cihân-ı gaflete birçok masîr-i gayret
Geçirdi ömrünü yazmak, okutmak üzre bütün
Erişdi mekteb içinde hayatına gayet…

Mehmed Âkif’in,

Derâğûş etmek ister nâzenîn-i bezm-i lâhûtu:
Kol açmış her menârı sanki bir ümmîd-i cür’etkâr!

diye tasvire çalıştığı şimdiki Fâtih Camii, Fâtih’in yaptırdığı bina değildir. Sonradan yaptırılmıştır. İlk mabedin binası sekiz senede ve 1470’te (875) tamamlandığını Hadîkatü’l-cevami‘ sa­hibi yazıyor. 1179’da (1765-1766) zelzeleden yıkılması üzerine 1181’de (1767-1768) tecdidine başlanılıp 1185’te (1771) hitam buldu­ğunu da ilave ediyor.

5- Fatih semtinin Haliç tarafından genel görünüşü

6- Beyazıt Yangın Kulesi’nden Fatih ve Yavuz Selim semtleri

7- Aksaray’dan Taşkasap’a doğru uzanan Millet Caddesi. Taşkasap, artık ismi sadece eski romanlarda, hikâyelerde ve resmî kayıtlarda geçen unutulmuş bir semttir (<em>İstanbul’un Kitabı</em>)

8- Fatih’in mahallelerinden olan Taşkasap, Tahirü’l-Mevlevî’nin oturduğu semtti

Fâtih Camii’nin bulunduğu mey­danın iki tarafı vardır. Şimal tarafına Karadeniz ciheti, cenup tarafında Akdeniz ciheti derler. Şimdi hayalen durduğumuz Akdeniz ciheti, Meşrutiyet’in ilanına kadar daimi bir pazar yeri idi. Satıcıların çoğu Tatar olduğu için bazı zürefaca Tatar Pazarcığı de­nilen bu alışveriş yerindeki dükkân­ların hemen hepsi çadır ve kulübeden ibaretti. Nerede çürük, çarık şeyler varsa dükkânlarda onlar bulunur ve gayet ucuz satılırdı. Bundan dolayı Fâtih semtinin ucuzluğu dillerde des­tan olmuştu.

Meşrutiyet’in ilanından sonra ve Dühanizâde Hâfız Mehmed Efendi’nin Fâtih belediye reisliği zamanında bu pazarcık kaldırıldı. Yerine güzel bir bahçe ve havuz yaptırıldı. Fakat bugün o bahçenin yerinde yeller esmekte ve tozlar savrulmaktadır.

Meydanın Karadeniz ciheti de bayram yeri idi. Orası yılda yedi gün toplanan çocukların sevinç sesleriyle çın çın öterdi. Şimdi çarşamba günleri orada tavuk pazarı kurulduğu için horoz sesleri ve ördek vakvakları du­yulmaktadır.

Ben şu hayalî gezintiye dalmış ve fikren epeyce yorulmuştum ki çok sevdiğim bir zat, ziyaretiyle beni şereflendirmişti. Onun için gezintiyi bı­raktım. Neşeli bir musahabe ve karşı­lıklı bir kahve ile yorgunluğumu gi­derdim.

IV4

Penceremin önünde hayalî ve ta­rihî bir gezinti yaparken Fâtih Meyda­nı’na çıktığımı ve zihnen orada bulun­duğum sırada bir misafir geldiği için hayalî dolaşmayı bıraktığımı evvelki nüshada hikâye etmiştim. Muhterem misafirim, hâl, hatır istifsarından son­ra ne ile meşgul olduğumu sordu.

“Pencere önünde seyahate çık­tım.” dedim. Hayretle yüzüme baktı ve:

“Nasıl?” diye sordu.

Sabahtan beri beni oyalayan zihnî gezintiyi anlattım, bir iki kâğıt üstünde o gezintinin izleri demek olan çizintileri de gösterdim. Hoşlandığını gülüm­seyişinden ve başını sallayışından anlı­yordum. Bir aralık:

“Canım birader, şu seyahati ya­rıda bırakma. Hem neşeli, hem faideli oluyor! Bugün görülecek bir işim ol­masaydı ben de sana yoldaşlık eder­dim!” diye teşvik edici sözler söyledi. Latife olsun diye:

“Seninle yoldaşlık edemeyiz!” dedim. Sebebini sordu.

9- Şehzadebaşı’ndan Fatih (<em>İstanbul’un Kitabı</em>)

10- Fatih Camii’nden Edirnekapı’ya (M. Hilmi Şenalp Arşivi)

“Sen bir şeyin sathî tarifiyle iktifa etmezsin. Âdeta ıcığını cıcığını öğren­mek istersin. Onun için arkadaşlığa kalkışırsak yol alamayız. Bense uzunca bir lâmelif çevirmek istiyorum.” de­dim. Gülüştük.

“Evet, ben tedkikimi tâmik etme­liyim. İyice gösterebilmek için iyi gör­mek lâzım olduğunu sen de inkâr ede­mezsin ya. Fakat nedense bu sefer sığlarda gezinmeyi iltizam etmişsin. Öyle olmakla beraber o sığ yerler bazı boyları geçecek kadar derin.”

“Sen yoluna devam et, bana da izin ver.” diyerek gitti.

Sevgili arkadaşımın düşüncesi doğru idi. İyice gösterebilmek için iyi görmek, iyi görmek için de iyice durmak ve haylice sormak gerekti. Şimdi ise bunları yapmaya vakit bulunamıyor, bulunsa bile uğraşmaya tahammül edilemiyor.

*

Gezintimiz Fâtih Meydanı’nda kal­mıştı. Oradan Edirnekapısı’na doğru iki yol vardır. Biri, şimdi Darüşşafaka’ya izafe edilen Çarşamba, öbürü de Hâfız Paşa caddeleridir. Vaktiyle mey­danın müteaddit kapılarından ikisi bu caddelere açılırdı ki sağdakine Boya­cılar Kapısı, soldakine Çörekçiler Kapısı denirdi. Hâfız Paşa Caddesi’ni takip edelim. Solumuzda kalan Malta Çarşısı’nı ve önümüzdeki ufak tefek dük­kânları geçelim.

Bu yola Hâfız Paşa Caddesi denil­mesi, paşanın az ileride bir camisinin bulunmasındandır. Eskiden güzel, şimdi ise pek fena harap olan bu mabedin yapılışı tarihi “Hâfızıye” imiş ki ebced hesabınca 1595 (1004) senesini gösterir.

Hâfız Paşa’nın adı anılınca onun Bağdat seferinde imdat gönderilmesi için IV. Murad’a manzum ariza yazması, padişahın da yardım edeceği yerde serdarına nazire olarak manzum cevapname yollaması hatıra gelir. Askerlik tarihinde bir garibe olmak üzere zaptolunmaya değen o iki manzumeyi naklediyorum.

Hâfız Ahmed Paşa’nın Arîzası

Aldı etrâfı adû imdâda asker yok mudur
Din yolunda baş verir bir merd-i server yok mudur

Hasm-ı bed-kiş bu oyunda ruh-be-ruh şehmet ider
Cenkde at oynadur ferzâne bir er yok mudur

Bir aceb girdâba düşdük çâresiz kalduk meded
Âşinâlar zümresinden bir şinâver yok mudur

Cenkde hempâmız olup baş verib baş almağa
Arsa-i âlemde bir merd-i hünerver yok mudur

Ref’-i bî-dâda tekâsülden garaz ne bilmezüz
Derd-i mazlûmân suâl olmaz mı mahşer yok mudur

Âteş-i sûzân-ı a’dâya bizümle girmeye
Derd içinde imtihân olmuş semender yok mudur

Dergeh-i Sultan Murâd’a nâmemiz îsâline
Bâd-ı sarsar gibi bir çâpük kebûter yok mudur

IV. Murad’ın nazire olarak cevabı

Hâfız-ı Bağdâd’a imdâd etmeğe er yok mudur
Bizden istimdâd edersin sende asker yok mudur

Düşmeni mat etmeğe ferzâneyim ben der idin
Hasma karşı şimdi at oynatmağa yer yok mudur

Gerçi lâf urmakta yoktur sana hempâ bilürüz
Lîk senden dâd alur bir dâd-küster yok mudur

Merdlik dâvâ edersin bu muhanneslik neden
Havf edersin bâri yanında dilâver yok mudur

Râfizîler aldı Bağdâd’ı tekâsül eyledin
Sana hasm olmaz mı Hazret rûz-ı mahşer yok mudur

Bû-Hanîfe şehrin ihmâlinle vîrân etdiler
Sende âyâ gayret-i dîn ü peygamber yok mudur

Bî-haberken saltanat ihsan eden Perverdigâr
Yine Bağdâd’ı eder ihsân mukadder yok mudur

Rüşvet ile cünd-i İslâm’ı perîşân eyledin
İşidilmez mi sanursın bu haberler yok mudur

Avn-i Hak’la intikam almağa a’dâdan meğer
Bende-i dîrin vezîr-i dîn-perver yok mudur

Bir Alî-sîret vezîri şimdi serdâr eyledim
Hızr u peygamber muîn olmaz mı rehber yok mudur

Şimdi hâli mi kıyâs eylersin âyâ âlemi
Ey Muradî pâdişâh-ı heft-kişver yok mudur

Bağdat’ı geri almaya kuvvetinin yetişmediğini ve ordunun takviyesi için asker göndermek lâzım geldiğini -velev manzum yazmak münasebetsizliği ol­sun- bildiren bir kumandana yardım yerine nazire yazıp yollamak kadar şaşılacak bir hareket olmasa gerektir.

Hâfız Ahmed Paşa’nın ölüşü, daha doğrusu öldürülüşü de hem gariptir hem acıklıdır.

1630 (1041) tarihinde ikinci defa sadrazam olmuştu.5 Sadaret kayma­kamı Topal Receb Paşa ise o makama göz dikmişti. Hâfız Paşa’nın sadrazam oluşundan üç buçuk ay kadar geçtik­ten sonra Receb Paşa’nın teşvikiyle bir ihtilâl çıktı. Zorbalar, sarayın meydanına toplandılar. Divana gelen Hâfız Paşa’yı taş atarak atından düşürdüler. Paşa, güç hâl ile saraya girebildi ve mührü hünkâra teslim ile istifa etti. Tebdil-i kıyafetle Yalı Köşkü’nden bir kayığa bindi. Üsküdar’a geçmek istedi. Arkasından kayık gönderdiler, geri çevirdiler. Paşa işi anladı. Saray mey­danında başını isteyip duranlara doğru yürüdü, üzerine ilk saldıran sipahinin suratına öyle bir yumruk vurdu ki herifin ağzından, burnundan kanlar fışkırıp yere yuvarlandı. Fakat bu sırada umumi bir hücuma uğradı. Za­vallının vücudu delik deşik oldu, hatta bıçakla boğazı kesildi.

Sultan Murad bu manzarayı seyrediyorken ağlıyor, bir taraftan da mührü Receb Paşa’ya veriyordu.

O asrın aklı erik ve kulağı delik adamlarından Evliya Çelebi, Receb Paşa’dan bahsederken, “Musa Çelebi’yi musâhib-i şehriyarî iken üzerine han­çerler üşürtüp zorbalara katlettirdiğini” sonra “zorbalar ile ülfeti olduğu mey­dana çıkıp Musa Çelebi’yi katlettirdiği zâhir olduğundan divana çağrılarak mahnuken katlolundu”ğunu söyler ve “Hakir dahi pederimle divanda ol gün hazır idim fi 27 Şevval sene 1042.” der Evliya’nın bahsettiği Musa Çelebi, IV. Murad’ın pek sevgili musa­hibi idi. Şair Nef’î’nin:

Yûsuf-ı Îsâ-şiyem Mûsa Ağa kim tal’ati
Gün gibi bir şu’ledir gûyâ çerâğ-ı Tûr’dan

Tıynet-i pâkinde yok aslâ küdretden eser
Cismini halk eylemiş Bârî Taâla nûrdan

Böyle zîbâ suret ü pakîze-sîret görmedim
Bir melekdir gûyiyâ etmiş tevellüd hûrdan

Cebhe-i berrâk ile ol gerden-i kâfur-gûn
Zâhir oldukça girîbân-ı siyeh semmûrdan

Seyr eden kimse tulu’ etti kıyâs eyler hemân
Âfitâb-ı âlem-ârâyı şeb-i deycûrdan

Hemdem-i şâh-ı cihan olsa acep mi rûz u şeb
Zâtı bir mecmûadır ahlâkı nâ-mahsûrdan

Münderic zâtında envâ’-ı mekârim ol kadar
Fark olunmaz tab’ı bir gencîne-i mestûrdan

Cebr-i hâtır etmedir lütf ile dâim âdeti
Budur ânınçün dua ana dil-i meksûrdan

Kurb-i sultân-ı cihanda ola dâim kâmrân
Hak vücûdun hıfz ede âsib-i dûr-a-dûrdan.

kıtasından yakışıklı bir adam olduğu anlaşılıyor. IV. Murad, musahi­binin acıklı bir surette öldürülmesin­den çok müteessir olmuş,

Yola düşüp giden dilber
Musa’m eğlendi gelmedi
Yoksa yolda yol mu şaşdı
Musa’m eğlendi gelmedi.

varsağısını yazmış, Evliya Çelebi’nin musiki hocası Derviş Ömer bu güfteyi bestelemiş, halkın ağzında okunmaya başlamış. Padişah bunu işittikçe tees­sürü arttığı için okunmasını yasak etmiş. Evliya Çelebi, ilk defa onun huzuruna çıkınca Bestenigâr makamın­dan bir taksim ettikten sonra bu var­sağıyı terennüm etmiş. O terennüm ederken padişah, mendili yüzüne tut­muş ve ağlamış.

Sözü buraya kadar uzatmaktan maksadım, bir nükteye işaret etmek içindi.

Malum ya halk ve divan vasıflarıyla ikiye ayrılan edebiyatımızın birinci kısmı mensupları, yani saz şairleri XI-XVII. asırda ikinci kısmın, yani kalem şairlerimizin tesiri altına girmişler, aruz vezniyle manzumeler yazmaya başla­mışlardı. Divan şairlerinden bazıları da XVIII. asırda hece vezniyle uğraştılar.

Öyle zannediyorum ki aruzcuları hece vezniyle yazı yazmaya irca eden, IV. Murad’ın şu iki duraklı ve sekiz heceli varsağıyı tanzim eylemesi olmuştur.

V6

Eski yola nispetle solda bulunan, açılacak caddeye göre sağda kalacak olan ahşap bir cami var ki köşesin­deki çeşmeciğin üstünde iki tane kumru resmi bulunduğu için Kumrulu Mescid denilmektedir. Burasının Fâtih Camii’ni yeniden yapan mimarın hayrı olduğunu kendi de mescidin mezarlığında gö­mülü bulunduğunu Hadîkatü’l-cevami‘ müellifi yazıyor.

Az daha ileride ve küçük bir çarşı arasında Nişancı-i Cedid diye anılan büyük bir cami görülür. Burası da -Fuzulî’nin nişancısına dair yazdığım makalede bahsi geçen- Nişancı Bo­yalı Mehmed Paşa tarafından yaptırıl­mıştır. Hadîkatü’l-cevami‘nin yazışına göre binasına 1584’te (992) başlanılmış ve 1588’de (997) bitirilmiş. Boyalı Pa­şa da 1595’te (1004) vefat ederek cami­ye bitişik ve caddeye nazır türbeye gömülmüş.

Önümüzde bir meydancık, orta­sında bir kuyu var. Burası meşhur Zencirli Kuyu. Vaktiyle üstündeki kol, kalın ve uzun bir direk olup bir ucuna kocaman bir taş bağlıydı. Sonra pek köylü işi olan bu tertibi biraz incelt­tiler, üstündeki direği çıkarıp yerine bir demir sütun koydular. Mesnedini de demirden yaptırmakla onu şehirleştirdiler.

Zencirli Kuyu hakkında -hayalî ve yahut hakiki olduğunu kestiremediğim- bir fıkra vardır:

II. Mahmud, bir gün Edirnekapısı’na doğru gidiyormuş. Musahip­lerinden meşhur Said ve Abdi Efendi­ler de maiyetinde imiş. Tam kuyunun yanından geçerken Said Efendi kapı yoldaşı Abdi Efendi’ye yüksek sesle: “Hey gidi eski padişahlar hey! ‘Dile benden ne dilersin?’ diye kullarına ihsan ederlerdi.” demiş. Sultan Mahmud bunu işitince atının başını çekmiş.

“Said, dile benden ne dilersin?” sualinde bulunmuş. Said Efendi alel’usul padişahın çok yaşamasını dilemiş; pa­dişah sualinde ısrar etmiş. Said Efendi işin miyanesi geldiğini anlayınca:

“Efendimiz, ferman buyurun, Abdi Efendi kulunuzu şu direğin bir ucuna bağlasınlar da kuyudan bir kova su çeksinler!” dileğini göstermiş. Padi­şahın işareti üzerine Abdi Efendi hemen attan alınmış, direğe bağlanılmış ve kuyudan su çekilmiş.

Abdi Efendi hem şişman hem korkak bir adam olduğu için bağla­nıldığı direğin kuyuya eğilen bir ucuna mukabil öbür ucunun yükseldiği ve adamcağızı yükselttiği sırada onun çabalaması ve bağırıp çağırması Sul­tan Mahmud’u da, orada bulunanları da güldürmüş. O zamanın zevkine göre bu da bir eğlence imiş.

Aksaray ile Unkapanı’nın Yeşil Tulumbaları gibi Nişancı’daki Zencirli Kuyu da bu civarın mensubileyhi ol­muştu. Etrafı ulema konaklarıyla mamur idi. Meşhur Sünbülzâde Vehbî bu tarafta oturduğunu,

Çâh-i zekan üftâdesi dilbeste-i zülfüz
Zincirli Kuyu ânın için meskenimizdir.

beytiyle ve bir hüsnütalil ile haber verir.

Ukalalık olsa bile anlatacağım. Çünkü söyleyeceklerimi bilenler bu­lunsa bile bilmeyenlerin daha ziyade olduğuna eminim.

Divan şairleri, sevgilinin saçlarını akıl zinciri ve gönül yuvası tahayyül ederlerdi. Nedim’in:

Akıbet gönlüm esîr etdin o gîsûlarla sen
Hey ne câdûsun ki âteş bağladın mûlarla sen

beyti ile benim,

Zülf-i nigâra lâne-i dil derd-i şâirân
Ben karşısında buldum onun dil-nişinliği

beytimde olduğu gibi.

Bazı çenelerin ortasındaki çukurcuğa da “çâh-ı zenehdan” yani çene ku­yusu derler. Ve gönüllerin oraya düş­tüğünü söylerlerdi. Şirazlı Hâfız:

Âb-ı rûy-i hûbi ez çâh-i zenâhdan-ı şüma

mısraı ile sevgilinin çenesindeki çuku­run güzellik yüzü suyuna menba oldu­ğunu iddia eder. Adı hatırımda kalmayan bir Türk şairi de:

Susadım, su diledim çâh-ı zanehdanından
Bir Arab bekler imiş, ben onu hâli sandım.

beytinde çene kuyusu tabirini tevriyelerle kullanmıştır.

Yine divan edebiyatında ve mâ­nâya ait sanatlar arasında hüsnütalil denilen bir hareket vardı ki bir hadi­seye hayalî ve güzel bir sebep gös­termekti. Sünbülzâde’nin yukarıki beytinde hüsnütalil vardır. Çünkü Zen­cirli Kuyu semtinde oturuyormuş id­diasının sebebi ise kendisinin çene kuyusuna düşmüş ve zülf zencirine tutulmuş olması imiş! “Hüsnütalil, bir şeye güzel bir illet beyan etmek olduğuna göre Sünbülzâde’nin beytinde ne gibi güzellik var?” diye istizah edi­lecek olursa “O ciheti merhumdan sor­malı!” cevabını veririm.

Tramvay yolunun sağ tarafında şimdi oyun yeri olan geniş derin­liğe Çukurbostan denilirdi. Darüşşafaka’dan Sultan Selim Camii’ne giden yolun kenarında bir çukur bostan daha vardı ki bunun içi, sade bostan olmakla kalmamış, mescidiyle beraber bir mahalle hâlini almıştır. Bir üçüncü çukur bostan da Hekimoğlu Ali Paşa ile Oda­başı semtleri arasında bulunmaktadır.

Bizans’tan kalan çukur bostan­ların eskiden su deposu olarak kul­lanıldıkları söylenilmektedir.

Abdurrahman Şeref Efendi mer­hum, Târîh-i Osmânî Encümeni Mecmuası’nın 38. sayısındaki “İstanbul’da Su Müzayakası” başlıklı bir ya­zısında:

“Malûm olduğu üzere kadimde İstanbul’un mâ-i cârîsi olmayıp hanelerdeki kuyular ve sarnıçlarla su ihtiyacı def olunurdu. Edirnekapısı dâhilinde ve Sultan Selim semtindeki çukur bostanlar ve Binbirdirek umumi su depoları idi.” diyor.

Odabaşı tarafındaki çukur bostan son vaka’nüvisin hatırına gelmemiş olmalı ki bu fıkrasında bahsetmemiş.

Spor meydanı olan bu geniş çu­kurun tramvay yolundaki kenarına sac­dan bir siper yapılmış. Oyunun bedava seyredilmemesi için yapılan bu mânia pek çirkin duruyor. Şu hâl gelene geçene ve görüp anlayana zarafet, menfaate feda edilmiş gibi görünüyor. Şu eğri büğrü sac perdenin kopuk yahut delik bir yerinden karşıya doğru bakılırsa ufku teşkil eden Okmeydanı sırtları görülür, İstanbul’un alınışında idman yeri yapılmış olan bu saha acaba gene spor yeri olamaz mı? Orada büyük bir stadyum kurulmakla eski bir hatıra uyandırılamaz mı?

Az ileride ve tramvay yoluna nisbetle çukurca bir nokta üzerinde Ka’riye yahut Kahriye Camii gözüküyor. II. Bayezid’in sadrazamlarından Hadim Ali Paşa’nın camiye tahvil ettiği bu mabet, evvelce burada bulunan bir köy manastırının kilisesi imiş. Adı da Hora imiş. Theodosios surlarının, yani şimdi gördüğümüz kale duvarlarının yapılmasından mukaddem burası Bi­zans şehrinin dışında bulunduğu için “Hora” deniliyormuş ki “şehir harici” demekmiş. Belki Karye diye Türkçeye çevrilmiş, sonra Karye kelimesi Ka’riye veyahut Kahriye olmuş.

Kıymetli mozaikleriyle meşhur olan bu mabet hakkında merhum İhtifalci Ziya Bey’in ayrıca bir eseri vardır. Bay Celal Esad’ın Eski İstanbul unvanlı kitabında da caminin planı, moza­ikleri, dehlizleri gösterilmiş, hakkında tarihî epeyce malumat verilmiştir.

Ka’riye Camii’nin hemen üst tara­fında harap olmakla beraber ihtişam-ı bakiyesini hâlâ muhafazaya çalışan Tekfur Sarayı durmaktadır.

İhtifalci Ziya merhum, İstanbul ve Boğaziçi isimli büyük bir kitap yaz­mış, tertibi karışık olan o muazzam eserin iki cildi Matbaa-i Âmire’de ba­sılmıştı. İkmali herhâlde İstanbul tari­hine hizmet edecek olan o kitabın ikinci cildinde, keza Bay Celal Esad’ın Eski İstanbul unvanlı tarihçesinde Tek­fur Sarayı’na dair hayli malumat veril­miştir. Onlardan anlaşıldığına göre Bizans’tan kalma bu bina dâhilinde ve 1204 senesinde İstanbul’daki Latin im­paratorunun birincisi olan Baudouin’in taç giyme merasimi icra kılınmıştır.

Edirnekapısı’na yaklaştık. Şimdi birkaç dükkândan ibaret olan burası, vaktiyle cesim bir çarşı hâlinde idi. Dükkânların çoğu da at ve sefere müteallik eşya ile dolu idi. Çünkü o vakitler memleketimizin hududu Bal­kanlar’dan aşar ve Tuna sahillerine ta­şardı. Oralara her gün birçok giden olur ve oralardan gelen bulunurdu.

Şu muazzam cami, Mimar Sinan’ın dehası abidelerinden birini teşkil eder. Kanunî’nin kızı ve Sadrazam Rüstem Paşa’nın karısı Mihrimah Sultan na­mına yapılmıştır. Medresesi, mektebi, çifte hamamı da vardı. Medrese ve mektep harap olmuş, hamam da -belki viran­lığı dolayısıyla- kapanmıştır. Harap mektebin yanında yıkık bir türbe var­dır ki Rüstem Paşa’nın damadı Ahmed Paşa ile bazı akrabasına ait imiş. Yine o mektebin önünde ve yüksek bir ağacın sayesinde Hakanî Mehmed Bey’in kabri sadelik içinde bir mehabetle görünür.

Merhum, Rüstem Paşa’nın diğer bir hareminden olma kızının oğlu ve Kanunî devrinin en müstağni bir şairi idi. “İltifat-ı bekâ” terkibi, vefatı tari­hidir ki hicri 1015 senesini gösterir. Divanından başka Hilye-i Hakanî isimli pek yüksek bir eser yazmıştı ki ilahi bir aşkın şiir ile ifadesidir.

Muallim Nâcî merhum o eser için:

11- Bayrampaşa vadisinden başlayarak Murat Paşa Camii ile Valide Camii arasından Aksaray Meydanı’na inen Vatan Caddesi’nin bölgede yıkımlar yapıldıktan sonraki görünüşü (<em>İstanbul’un Kitabı</em>)

12- Saraçhane ve Fatih semtinin görünüşü

13- M. Tahir Olgun’un bir dostuna imzaladığı fotoğrafı (Yusuf Çağlar Arşivi)

Bize bir hilye-i garrâ yazdın, nâmını cebhe-i arşa kazdın
O ne sûziş ki okurken insan bulamaz zabt-ı bükaye imkân.

der, mezarının kırk bu kadar sene ev­velki hâlini de şu satırlarla tasvir eder:

... Kabrin üzerinde mağrur bu­lunan bir şecere-i cesime ki hemen üç yüz seneden beri hâk-i pâk-i Hakanî ile perveriş bulmaktadır. Zaten harab ve tenha olan kabristanın üzerine pek hazin bir surette sâye-endâz olmakta­dır. Bu şecereye birdenbire mun’atif olan nazar, zâir oraya sâhib-i kabrin heykeli dikilmiş gibi heybet alır.

Sokaktan geçilirken kabristanın mektep duvarına muttasıl olan en bü­yük penceresinden içeri bakılsa müdevver, yeşile boyanmış bir taş görü­lür ki cephesinde şu kelimeler yazılıdır: “Hüvelbaki, Hile Hakanı Hazret­lerinin ruhu için el-Fâtiha.” Anlaşılıyor ya, “Hilye-i Hakanî Hazretlerinin” de­nilmek istenilmiş.

Merhumun namını seng-i mezarına yazmak isteyen adamın bu namı Hil­ye-i Hâkânî olmak üzere tasavvur et­mesi, sonra bunu da doğru yazamaması istiğrabdan ziyade teessüfe şayan hâllerdendir. Böyle şeyler güce gidi­yor, insan bir, kabrin içindeki zatın büyüklüğünü düşünüyor, bir de dışın­daki kitabeye bakıyor. Derûn-ı mer­kadden “Ne kıymet bilmez insanlar imişsiniz!” yollu bir nida işitirmişçesine uta­nıyor.

Gene Nâcî’nin naklettiği şu fıkra da Hakanî merhumun meşrebindeki bü­yüklüğe parlak bir misaldir.

... Evâilde hâcegân-ı dîvân-ı hümâyun ve ki­bâr-ı eklâm, Edirnekapısı Cami-i Şerifi civarındaki büyük caddede mukim olageldiklerinden, Hakanî de o cihette ikamet buyururmuş. Hilye’nin nazmını ikmal edince sadrazam-ı vakte takdim eylemekle eser takdir olunduğundan Hakanî’ye ne türlü mükâfata mazhar olmak arzusunda bulunduğu sual olun­ması üzerine, ‘Artık ihtiyar oldum. Her gün Edirnekapısı’ndan Paşakapısı’na piyade olarak gidip gelmeğe kudretim kalmadı. Müsaade buyurulsa da hay­van ile gidip gelsem.’ cevabını ver­miş. Hâlbuki o vaktin usulüne göre Hakanî rütbesinde bulunan zavatın res­men hayvana binmeleri taht-ı memnuiyette olduğundan... kendisine Babıâli civarında münasip bir hane ihsan olun­muş!

Gezintimiz epeyce uzadı. Karileri­min de benim gibi yorulmuş olacak­larında şüphe yoktur. Pencereden gö­rünen kavs-i ufuk çevrilmiş olduğu için daha öteye gidilmesini veyahut avdet edilmesini başka bir zamana bırakalım.

 

DİPNOTLAR

 

1 Şadırvan, 3/17 (1936), s. 193-195.

2 Şadırvan, 3/18 (1936), s. 235-237.

3 Şadırvan, 4/19 (1936), s. 10-12.

4 Şadırvan, 4/21 (1936), s. 92-95.

5 Hâfız Paşa’nın ikinci sadrazamlığına söylenen tarihlerin en sanatlısı, Galata Mevlevîhanesi Şeyhi Âdem Dede’nin “Hâtem (1041) he-hâfız âmede (1041) bâ-zıll-ı (1041) mahfûz bâd (1041)” mısrasıdır ki, işaret edildiği üzere dört tane tarihi muhtevidir.

6 Şadırvan, 4/22 (1936), s. 133-136.


Bu makale Antik Çağ’dan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi adlı eser içerisinde 2015 yılında yayımlanmıştır.

Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.

ALT BAŞLIKLAR